|
Dağlara çen düşende Fatma Pekşen Sayı:
126 -
 Dağlara çen düşende gelmiştik buralara. Gitmesini de bilmeliydik.
Biliyoruz ve gidiyoruz.
Seherin ayazını yiyen ellerimiz çözülene, kırağı tutmuş camlardan dışarı görünene kadar içimizden duamızı ediyor, bineğimizin menziline müşkülsüz varması temennisinde bulunuyoruz.
Güneşin ısıtma ihtimalinin bulunmadığı bu zaman diliminde, gözümüz ancak alışıyor etrafa.
Issız tarlaların gönüllü bekçiliğini yapan birkaç cılız kavak ağacı, birkaç çalıcık görünüyor süs niyetine. Dört yan alabildiğine beyaz. Sütbeyazı. Yahut da karbeyazı. Bebeyünü beyazı da diyebiliriz.
Aralardan, haşarı köstebeklerin maharetiyle ortaya çıkan sarımsı toprak öbekleri seçiliyor. Sekizi onu ardı ardına dizili. Patlak avuç içlerine pamuk bastırmış rençber eli gibi görünüyor kevenler.
Yabanî hayvanlar, hassaten davarlar için konulmuş ayaklı yalaklar. İçinde suyu var da donmuş mu, suyu hepten mi kesik anlaşılmıyor. Hoş, bu yalakların ayaksızı da mı var, bilemiyorum.
Kimi tepelerde kar yok. Akbaba başı gibi süzüyorlar ün vermez dağları. Nemli, yol yol çizgiler inmiş baş aşağı. Çizgiler, altını ıslatmış mektep talebesi mahcubiyetinde.
Tepelerin arazideki nizamına uyularak dikilmiş elektrik direkleri, telgraf direkleri, okunamayan trafik tabelaları…
Altını ıslatmış bir tepe daha.
Buraların papağı meşhurdur bilirim. Mor koyunları da. Mor koyunlu türküleri hâkeza. Hele bir elini kulağa atmayagörsün yüreği çoban çeşmesi niyetine dert sızdıran civan. Doruklardaki karları bile süyüm süyüm eteklere indirir.
Dönemecin hemen bitiminde, alt tarafını kar bürümüş birkaç üryan meşenin süslediği yeni bir tepe, gözüme papaklı bir yerli gibi görünüyor.
Marazlı bir ihtiyar gibi yanının üstüne yatmış telefon direkleri, bir tarafı içine göçmüş çatılar, yıkık bacalar, tekinden bile duman yükselmeyen, kapıları kilitli, perdeleri çekili mahzun köyler.
Küçük barajlar, çamlıklar, tenekesinin pasından adı seçilemeyen mevki isimleri, yıkık dökük taş duvarlar, arı kovanları, ağıl kalıntıları, eğri büğrü mezar şahideleri.
Asıl renginin üstünü kaplayan apak kaftanla örtülü yol kenarları. Kirpinin, tilkinin, sansarın ayak izlerini yok eden sınırsız bir beyazlığa bürülü.
Tepeler yerini düzlüğe bırakıyor birden. Alın çizgisi gibi duran, dizi dizi tarlalar.
Sahi, bu tarla sahipleri nerede soluklanır, nerede çıkınını çözüp öğlenliğinden nasiplenir? Hiç mi ceviz dikmeyi, dut yetiştirmeyi bilmez! Geniş gövdenin nefis lezzetini tatmayı hiç mi akıl etmez! Yahut da pehlivan cesametinde bir söğüdü neden düşünmez!
Kırışık boynu sarı çizgili mendille sarılı, ak mintanlı, başı kasketli, güneş soluğu pantolonlu kırmızı yüzlü rençberim, kış boyu altına aldığı tek ayağının üstünde keyif tütününü içerken, hiç mi hesap etmez altında nefesleneceği bir ağacının olmasını?
“İyi bir ağaca sarılan, gölgesiz kalmaz” demişlerdi hani.
“İyi ağaçtan talihli dal çıkar” demişlerdi.
“Ağaçların kuşlar dili, çiçekler de gözü” idi.
“Kıyametin kopacağını bilseniz de ağaç dikin” hadisi vardı, hani.
Ağaçtı bu. Beşiğimizden tabutumuza kadar yârimiz, yârenimizdi. Tırtılından ağaçkakanına, serçesinden sincabına kadar başka canlılara da yuvalık ederdi.
Kendi kendime sorduğum sorularıma cevap bulamayıp, eviriyor çeviriyor geri içime gömüyorum. Zaten içim gömütle bezeliydi. Biri daha olsa ne yazardı ki.
Cemreler mintan düğmesi gibi birbirinin ardına sıralıdır ezelden beri. İyi bilirim. İlk cemrenin düşeceği günlerde yola revan olmuşuz işte. Sonuncusunun toprağın bağrında sırlanacağından eminim de birinciyle ikincinin sırasını bir türlü aklımda tutamam. Havaya mı önce, suya mı…
Bir de fiyaka yaparlar ki bu mintan düğmeleri… Her düşüşten sonra kıyameti koparırlar. Yer gök birbirine karışır. Asuman iri iri gözyaşı döker. Börkler başlara oturtulur sıkıca, kocakarılar sığınacak kazan altı arar.
Sonuncusunda turabın bağrı şerhalanır, kabarır da kabarır. Tohum ister, sinesinde yetiştireceği yeşil benizli yavruları düşler. Düşleri boşa çıkmaz elbette. Emdiği rahmet damlalarıyla gerindikçe, tohumlar kapçıklarına sığmaz olunca, çiçeği burnunda ana gibi gururlanır. Bir bir dökmeye başlar yaka çiçeği misâli.
Kırlangıç fırtınaları olur, lodos eser, sam yeri harmanları kavurur. Baharda çiçek fırtınası ile kendini silkeleyen fidan, hazan vaktinde yaprak fırtınasıyla iyice çıplaklaşır. Kırağı çöker çayırlara, su birikintilerinde kristaller oluşmaya başlar. Dağlara bir kez daha çen düşer. Şaşmaz bir nizamla mütemadiyen tekrarlanır. Seneye bir daha, sonraki seneye bir daha, bir daha…
|