Hiçbir şey sadece kendisinden ibaret değildir. Suriye hiç değildir! Muhsin Hamdi Alkış Sayı:
87 - Ocak / Mart 2016
Suriye’nin bizim dimağımıza yansıyan ilk yönü mülteci, ölüm, bombalama kan ve gözyaşı… Neredeyse 72 millet ufacık bir kara parçasının üzerine çöreklenmiş bir kördüğüm haline gelmiş tam bir kaos manzarası.
Adına ne deneceğinde bile ittifak olmayan, kâğıttan kaplan DAEŞ canavarıyla sözde savaş uğruna ABD’yi, Çin’i, Rusya’yı, AB’ni, Arap ve İslâm devletlerini zahirde bir araya getiren gerçekte ise kendi içlerinde her türlü çatışmaya maruz bırakan şey Suriye’deki cüzi petrol mü? Topraklarında çok kıymetli madenler mi var? Bu kaos, ne uğruna? Ne için? Neden? Olanı izaha hiçbir izah tarzı tek başına yeterli gelmiyor. Öyleyse İsrail Genelkurmay başkanının yıllar önce itiraf ettiği gibi cevap basit:
“Suriye’de hiçbir kuvvetin üstün gelmemesi kaosun sürmesi, İsrail’in çıkarları için elzem”
‘Kaos için kaos’… Birileri için kaotik düzen de bir düzen olduğu ve kaos onlara yaradığı için kaos var.
Suriye krizi ne zaman, nasıl başladı? Ansiklopedik bilgi bize “Gösteriler 15 Mart 2011'de başlamış ve Nisan 2011 tarihinde ülke çapına yayılmıştır. Akabinde Esad’ın emriyle halkın üzerine ateş açılmış ve isyan iç savaşa evrilmiştir” diyecektir. Oysa bu kriz 29 Ocak 2009’da, İsviçre’nin Davos şehrinde başladı!
Suriye krizini anlamak için filmi geriye sarmalıyız. Arap baharı öncesine…
Türkiye 2008 sonrası tüm dünya ve özellikle Ortadoğu ve İslâm coğrafyasında düzen getirme iddiasıyla ortaya çıktı. O güne kadar bir araya gelemeyen aktörler ve devletler barış içerisinde her tarafın menfaatine olacak herkesin kazanabileceği bir düzen umuduyla bir kurgu oluşturmaya çalışıyordu.
2008 yılında ABD ve müttefikleri ile ters düşme bahasına güvenlik konseyinde İran’a yaptırımlara hayır diyor, Rusya ile stratejik ortaklık geliştiriyor, Arap ülkeleriyle ticaretini ve sosyal ilişkilerini yüzyıllardır olmayan bir seviyeye getirmeye çalışıyor, örneğin Suriye ile ortak bakanlar kurulu topluyor, Mısır ve Mağrib ülkeleriyle vizesiz rejimle ticarî sosyal atılımlarla kardeşlik bağları kuruyor, dargınları barıştırıyor, sorunları çözmeye gayret ediyordu. Batı tahakkümünden kurtuluş ve nizam kurucu olma iddiası beraberinde geliyordu.
Bu dönemi AB’nin milyonlarca cana ve yıkıma mal olan birinci ve ikinci dünya savaşlarından sonra “bir daha asla” sloganıyla Fransa ve Almanya arasında kömür çelik birliği kurması ve akabinde bir iktisadî ve siyasî güç olarak ortaya çıkmasına benzetebiliriz.
Ardından gelen Arap baharı ve örneğini turuncu devrimlerde gördüğümüz bir mahfilden yönetilen kalkışmalarla demokrasi adına demokrasinin katledilişi ve bunun İslâm ve Ortadoğu coğrafyasında mezhep, kabile, ırk çatışmalarını körüklemesi, onlarca ülkede devlet otoritesinin ortadan kalkışı, devrilen diktatörlerin yerine onlardan daha zalim ve öngörülmez diktatörcüklerin gelişi, domino etkisiyle çatışmaların Suriye’ye ulaşması ve yine KAOS!
Peki Türkiye tarafından kurulmak istenmiş bu birlik ve barış kimlerin aleyhinedir? Neden çok kısa bir süre içerisinde Arap baharı ve sonrasında tüm Arap halkları tekrar kaosa sürüklenmiş, sonunda da DAEŞ isimli bir canavar kim tarafından nasıl türetilmiş, onlarca ülkenin gücüyle sözde mücadele edilmesine rağmen hakkından gelinemediği görüntüsü ortaya serilmektedir? Bu DAEŞ denilen kâğıttan canavarın örneğin Ramadi’de 300-500 kişilik bir militanla şehri ele geçirdiği, Musul’u hakeza bir gecede zapt edebildiği, Irak ve 5-10 bin kişiyle onbinlerce kilometrekarelik bir alanı kontrol edebildiği bir Suriye manzarasının bir film platosu değil de gerçek olduğuna inanabilir misiniz? 5 yıldır petrol üretip satan, vergi toplayan bir çeteyle mücadele için kaynaklarının kurutulması tek başına yeterliyken dağın taşın bombalanıp sürekli masum sivillerin acı çekmesi gerçek olabilir mi?
Düzenden, barıştan, kalkınmadan, birlikten ve dirlikten korkan engellemeye çalışan bir ülke düşünebilir misiniz?
Bir dakika dostlar… (One minute!) Bu sorunun cevabı kaostan doğan ülkedir. Bu devlet varlığını kaos ve çatışmadan alır. Kendi dışındaki tüm birlikleri kendisine tehdit olarak görür. İslâm coğrafyasında bir barış değil çatışmasızlık hali bile uykularını kaçırır. Tüm birlikleri bozmak yeryüzünde fesat çıkarmayı varlık sebebi haline getirmesi de bundandır.
(One minute) insiyaki çıkışı alarm zillerini çaldırmış, onlar için bardağı taşıran ve İslâm âlemi ve Ortadoğu coğrafyasına barış, birlik düzen gelebileceği ve böylelikle kendi varlıklarının tehlikeye düşebileceği ihtimali kuvveden fiile çıkmış, tüm fikrî, ekonomik, askerî hazırlıklarıyla birlikte bu düzen kurmanın önderi ülkenin hem tüm bu fiillerinin boşa çıkarılması hem de enerji ve gücünü kendi içerisine kullanmaya mecbur bırakılarak başka hiçbir bölgesel meseleye dâhil olamaması amaçlanmıştır.
Mevzuyu bu tahlille ortaya koyduğunuz zaman, Mursi, Sisi, Kaddafi, Şia ve mezhep çatışmaları, nihayet Suriye’nin bugün önümüze koyduğu kaotik hal ve hattâ Ruslar’ın Suriye’ye Türkiye’yi (ve hattâ İran’ı bile) dışlatacak şekilde dahli, Rus uçağının düşürülmesi, PKK’ya Suriye’de verilen açık destek ve tüm gelişmeler izah bulmaktadır. Her gelişme ve her fiil nasıl olur da tüm ülkelerin ve bilhassa Türkiye’nin zararına ve tek bir ülkenin menfaatine olabilir?
Ne acıdır ki 29 Ocak 2009’da one minute diyen dil bugün ona muhtacız diyebilmiş, ona bu dedirtilmiştir. Safha safha, hamle hamle, bu şeytanî kurguyu ilmek ilmek işleyen usta satranç oyuncusu zekâsının seviyesini ve sahip olduğu araç ve imkânları görüp onu tersinden takdir edip mücadele yöntemlerinin de aynı zekâ ve kurnazlık ve hepsinden önemlisi aynı kuvvetle araç ve imkânlara sahip olmayı içermesi gerektiğini bilmeden atılacak her adım “Don Kişot”vari bir mücadele olacaktır.
Onlar için mesele Esad, Kaddafi, Sisi, şu bu lider veya ülkenin nasıl yönetildiği, halkının nelere katlandığı ne acılar çektiği değildir. Onlar için mesele “oldurmamak ondurmamak” meselesidir.
O halde çare olmak, onmak bir olmak diri olmakta… Fesat ve fitneye yol açan her kavga her sebebi “şimdi günü değildir” deyip baştan atmakta… Bizi ayıran, fitneyi körükleyen her mevzuyu Allah doğrusunu bilir deyip ötelemekte ve ayraçlarımıza değil bizi birleştiren her mevzuya sarılmakta.
Elhak… Ülkemizi yöneten kadro amaçları, sezgileri, adanmışlıkları ile bu oyunu hepimizden iyi biliyor ve gelecekleri tahmin edebiliyorlardı, ancak gelin görün ki Yunan tragedyaları gibi alternatifli ve her yolu Kaosa çıkan bu senaryoda bir oyuncu olmaktan öteye gidemedik.
O halde çare, oyuncu değil senarist olmakta! Peki neden yapamadık? Neden olamadık?
Zekâ, karşı kurgu, gaye, adanmışlık… Bunlarda değil eksiğimiz… Araç ve imkânların yetersizliğinde... Askerî, ekonomik, teknolojik, istihbarî, dinî, entelektüel seviyemizin ve araç ve imkânlarımızın amaca kafi olmamasında.
Yavuz Sultan Selim’in kendisine “dinin emrine uygun davranmadınız “ok ve kılıç kullanın” hadisi şerifine uymadınız top kullandınız” diyen Memlük kumandanı Tomanbay’a “Allah’ın, (Düşmanın silâhına aynı silâhla karşılık veriniz’ emrine neden uymadınız? Bilmez misiniz ki, ‘Ok ve kılıç kullanın’ demek ‘Başka silâh kullanmayın’ demek değildir. O zaman o silâhlar varmış, şimdi de bu silâhlar var!” demesindeki hikmet ve ferasetin bugünün liderlerinde de olması en baş şart...
Geçmişte dinî sahada, İbnul Arabî, Maturidî, Ebu Hanife, Yesevî, Edebalı, Hacı Bayram, Yunus Emre, sayamayacağımız yüzlerce âlimiyle gönülleri fetheden ilim erleri gibi din âlimi erler yetiştiren bir medrese, askerî sahada çağın en son teknolojisini kullanan ve geliştiren bir ordu, ekonomik sahada fakirliğe ve isyana yol açan tüm tedbirleri alan, sürekli bilime dayalı artı değer üreten bir ekonomi idaresi, ilmî sahada kâinatı ve varlığı “O”nun adıyla okumaya adanmış, pozitif bilim gayrı pozitif bilim ikiliğine yüz vermeyen ve tüm bilimlere hakkını veren bir üniversite, en az iki batı dili en az iki de doğu dili bilen, bir sahada telif eser verebilen medeniyetin en iyi yetişmiş fertlerinden müteşekkil bir devlet kadrosu ve tüm bunları bir orkestra şefi ahengiyle idare edebilen halkın teveccühünü kazanmış bir lider. Tam bir manzume!
Milyarların umudu olup “One minute” haykırışından sonra eski bir cumhurbaşkanının “bunu ödetirler” dediği sistemin, bunu ödetmek için hangi imkânları kullanacağı, hangi askerî, istihbarî, gayri nizamî, ekonomik siyasal yöntemler araç gereçleri devreye sokacağını ve bunların çok alternatifli yol ve yöntemlerini daha o gün öngörüp buna karşı tedbirleri düşünebilmek, ön alabilmektedir meselenin nirengi noktası! Bilge Kağan’ı, Ertuğrul’u, Fatih’i, Yavuz’u, Abdülhamit’i çıkaran ruh ve seziş işte budur!
Salt canhıraş bir feryat, insiyakî ve cevval bir karşı duruş değil, tüm yol ve yöntemleri hesap edip karşı hamleleri ve araçları hazır edebilen, Allah’ın madde ve mânâya hâkimiyete memur ettiği bir akıl ve seziş gerek…
Hiçbir şey için geç değildir. Gecenin en karanlık vakti sabaha en yakın olan zamanıdır. Tüm İslâm âleminde insanlar “Allah’ın yardımı ne zaman”(1) diyecek hale gelmiştir. Teşhisi koyup tedaviyi de uygulayacak bir lider ve kadrosu “tam bir manzume” dediğimiz tüm araç ve gereklilikleriyle sistematiği kuracak, önce bu milleti sonra tüm ümmeti sonra da tüm insanlığı fitne (kaos) odaklarının senaryosunda oyuncu olmaktan kurtaracaktır Allah’ın izni ve yardımıyla!
(1) Bakara suresi 214. Âyeti: Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler, sizin de başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız? Peygamber ve onunla beraber mü’minler, “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı. İyi bilin ki, Allah’ın yardımı pek yakındır.
|