Armudun Son Çiçeği Fatma Pekşen Sayı:
115 -
İşte, zaman değirmeninin dişlilerine mağlup olan, mahallenin son kerpiç evi de yerle yeksan olmuştu. Bir iki saatlik toz bulutuyla birlikte, yüzünün üstüne kapaklanarak, yitip gitmişti.
Sanki asırlardır bu mahal boştu; asırlardır kazınmış gibiydi toprak. Üstüne bir de nisan yağmurunu yiyince; vakit de geceye doğru yol alınca, hepten kaybolmuştu. Karanlık yutmuştu birçok rengi yuttuğu gibi. Tek renge bürünmüştü ortalık.
İnşası aylar alırdı da, yıkımı, yok edilmesi nasıl iki saatte biterdi hayret! Hâlbuki ne yürek çarpıntılarıyla, ne heveslerle, ne heyecanlarla ilk kazma vurulurdu temellere. Ne dualarla akıtılırdı kurbanın kanı. Ne umutlarla yükselirdi yapılar.
Dün öğlen saatlerinde, civarı gürültüye boğan iş makineleri, alışık oldukları homurtularla gelmiş, burnu havada pozlarla, şımarıklıkla işlerini görüp gitmişlerdi.
Mütevazı, senelerin sırrını barındıran, hangi tarihte yapıldığını mahalleden kimsenin hatırlamadığı son kerpiç evi, ayağına çelme taktığı arkadaşını düşüren arsız mektep çocuğu gibi yere yıkmışlardı.
İnşaat mahallinde, dünkü yağmurun ardından ara verilen işe yeniden başlanmıştı. Amelelerden birisi, sağa sola savrulmuş olan tahtaları toplayıp bir kenara yığıyordu. Alnı kırışıklıklarla dolu, rengi çamur rengine bürünmüş her tahtanın altından, toprağın boz çehresi olanca cüretiyle ortaya çıkıyor, hayata yeniden merhaba diyordu.
Avluda, uzun yıllar, komşu ile aralarında bahçe duvarlığı yapmış, briketten örülme, yer yer kuşların yuva yaptığı oyuklar görünen duvarın dibine istiflenen tahtaların yaslandığı, çatısı eğilmiş küçük bir bina daha vardı.
Sahiplerince kömürlük olarak kullanılan, yıkılan evden daha genç, kerpiçten yapılma ama kaba saba görünümlü olan iki gözlük yer, yıkımdan şimdilik canını kurtarmışa benziyordu.
Muhtemelen, yenisi dikilecek olan evler topluluğunun bitimine kadar, ameleler tarafından barınak olarak kullanılacaktı. Nitekim civardaki diğer inşaatlarda kanun bu şekilde idi. Hattâ yeri geniş olan kimi müteahhitlerce, elemanlar için çadır bile kurulduğu oluyordu.
Eee... Hazır bir barınak varken, epey sağlam görünen, bir sigaralık mola verilecek, iki satırlık mektup yazılabilecek bu dam altını niye yıksınlardı ki?
Ya da zarfın içinde çıkacak top kafalı küçük oğlanın fotoğrafına bakarken, “harman zamanı yaklaşıyor gayri. Ne zaman geleceksin Hasan?” diyen sözlünün namesi okunurken, derin iç çekişlerin sırrını saklayan mekân burası niçin olmasındı ki?
En sonunda, cümle işler bittikten, yani son zamanlarda moda haline gelmiş olan boncuk kaplama tabir edilen kışlık giysi ile bina giydirildikten sonra, iki kazma ile burası da yok edilebilirdi. Öyle diğeri gibi, kepçe şatafatı da gerektirmezdi.
Birinci kazma ile inler, ikincide hafif bir toz yükselirken iki büklüm olur, üçüncü de hepten sesini keserdi. Sonra da mutlak sona boyun eğerdi. Göçerdi bu dünyadan.
Kimbilir, belki kömürlüğün ardından, duvar dibinde boynu bükük kalan, gövdesi kararmış bir kaç meyve ağacını da kazmalayıp yok ederlerdi. Belki de bırakırdı mal sahibi.
Son tahtayı da diğerlerinin üstüne atan amele, eğrilmiş paslı çivisiyle toprağı yırtarak giden nesnenin, aslında tam orta yerinden bükülmüş olan armut ağacı ile buluşmak, halleşmek istediğini anlayamadı.
Oysaki ne kadar zamandır bu anın hayallerini kuruyordu tahta! Evin giriş kapısının üstüne düşen saçak parçası, ne kadar gayret göstermişti bu yakınlaşma için...
Ne, çakıldığı günden beri irili ufaklı gerçekleşen zelzelelerle bu imkânı elde edebilmişti; ne de adam uçuran fırtınalarla yere yatıp yatıp kalkan armudun dalı kırıldığında... Bir kerecik değebilseydi yeterdi.
Evin reisi, bir nisan sabahı, camları söküp çatıları uçuran, mahallenin ahşap minaresini bitişikteki okulun bahçesine deviren gecenin sabahı, orta yerinden ikiye ayrılan armudu, testereyle kesmiş, çiçeğe durmuş dalı kömürlüğe doğru, “kuruyunca sobada yansın” diye fırlatmıştı da, kapı üstünden sessiz çığlıklar atan saçağın feryadına kulak vermemişti.
İnleyen, gıcırtı sesi çıkarıp duran, çivisi bir tarafından kurtulma eğiliminde bulunan saçağa, aşkının dalı kolu budanmış haline feryat edişi yasaklanmış, üstüne üstlük, “adamın asabını bozuyor” diye birkaç yerinden de çivi çakılmıştı.
Miadı dolup, “mahalledeki tek eski ev bizim, önümüzdeki bahar isteyip duran müteahhide verip rahata erelim” lakırdısına şahit olduğunda, aile fertlerinden ayrılacağına üzüldüğü kadar, armut ağacına kavuşacağına da sevinmişti.
Armut ağacının ilk dikildiği tarihi hatırlamıyordu ama ilk çiçek açışı bugünmüş gibi aklındaydı. Mart sonlarıydı. Ya da nisan başları. İhtiyarlık işte. Günü gününe aklında tutamıyordu ki...
Bir gece önce yağan kar, genç kız tazeliğindeki çitilin de üzerini örtmüş, başını uzatıp uzatmamak arasında bocalayıp duran çiçeğin gözünü, daha açmadan korkutmuştu. Titreye titreye sabahı etmiş olan ağaç, geceye inat, güleç bir edayla doğan güneşin samimi busesiyle kendine gelir gibi olmuş, ıkınıp sıkındıktan sonra, önce tek gözünü, sonra diğer gözünü açmış, derken pıtırak gibi dökmüştü koynundaki güzelleri.
Evin o zamanki yeni gelini, -rahmetli olalı yirmi seneyi geçen- Zühre anne, sabah işine gidecek olan çiçeği burnunda damat Emin’i dış kapıya kadar yolculamak için avluya çıktığında, dün kuru gibi görünen armudun baştan aşağı çiçeğe bürünmesine şaşmıştı.
“Aaa... Baksana Emin. Armut ağacı, yalancı bahara nasıl da kanmış. Tümden çiçek dökmüş” demişti. Kınalı elindeki sefertasını kapı eşiğine kadar götürüp eşine veren, köşe başına kadar da gidişini izledikten sonra geri dönen yeni gelin, başındaki yazmanın çiçeklerini, ağaca nispet yapar gibi sallamış, “hadi bakalım çiçekli güzel; sen mi önce doğuracaksın, ben mi?” demişti.
Pembe-beyaz, içinde titrek tüycükler olan çiçekler keyiflenmişlerdi bu konuşma karşısında. Çiçeğe ne için duruyorlardı ki? İnsanlara gıda olmak için değil miydi? Elbette kendileri ondan önce vereceklerdi al yüzlü bebeleri. Tomur tomur açan çiçeklerin bir kısmını çiçek fırtınasında yitirseler de, bir kısmını mahallenin haşarı çocukları vaktinden önce taşlayıp düşürse de, eninde sonunda ağırbaşlı meyveler olarak sunacaklardı bedenlerindekileri.
“Anne, biraz da reçel yapalım”diyen Zühre’nin sözüne bilge haliyle başını sallayan kayınvalidesi Mihri Hatun, zati epeydir hesaplamaktadır bunu. Marmelatları kompostolar kovalayacak, ballı lezzetini damağına yapıştırırken, “armudun ağaçları, türlü çiçek başları” diye türküye bile duracaktır.
Emin’in sabah kahvaltılarına çeşni katacağı gibi, doğacak olan bebeğin emziğine de lezzet verecektir, şifa olacaktır.
Çok kere çiçeğe durmuştu onlar. Çok kere kar yağmıştı. Kaç kere Emin geçmişti elinde sefertası ile, kaç kere Mihri Hatun salıncak kurmuştu armudun dalına torunları için bilinmez...
Bebeler salıncakta sallanırken, meyveler dallarda ballanırken ne sular geçmişti köprülerin altından. Büyük sırlı yeşil küplere turşu diye kurulmuş, kavanozlara reçel olup girip ağız sulandırmış, derken gün güne eklemiş, yıl yıla ulanmış, sahiplerince avludaki vişnenin yanına elma da katılmıştı ve sayısı bilinmez kere gıda diye çocukların aşına girmişlerdi. Gelin görün ki gün gelip vakit çatmıştı işte.
Son yıllarda fazlasıyla işitir olmuşlardı sokaktan taşıp kendilerini rahatsız eden sesleri:
“Ne soba, ne kül! Kaloriferli yapacaksın azizim, kaloriferli”
“Postacı İbrahim Efendinin oğlu ne güzel etti bak. Kendisi de rahat babası da”
“Şu köşedeki bakkal inat etmese, müteahhit baştan başa yapacakmış siteyi ama olmuyor işte”
“Buraya da güzel apartman dikilir ha! İçindekiler aklını kullansa da verseler birine.”
Homurtularla gelen iş makineleri, kuvvetli birer çelmeyle yere kapaklanan eski evler...
Bir kenarda unutulan bahçe hortumu, başka tarafa fırlatılmış eski zaman musluğu, duvara dayanmış kerevet, istiflenen tahtalar, öteberi... Pikaplarla kutular, torbalar içinde getirilen taze malzemeler. Oraya buraya dökülmüş kireçler, mozaikler, kumlar. Bildik manzaralar yani. Ezilen eskiler, kibirle burunlarını diken yeniler.
Sokaktan arsız çocuk gibi bahçeye atlayan bu sözleri işiten vişne, avluyu ilk terk edendi. Ekşi ve tatlısıyla iki cins elma, sonradan onu izlediler. Birkaç bahar buraya misafir olup, kendi kendine giden pembe çiçekli şeftali, zaten hiç duymamıştı bunları.
Üç ağaç kalmıştı en son. Üç kara gövdeli armut ağacı. Zühre annenin sadece adını, güzelliğini duyan, iki genç armut ile bedenine çıtırık düşmüş ana ağaç. Saçak tahtasının sevdalısı kocamış ağaç. Zaten birbirinin dilinden anlayan da sadece bu ikili idi. Gençler ne bilirdi ki eski zaman sevdasını; vefayı, sadakati?
Geçen yıla kadar hâlâ çiçek açmakta olan ana armudun, sokaktan taşan sözlere içerlediğini, bunu da azalan çiçekleriyle belli ettiğini, saçaktan başka bilen yoktu ki...
İşte, nihayet günü saati dolmuş, yılların hasretiyle halleşecekleri, dilleşecekleri an gelmişti. Dün çatırtıyla yerinden sökülüp, bahçeye savrulduğunda, canı yansa da, o anı beklemenin hatırına, armut ağacının dibine yığılacağının yüzü suyu hürmetine dişlerini sıkmış, sesini çıkarmamıştı.
Diğerlerinin en altında kalıp, gece boyu yağan yağmurla birlikte kendisi de sevinç gözyaşları döken, üstündekiler birer birer kaldırılırken, pembe-beyaz çiçek açan armudun kollarına atılacağı anı hesap eden saçak tahtası, üzerindeki ağırlık gidip amelelerden Hasan’ın eline geçtiğinde öylesine mutlu olmuştu ki vaziyeti tabir edecek kelime zor bulunurdu.
Ama hesapta olmayan bir şey daha vardı! Diğer arkadaşları, ta duvarın dibindeydi. Ki ağaçla aralarında kaç metrelik mesafe demekti bu. Gene de umuttu işte. Hani bazı yerlerde olur ya, çatal ağacın gövdesine bir tahta ya da sopa gibi bir şey atarlar da ceketlerini filan asarlar üzerine. İşte öyle umarak, bekledi birkaç saniye.
Havada bir tur atarak, istiflenen tahtaların üstüne doğru uçtuğunda, daha doğrusu diğerleriyle duvarın arasına sıkıştığında, içinin yandığını hissetti. Can havliyle, son kere baktığı armut ağacındaki sürpriz ise sevindiği yegâne manzara oldu.
Yıllar yılı, yalancı bahar demeyip, kar demeyip açan ağaçta tek çiçek yoktu! Geçen yıl bu günlerde pembe-beyaz fistanını giyen ağaç kupkuruydu. Belki de bugünü hesap ederek, son kez çiçeğe durmuş, son kez salınmıştı rüzgârın bağrında.
|