Kadriye Fatma Pekşen Sayı:
91 - Ocak / Mart 2017
Tıpkı o! Tıpkı değil, aynısı. Tanımaz mıyım hiç Kadriye’yi? Ortaokuldayken üç sene aynı sınıfta okuduyduk. Bir kısmını unuttum ama Ümit’i, Sultan’ı, Kadriye’yi hiç unutmadım. Hoş, Sultan adını sonradan değiştirmiş, Tülay mı Gülay mı öyle bir şey yapmıştı ama bizim aklımızda ilk haliyle kaldı hep.
Kadriye de Ümit gibi kıvırcık saçlıydı. İkisinin de arkadan atkuyruğu olarak bağladıkları saçları tokaya sığmazdı. Ümit’inki sarı-kızıl, kıvırcık bir fışkırmayla taşardı tokasından, Kadriye’ninki, gece karanlığı gibi…
Torunu bile kendisine benziyor. Tam iki kere dönüp baktı bana. Aynı boncuk gözler, aynı kıvırcık saçlar. Az daha büyürse, ortaokulluk yaşa gelirse, “hık demiş, babaannesinin burnundan düşmüş” derim.
Halasının oğlu Zeki’yle nişanlamışlardı. Hem de diplomasını almaya az bir zaman kala, liseyi yarıda bıraktırarak…
Pembe nişanlığının üstündeki pembe çiçeklerle bezeli başını yapan berber, kim bilir ne kadar emek çekmişti o gün?
Biraz kilo almış Kadriye. Yanakları hafiften sarkmaya durmuş. Minyon bedeni azıcık genişlemiş o kadar. Mahallelisinden işitmiştim, Altıncı Hüsnü’nün evini satın aldığını. Alt katına da oğlunu oturtturmuş. Evini bir güzel tamir ettirdikten sonra getirmiş gelini.
Gelini buralı değilmiş zaten. Oğlu askerdeyken bulmuş galiba. Afyon’luymuş diye işittiydim. Afyon nere, bura nere… Ama kader, alınyazısı diye bir şey var ortada. Oğlu da aynı dayısına dönmüş. Kadriye gibi kıvırcık olan saçları kırarmış şimdiden.
Kız torunu babaanneye benziyor da, oğlan torununda anasının bakışları var. Sarı, yeşil, boz renkli akan Tuna gibi; muhacir bakışlı.
Karanlığın içinde beliren soluk lâmbalı istasyon binalarından birini daha arkada bırakıyoruz. Issız dağlara kendini ispatlamak istercesine, canavar gibi kükreyerek ilerleyen trenin yeni bir tünele girmesiyle irkiliyoruz. İşte tam o sırada Kadriye’yle bir kez daha göz göze geliyoruz.
Hani cesaretimi toplasam, “Kadriye’ciğim, ben senin ortaokuldan arkadaşın Belma’yım” desem, gene boncuk boncuk bakar mı? Sonra da her zaman yaptığı gibi yapıp, saçlarını çözüp yeniden hapseder mi tokasının kıskacına? Siyah bir yumak fışkırır mı ense kökünden? Hoş, oğlununki bile aklaşmaya başladığına göre, bunca yıldan sonra siyah şelaleyi ummak cahillik olur ya, neyse…
Kocası genç ölmüş. İki oğlu olmuş ardı ardına. Birisiyle, Altıncı Hüsnü’den satın aldıkları evde altlı üstlü oturuyorlarmış. Diğeri hayırsız çıkmış. Çekmiş Marmarislere gitmiş. Turistlere dövme yapıyormuş sahilde. Ne yiyip ne içiyor, nerede yatıp kalkıyor bilmiyorlarmış.
Torunları pembe çiçekli, şeker biçimli bebek yastığını birbirlerinden çekip duruyorlar. Kız olan tıpkı babaannesi gibi. Yumurta sarısı kadar saçı, -soyaçekimden olmalı- kırmızı bir tokayla zapt edilmeye çalışılmış.
Bu yastığı sen mi doldurdun Kadriye? Ne tıktın içine? Yün, pamuk yahut da yeniyetmelerin yaptığı gibi elyaf mı? Peki, torununun saçını tarayıp sen mi hapsettin tokanın kıskacına?
Çok kere rastlamıştım kızlar tuvaletinde dişlerinin arasına sıkıştırdığın siyah tel tokalarınla saçını başını hale yola koymaya çalışmana. Sık sık tıkanan tuvaleti açmak için kapıya dayanan hademe Veysel amca, o koca saplı süpürgesiyle takır takır vurmasa kim bilir kaç kez daha çözüp çözüp yeniden bağlardın.
O kır saçlı oğlun, arabasını nereye park etmişti kıvırcık saçlı ortaokul arkadaşım? Şu yağmurlu havada, beni de sıkıştırır arka koltuğa değil mi? “Gel anamın çocukluk arkadaşı. Gel de seni evine bırakayım” der.
“Yolda lâflarsınız biraz. Sen, uçak kazasında ölen hostes kızını anlatırsın, o da babamın gözünün önünde nasıl eriyip yok olduğunu…”
Şu muhacir suratlı torunun ne kadar yaban, ne kadar geriden bakıyor! Senin ve senin tıpkın olan kız torunun gibi boncuk boncuk bakmıyor. Oltu tespihi gibi durmuyor göz çukurları içinde dönen yuvarlaklar. Rengi bozarmış nazar boncuğu gibi süzüyor bizi.
Yaklaşmış olmalıyız menzilimize. Kompartımandakilerin çoğu hareketlenmeye başlamış bile. Ben de şu valizciğimi alayım elime. Kapılar açılana kadar bekleyeyim tuvalet önünde.
İşte tam o sırada cesaretimi toplayıp konuşayım: “Kadriye, hiç değişmemişsin sen. Beni tanımadın ama ben Belma’yım. Ortaokul arkadaşın Belma’yım…” diyeyim. Sonra da arkalı önlü inip, oğlunun arabasına doğru yürüyelim.
‒Kimse kalmasın trende! Eşyalarınıza dikkât edin. Hadi hanım, hadi hanım!
‒Ama ben… Arkadaşımla gidecektim. Şimdi buradaydı. Bak şu işte! Vişneçürüğü hırkalı olan. Oğlunun koluna girmiş. Eskiden saçları kıvırcıktı.
‒Haaa… O mu? Rukiye teyzeyi söylüyorsun sen. O hiç evlenmedi ki. Çocuklarına baktığı ailenin yanında kalıyor.
Rukiye mi?
Ya o boncuk bakışlı kız torun kim!
Kıvırcık saçlı Kadriye nerde peki?
Biliyorum, tren görevlisi yalan söylüyor. Ya da kim olduğunu bilmiyor Kadriye’nin.
Tanımaz mıyım hiç Kadriye’yi? Ortaokuldayken üç sene aynı sınıfta okuduyduk. Bir kısmını unuttum ama Ümit’i, Sultan’ı, Kadriye’yi hiç unutmadım.
Kadriye. Kıvırcık Kadriye.
Azıcık daha hızlanayım da, arkalarından yetişeyim. Saçları kırarmaya başlamış olan oğlu belki beni de alır arabaya..
|