Gelece?in Teminaty Gen?ler Bedran Yoldaş Sayı:
53 - Ekim / Aralık 2006
Sıcak.
Havaların çok sıcak olduğu; ter damlalarının insanların alınlarından süzülerek yanaklarından aşağıya bir mercan gibi kaydığı; günlerin uzun, gecelerin kısa, insan ruhlarının sıcak havalardan depreşip bunaldığı bir gündü. Ortalıkta mahşeri kalabalık. İnsanlar amaçlarına ulaşmak için dizi dizi sıra oluşturmuşlar. Durak hınca hınç dolu. Kimisi işine, kimisi dostuna, kimisi muhabbetle kucaklayacağı bir sevdiğine bir an önce ulaşmak için sıvamış kollarını sabırsızlanmakta. Kavurucu sıcağa rağmen sıra beklemekte... İtip kakışmalar neticesinde alevlenen küçük münakaşalar genellikle büyümeden tatlıya bağlanıyordu. Ama sıkıntılar bir binanın katları gibi insan yüreğinde üst üste binerek patlama noktasına doğru yelken açtırıyordu.
Ahmet Hoca hızlı adımlarla kendini sıranın sonuna atıverdi. Bir an önce okula yetişmeliydi. Otobüse nasıl bindiğini kendisi de bilemedi. Koltuğa gömülüverdi... Düşüncelerle birlikte yol almaya başladı. Hem kendisi hem de otobüs...
“Biz öğrencileri eğitmek bir şeyler kazandırmak, öğretebilmek için elimizden gelen tüm gayreti gösterelim. Çırpınalım... Ya eğitim politikası?...
Eğitim politikası tamamen bunun tersini salık veriyor. Tembellik adeta ısmarlanıyordu, okul kırmakla, haylazlık yaparak kötü örnek olan ve çalışan ile çalışmayan öğrenci aynı kefeye konulacak ; “sınıfını geçti” ile ödüllendirilecekti. Bu nasıl adaletti akıl-sır erdirmek mümkün değildi. Ancak milli eğitim bakanlığının yayınladığı yeni yönetmelik maddelerine göre böyle... Okulu takmayan, derslerine çalışmayan, kafasının dikine giden öğrenci “sınıf geçmeyi” hak etmediği halde velisinin de vereceği kararla sınıf geçecekti. Boş bir çuval gibi bir sınıftan alınarak diğer bir sınıfa; üst sınıfa bırakılıverilecekti. Büyüklerimiz böyle uygun görmüştüler... Bunu öğrenen tembel, haylaz öğrenciler şimdiden öğretmenlerine diş bileyerek:
“Bizi sınıfta bırakamazsınız?..”
Demeye başlamıştılar bile...
Bu uygulamayla ne yapılmak isteniyordu?.. Öğretmen, öğrenci, veli, okul idaresi karşı karşıya getirilerek kime ne fayda sağlanacaktı?..
Durum gittikçe içinden çıkılmaz bir hal alıyordu... Derin düşünceler kulaklarında arı uğultusu oluşturmuşu. Boş gözlerle etrafı seyrediyordu.
Ağustos sıcağında gölgede 45 dereceye ulaşan ortamda halk otobüsüyle okula doğru yol alıyordu. Sıcaktan yayılan dalgalar insanların yüzüne yakıcı bir adres bırakıyordu.
Yanındaki yolcu birkaç cesaretsiz teşebbüsten sonra:
—Hocam okulda kayıt parası alıyor musunuz?
—Evet.
—Ne kadar alıyorsunuz?
—On milyon.
—Milli eğitim bakanı geçenlerde açıklama yapmıştı: “Kayıtta bağış adı altında para alınmayacak” diye.
—Evet.
—Siz alıyorsunuz?
—Evet.
—Kanunsuz değil mi?
—Kanunsuz olsa da almak zorundayım. Okulun eksikliklerini tamamlamak için almak zorundayım. Kışın yakıt verilmiyor, giderlerimiz karşılanmıyor, üstüne üstlük eksiklikler için de yine biz suçlu oluyoruz. Alsak ta suçluyuz, almasak da ... Öyleyse ben de bağış alacağım. Söylemler ve pratikler hep çelişiyor. Odun kömür vermezler “neden soba, kalorifer yakmazsınız?” derler . “Kömür yok” denince de “ neden öğrencilerden toplamıyorsunuz” derler... Para toplanınca da “kanunsuz” derler...
Gel de çık işin içinden!..
—Korkmuyor musunuz?
—Neden korkayım ki
—Kanunsuz iş yapıyorsunuz?
—Devlet... Bakan önce ihtiyaçlarımı karşılasın, sonra “kayıt sırasında para alınmayacak” desin. O zaman tamam... Ama sizin halk olarak da onlardan aşağı kalır yanınız yok yani!...
—Nasıl?..
—Bakanın “kayıt sırasında bağış alınmayacak" sözünü ağzınıza sakız yapıyorsunuz. Kışın soğuklar bastırdığında yakacaksız, kırık camlı sınıflarda ders yapınca da galeyana gelerek bağıracaksınız; “çocuklarımız hastalanıyor” diye... Kime, yine okul idaresine... Para istenince veryansın edeceksiniz. Çocuklarınıza ders kitaplarını almazsınız, bir yerden yardım gelir diye. Gelen yardımları fakir öğrencilere dağıtırız yine bağırırsınız: “Biz de fakiriz” diye. Aslında değilsiniz. Bu ikilem içinize işlenmiş durumda. Toplumun alt bireyinden, devletin en üst düzeyine kadar. Bir de kanunsuz dersiniz. Hak nedir kanun nedir bilmez, takmazsınız!..
Hızını alamayarak bağırarak konuşmuştu hoca, gayri ihtiyari. Bir anda otobüsteki tüm gözlerin kendisinde toplandığını gördüğünde utanmıştı...
Aslında utanması gereken kendisi değildi; tepkisizleşen, kişiselleşen toplum ve buna sebebiyet verenler utanmalıydı...
Eğitim-öğretim yok ediliyordu. İnsanlar cahilleştirilmeyle karşı karşıya... Şuursuz bir nesil yetişiyordu, yetiştirilmek isteniyordu. Topluma faydalı bireyler yerine topluma kene gibi yapışacak, sömürecek bireyler yetiştiriliyordu...
On milyon bağışı çok görenler çocuklarının geleceğini düşünmeden boş bir torba gibi bir yerden alınarak bırakılan emanet gibi sınıf geçmesine vize veren veliler daha sonra çocuklarının bir yüksek öğrenim kurumuna kapak atabilmesi için yıllarca “dershanelere” milyarlar akıtmaktan da geri durmazlar.
Bu çarpık düşünce ve davranışları bir türlü anlayamıyordu. Bu nedenle öğretmenlere;
—Ya kalması gereken tüm öğrenciler sınıfta bırakacaksınız ya da herkesi geçireceksiniz. Erki geçen velinin çocuğunu geçireceksiniz, garibanın çocuğunu sınıfta bırakacaksınız yok böyle bir şey.
Haklıydı hoca. Uysal olanlar hep zarar görüyordu toplumda. Onların korunması, kollanması; gücü nispetince kendinde buluyordu. Ama yeterli değildi. Dejenere olan toplum bireylerine gerçekleri anlatarak çarpıklıkları vurgulayarak toplum uyandırılmalıydı. Uyanmalıydı. Politize olmaması gereken yek organ belki de eğitim kurumları olması gerekirdi. Ama onu da lâçkalaştırdılar, bozdular. Gelecek nesil çok kötü yetiştiriliyordu... Bilinçsiz, şuursuz, boş bir gençlik... Hani; şey yani!... Geleceğimizin teminat olan gençler...
|