Mustafa Fatma Pekşen Sayı:
123 -
 Mustafa kibirlenmiş dediler hısımlarım. Görünce sokak değiştiriyor dediler cıncık arkadaşlarım. Adama tepeden baktığımı söylediler ortaokul öğretmenlerim, kahvede içlenerek anlattı ilkokul öğretmenim. Doğrudur belki, doğrudur da…
Kaç yıldır buralarda yoğum zaten. Önce Kırıkkale’deki eğitim yıllarım, sonra ücretli öğretmenlik, sonra ta hududa yakın bir yerdeki mecburi hizmetim, askerliğim… Daha bu senenin başında, üç ay evvel gelmişim doğduğum topraklara. Kibrimi, tepeden baktığımı, sokak değiştirdiğimi ne zaman tespit etmişler anlamış değilim.
Hadi Kırıkkale neyseydi; baba ocağından ilk ayrılışım olsa da. Tozu, buzu, ayazı, kıraç yazı ile Orta Anadolu’nun bir başka avlusuna düşmüş gibi olmuştum. Anamızın evde olmadığı günlerde, elimize çökelekli dürüm tutuşturan komşu annemizin anaçlığı gibiydi nihayetinde. Aynı güneş yanığı çehreler, aynı samimi nazarlar.
Dar gelirli aile çocuklarının buluştuğu üçüncü sınıf yurt odalarını paylaşıp, ütü tabanında yumurta yemişliğimiz varken, birbirimize sımsıkı kenetlenip, ucuz kıyafetlerimizi ortak kullanırken onlara niye kibir göstermemişim acaba?
Hem anası turp, babası şalgam, attığımız her adımın hesabı yapılan bir evden çıkmışken, neyime kibir gösterecektim ki. Kırıkkale defterini kapatıp büyük umutlarla geri döndüğüm baba ocağımda atama beklerken, gözümün içine bakan anamın garibanlığına acıyıp ırgatlık da etmiştim; babamın kıt maaşına arka çıkmak için, ilçemize bağlı bir beldede ücretli öğretmenlik de yapmıştım. Ezelden fukara olan babamın, çocuk hanesine dizilen sayıya bir şekilde yardım etmem gerekirdi, gücüm nispetince de ettim elbette; helâli hoş olsun evin ilk çocuğu olarak.
Beşinci senede atanan öğretmen listesinde adımın olduğunu görünce sevinçten aklımın çıktığını sanmıştım. Koşa koşa, mahallenin ta üst başından haykırarak anama müjde verirken kibirlenmemiştim de yenice döndüğüm şu günlerde mi kibirlenecektim?
Sağıma dönsem komşu kızımın, soluma dönsem ilkokul arkadaşımın, yanıma baksam babamın arkadaşının, öbür tarafıma dönsem anamın bacılığının olduğu yumruk kadar ilçede mi kibir abidesi kesilecektim?
Konuşmamak, yüzü yerde olmak, yürürken adım uçlarını seyre dalmak kibir alâmeti midir ki? Yahut da neyin alâmetidir? Birisi, hele de doğduğun ilçedeki tanış birisi yüzüne baktığında kırmızı pancara dönmek neyin nesidir, neyin işaretidir?
“Allah’ım, evlâtlarımın yüzünü gara çıharma. Duttuhları altun olsun. Memleket onlara havaslansın. Türkiye çapında birinci olsunlar” diye, -fısıldadığını sanan- anamın seslice ettiği duaları daha kulağımdan silinmemişken, neden kibirlenecektim ki?
“Eli ekmek tutan, okumuş oğlanlara” insanımızın meylinin olduğunu bilmeyen yoktur bu havalide. Anası ayrı kestirir, babası ayrı. Kızlar zati halı pataklarken, camları silerken göz hapsine almışlardır bile. Okuldan eve, evden okula giderken kapı önlerini süpürme, taşları yıkama, çamaşırları asma tesadüflerini! dahi nizama oturtmuşlardır.
Hal böyleyken, göz kapaklarımı kaldırmayışımı, alışveriş için çarşıya gittiğimde kahvehanelerden yapılan davetleri kabul etmeyişimi başka neye yoracaklardı ki?
“Başını yerden galdurmayan, eski zaman gızlarına benziyen” bendenizin mahalle aralarındaki bu tavrını bir dereceye kadar makul karşılıyorlardı ama… Akıllarının ermediği hususu bir türlü çözemiyorlardı. Neden hiçbir kahvehaneden içeriye adımımı atmıyordum? Erkek dediğin, kahvehane sandalyesine de kurulmalıydı, kahve de höpürtdetmeliydi.
“Bir çay parasını garşılayamayan dövlet memuru” değildim nihayetinde. İyi kötü cebimiz para görmüş, babamın kamburunu azıcık doğrultur olmuştum. Anamın aklım erdi ereli gedik duran dişlerini yaptırmaya niyetlenmesini tebessümle öğrenmiştim. Mustafa’ya nasip olacaktı garibimi inci misâli güldürmek. Bütün bunlarla hemhâl olurken, kibir benim neyimeydi ki? Ailemi sevindirmenin hazzı nereme yetmiyordu?
Daha okumayı sökmeden, kaç yaşında olursan ol, seni okutan öğretmene, hocaya, çıraklığını yaptığın ustaya karşı itaat etmeyi öğretmişlerdir büyüklerin. Hürmet etmeyi, edeple davranmayı, yüksek sesle konuşmamayı, diklenmemeyi tembihlemişlerdir. Bu sadece bizim için geçerli değildir; içinde yaşadığımız küçümen ilçe için de aynıdır; aynı havalideki başka bozarık ilçeler, kavruk kasabalar için de aynıdır. İşte bu yüzden yüzümün yerde, bakışlarımın ayakucumda olduğu kabul edilir yaşlılarca. Edilir edilmesine de hakikat öyle midir?
Yolumu değiştirip, görmezden geldiğim üç arkadaşımı atlatıp, Hamam Durağı’na yel yepelek daldığımda burun buruna geldiğim ilkokul öğretmenimle karşılaşmasaydım, ben bile öyle sanacaktım.
“Uğurlar olsun Mustafa. El öpmek, hâl hatır sormak yok mudur oğlum? Biz bunları size öğretmedik mi?”
Üzerini lekeler, yaşlılık çilleri bürümüş elini öpmem için uzatırken, “Öğretemedik mi?” diye tekrarlıyor da.
Kibrim. Kahrolası kibrim. Çekingenliğim ya da başka bir deyişle. En arka sırada oturup, en görünmezlerin başını çeken garibanlığım. Hepsi birbirine karışmış uğultu halinde üstüme geliyorlar. Lekeler bürümüş el büyüyor, büyüyor Hamam Durağı’nı kaplıyor sonra. Siyah önlüğünün içinden başını uzatan kiraz boyunlu, çırpı bacaklı bendenizin üstüne abanıyor.
Bulanık bir Cuma öğleden sonrası. Kulağımın dibinden cırtlak bir kız sesi. Sevim’inki:
“Öğretmenim, Mustafa’nın önlüğünde bit var!”
Bütün gözler üstümde. Gülüşmeler, tiksinme dolu bakışlar, buruşturulmuş suratlar, bir eliyle burnunu kapatanlar.
Cebinden çıkardığı mendiliyle yakamdan tutup, bayrak törenine çekiştire çekiştire götürüp bütün okulun önünde beni ifşa eden sevgili ilkokul öğretmenim. Eviriyor, çeviriyor, bir de tokat atıyor bitimin gezindiği enseme. İstiklâl Marşı’na bile dâhil etmeden, iki aydır annesiz olan evime doğru postalıyor beni.
Mezun olduğum sene el öpmem için anamın zoruyla gittiğim evinin kapısını çaldığımda, yüzünde tiksintiyle karşılıyor etiyle kemiğiyle teslim edildiğim öğretmenim. Öpmem için uzandığımda, elini arkasına saklayıp, yarım ağız teşekkür ediyor. Gürültüyle kapanıyor demir kapı yüzüme. İşte o günden sonra kibir kelimesi üstüme yapışıyor. Telanın kumaşa yapışması, kırığın kemiğe kaynaması, taze daldaki aşının tutması gibi benimle bütünleşiyor. Ben de öyle sanıyorum, öyle kabulleniyorum kimseyle göz göze gelmemeyi.
İnadımı, kibrimi kırıp, hafiften titreyen, üstünü lekeler bürümüş ele dudaklarımı değdirirken, “Berhudar ol evlâdım” diyen sesi belli belirsiz işitiyorum. Beynime doğru binlerce bit hücum ederken, kendimi bu sefer de Asmalı Cami’nin bahçesine doğru salıveriyorum.
|