Pehlivan dayının elmaları Fatma Pekşen Sayı:
120 -
Aşağı mahalle ile yukarı mahalleyi beş dakikada bitirmişti Habibe. “Pehlivan dayı elma soyacak, koşuuun!”
Gümbür gümbür, yılkı atları gibi koşmaya başlamışlardı çocuklar köyün dört bir yanından. Analarından işitecekleri azar umurlarında bile değildi. Öyle tatlıydı ki pehlivan dayının elmaları. Tadını bir bilselerdi! Düzgününü bitirememiş taze gelin yanağı gibi, bir tarafı pembe, bir tarafı sarı idi hepsinin. Fırdolayı kırmızı olanına da denk gelinirdi kimileyin.
Bir keresinde dersi yarım bırakıp seğirten çocukların ardına, okulun öğretmeni de düşmüştü. Mektebin hem müdürü, hem müsdahdemi, hem muallimi olan Ercan bey de izlemişti olanı biteni. Sonra da elma kelimesinin aslının alma olduğunu ve al renginden dolayı, öyle dendiğini, sonraları da elmaya dönüştüğünü söylemişti.
Hakiki bir seremoniydi bu. Evinin karşısına düşen dut ağacının altına iskemle atıldı mıydı, işaret verilmiş oluyordu. Kardeşlerinin anası, her haberin ulağı, köyün tek Habibe’si de işareti alınca saniye sektirmeden yollara düşüyordu.
Altı üstü iki mahalle değil miydi zaten! Kışın zaten nüfusun bir kısmı azalıyordu da. Çabucak bitiyordu dolanması.
Dar güzde, Adana’daki çalıştığı işinden gelen Pehlivan dayının, patronu tarafından bir kasa elma ile mükafatlandırıldığı herkesçe bilinirdi. Sadece bu köy değil civar mezralar bile bu doyumsuz meyvenin mis kokusundan haberdardı.
Geçtiği sokakları gülyağı kokusuna bulayan hacılarınki gibi köye yayılırdı elmaların kokusu. Alenen getirmezdi aslında. İndiği otobüsten, köye kadar yürüdüğü iki tarafı söğütlü yolda, omzuna attığı heybesinin şişkinliği ele verirdi onu. Türlü nakış vurulmuş heybenin tamamlayıcısı tahta bavuldaki kirli çamaşırların içinde de elmalardan bulunduğu tahmin edilirdi.
O, gözü kör olmayasıca kaymakam bey vakti zamanında buraların meyve ağacına değil, tahıla uygun olduğunu söylemeseydi, şimdilerde Deli Durna’nın gövdesinin kalınlığında kendilerinin de elma ağaçları olurdu. Meyve niyetine gördükleri şey alıçtı, ahlattı, kuşburnuydu. Dereye aşağı inen kabaca oğlanlar karamuk da bulurlardı bazı bazı.
Köyün hayvanı bolcaydı, peynirleri, yoğurtları, yumurtaları eksik olmazdı lâkin, meyveye hasretlikleri çoktu. Elinden iş gelen cari analar yayla yollarından topladıklarıyla dağ armudu, dağ inciri ile reçel yapıp, misafir olunca ortaya çıkarırlardı. Uyuşukça olanlar, horantası fazlalar onu da beceremezlerdi.
İşte bu yüzden olsa gerek, ilkbahardan dar güze kadar zengin bir Adanalı’nın bahçesinde bahçıvanlık eden Pehlivan dayının elma soyacak olması olay olurdu. Havanın ılık olduğu şu kış gününde de sandalye ortaya çıktığına göre…
Siyah renkli Adana şalvarının iki cebi de şişkindi bugün. Karşısına dizilen çocuklar birbirleriyle fısıldaşmaya, burunlarını çekerken sabırsızlanmaya başladılar. Acaba sağ cebinden mi siftah edecekti, sol cebinden mi?
Koyun cebinden çakısını çıkaran adama birer adım yaklaştılar. Pencereye çıkıp, adam ve çocukları gören karısı, “elin çocuklarına ver, kendi karına koklatma!” diye bağırdı ve camı küt diye kapattı.
Çocuklar sessiz bir yutkunmayla tavırlarını belli ettiler. Oradakilerin en büyüğü sağ cebine elini daldırınca, kuru yüzlü bir oğlan, “ben kazandım, demedim miydi, sağdan başlayacak” diye bağırdı. Halka yarım adım daha yaklaştı. Koyun cebine elini bir kere daha daldıran adam, gizli bir haz alır gibi ağır hareketlerle alacalı bir mendil çıkardı. Önce bıçağı, sonra sapını iyice sildi. Sonra da Kaşıkçı Elması’nı tutar gibi itinayla elmayı avucuna aldı. Bir sağına, bir soluna baktı. Mendiliyle onu da sildi, parlattı. Sapını çevirerek kopartan adam, çöpü ileriye doğru atarken, gözleriyle hareketlerini takip eden çocuk güruhundan bir alkış koptu.
Asıl film şimdi başlıyordu işte. Cep çakısının, elmanın ortasına doğru hışırdayarak, minik yeşil damlacıklar çıkararak inmesinin hazzı hiçbir şeyde bulunmazdı. Belki yeni doğmuş bir kuzunun, ağzından köpükler çıkararak anasını emmesi, belki biraz da harmanda yapılan ütme kavurganın, karacaharmanın lezzeti bu hazza yakındı; o kadar.
Çocuk halkasına yeni dahil olan Habibe, evden kucağında getirdiği anasız iki kardeşini sıranın en önüne koydu. Dizine koyduğu dörde dilimlenmiş elmanın birinin kabuğunu soymaya başlayan Pehlivan dayı, ilk kabuğu iki kardeşin küçük olanına verdi. İkincisini de daha büyük olanına verdi. Habibe onlar kabuklarını çiğnerken, ikisini de kucağına alıp eve doğru hızlandı. Deminki sağ cebi tahmin eden oğlan elini uzattı üçüncü kabuk için.
Kabuğunu alanın sırayı terk etmesi bu merasimin değişmez kaidesiydi. Hem aşağı mahallenin, hem yukarı mahallenin bunca veledi varken kabuğunu alanın gitmemesi delilik sayılırdı.
Kırçıl kazaklarının içinde üşümeye başlayan çocuklar birer ikişer azalırken Habibe yeniden çıkageldi. “Benim payım nerde Pehlivan dayı?” dedi. Ayaklarının dibindeki çekirdekli kısımları göz ucuyla işaret eden adam, “en güzel yerini sana bıraktım kara kız” diye cevap verdi. “Dört elma bana ancak yetti. Avrada bile koklatmadım daha” diye ekledi.
Habibe yerdeki eşelekleri toplayıp avurduna doldurup, mutlu bir yüzle köyün içine doğru seğirtti. Adam da çocukları mutlu etmenin hazzıyla sandalyesinin ayaklarını kapatıp evine doğru yollandı. Allah razı olsundu Adanalı patrondan. Oturduğu yerden ne güzel sevap kazanıyordu işte…
|