Kudüsün anlattıkları Sayı:
96 -
![](/resim/vars.png) Kudüs'ün elden çıkışı ve işgalci İsrail Devleti'nin kuruluşu ili ilgili uzunca iki adet yazımız daha önce yayınlanmıştı.
Bu sefer Kudüs merkezli başka bir mecraya yolculuk yapmak istedim. Hatta bu isteğimi yazıya dökmeden önce uzunca, yazıp yazmamakta tereddüt ettim. Tereddüdümün sebebi, yazdıklarımın gerçekten vermek istediğim mesajın doğru anlaşılıp anlaşılmayacağı konusundaydı. Yazdıklarımız birilerini zemmetmek veya birilerini övmek için değil, tamamıyla hakikatin izahı ve izharı amacındadır. Gerçi Hz. Mevlânâ "Sen ne anlatırsan anlat, anlattığın karşındakinin anladığı kadardır" demiş.
ABD Başkanı Donald Trump'un, 6 Aralık 2017'de Müslümanların ilk kıblesi Kudüs'ü, İsrail'in başkenti ilân etmesiyle dünya yeni bir kavganın içine girdi. Bu kavganın temelleri bugüne ait değildir, bence temelleri taa Hz. Âdem’den kalan bir mirastır. İyi ile kötünün savaşıdır bu kavga. En başta ülkemizin Sayın Cumhurbaşkanı'nın duyarlı ve tutarlı çıkış ve girişimleriyle İslâm âleminin satılmış ruhlu birkaç ülkesi hariç hamiyetli idarecileri birlik olup karar aleyhinde tavır sergilemişlerdir. Bu durum gelecekte İslâm âlemi için umut verici bir durumdur.
Ancak bu umut yeterli değildir. Zira Müslümanlar taştan ve topraktan ibaret Kudüs'e sahip çıktığı kadar ruhundaki Kudüs'e sahip çıkamamaktadır. Ruhumuzdaki Filistin, Kudüs, Mekke, Medine, İstanbul, Şam ne durumdadır. Ruhumuzun Kâbe’si "kalbimiz" ne durumdadır. Ruhumuzu işgal etmiş "Yahudi" ile "Amerikalı" ile mücadele edebiliyor muyuz? İsrail'de bulunan 6 milyon, dünyada bulunan toplam 14 milyon Yahudi’ye karşılık 1.7 milyar Müslüman var. Ancak, sermayesiyle, politik ve siyasî gücüyle dünyayı elinde tutuyorlar. Hangi taşı kaldırsanız altından akrep gibi, çıyan gibi Yahudi çıkıyor.
Müslümanlara düşen ise sadece kızmak, beddua vaveyla etmek. Peki, neden?
Sorunun birçok cevabı olabilir. Ancak en baştaki cevap Müslümanların "içini" düzeltme sorununda yatmakta.
Müslümanlar içlerindeki Kudüs'ü korumak ve tezyin etmek, hayatın her alanında, her mecrası ve kademesinde; hastalanmış, virüs bulaşmış, enfekte olmuş ruhlarını tedavi etmek zorundalar.
Müslüman âlemi en başta aile, okul, toplum, olmak üzere yeniden özüne dönerek yenilenmek zorunda. Toplumu oluşturan dinamikler gelişen ve hızlanan iletişim teknolojileri sayesinde değişmekte. Kimlikler ve kişilikler bu iletişim ağının tesiri ile dünya tek tip haline gelmekte, bundan da Müslümanlar olabildiğince nasiplenmektedir. Alışkanlıklar, ihtiyaçlar ve hayata dair beklentileri kendi özümüz şekillendirmemektedir. Kuşaklar değişmekte. X kuşağı son demlerini yaşamakta. Y ve Z kuşakları nüfusun çoğunluğunu oluşturmakta. İhtiyaçlar ve istekler, hayat tarzları, tüketim alışkanlıkları değişmekte, eskisiyle uçurumlar oluşturmaktadır.
Görünüşte "İslâmî" tarzda, ancak yaşayışta olabildiğince "seküler" hayat süren Müslümanlar, özellikle yeni kuşaklar en önce, ruhun Kudüs'ünü kurtarmak, tecdid ve tezyin etmek mecburiyetindedir. Bu yazıyı kaleme almak zorunluluğu hissettiren hadiselerden biri de şahit olduğum bir gözlemimdir.
Mevlid kandili günü bir mekâna bir dostumuzla buluşmak için uğramıştım. Muhtemelen üniversite öğrenci olan ikisi tesettürlü 3 genç kızımız bir masada oturmaktaydılar. İki başörtülü genç bayan tavla oynamaya başladı. Tam da o esnada yatsı ezanı okunmaya başlamıştı!
Yine, yakın tarihte oturduğum ilde bir işyerine girdim. (İşyerinin türünü belirtmeyeceğim). İş yerinde mesture bir hanım kardeşimiz oturduğu yerde ağzında sakız ile beni karşıladı. Almak istediğim ürün ve siparişle, işlemlerde, alış veriş esnasında ağzındaki sakızı zahmet edip de çıkaramadı.(!?) Hem benimle konuştu, hem de alış-veriş bitinceye kadar sakızını tutkuyla çiğneye devam etti.
İslâm âleminin önemli bir gününde ve yatsı vaktinde iki mesture kızımızın tavlaya dalmaları içimdeki Kudüs'ü ağlatmıştı. Bu hadise ise içimi iyice 'cız'lattı.
Elbette "su-i misal emsal olmaz" düsturunu biliyoruz. Ancak her iki sıradan ve hemen hemen her yerde daha vahimleriyle karşılaştığımız bu olayların verdiği çok derin mesajları görmezlikten gelemeyiz. Y ve Z kuşakları iyi tahlil edilmeli.
Şimdi normal, sıradan ve gayet doğal karşılanan bu gözlemim konusu üzerine yazılanlar için her kesimden olumsuz ve hiddetli eleştiriler gelebilecektir. Maksadım hiç kimseyi eleştirmek ve kınamak değildir. Sadece kültürel kod'larımızın evrilmesi veya devrilmesi üzerine durum tespitidir. Dünyamızda bin bir türlü kutsallar çiğnenirken evrilen yapıdaki ruhumuza giydirdiğimiz seküler hayat tarzı ile, içimizdeki Kudüs'ü kurtaramayız. İçimizdeki Kudüs'ü kurtaramadan taştan ve topraktan olan Kudüs'ü kurtaramayız.
Basit bir misal:
Müslümanlığın en baştaki düsturu namazdır.
Fetöcüler, toplumsal mesaj yoluyla adam devşirme niyetiyle olsa gerek, beş vakit namazı kılanların oranının 2014'te İmam Hatip Liselerinde okuyan öğrenciler içinde % 13-14 olduğunu açıklamışlardı. Tabii bunu kendi arka bahçelerini beslemek için iddia etmişlerdi. Bu oran, o zamanlar % 25'ler civarındaydı. MAK araştırma grubunun Mayıs 2017'de yaptığı araştırmaya göre; beş vakit namazı kılanların oranı % 22, "arada vakit namazlarını da kılarım, ama bayram ve cuma namazlarını kaçırmam" diyenlerin oranı % 26, "arada cuma ve bayram namazlarını, bazen de teravih namazını kılarım" diyenler ise % 24 oranında. Aynı araştırmada, "Kur'ân-ı Kerîm'i Arap harfleriyle okuyabilenlerin % 33, okuyamayanların ise % 54, Kur'ân'ı Türkçe mealinden okuyanların % 17, hiç okumayanların % 60 olduğu tespit edilmiş.
Hz. Peygamber(sav)'in hayatını okuyanların oranı ise % 23. (Sanırım bu bilgi de ilköğretimdeki zorunlu dinî eğitime dayanmaktadır.)
Aynı araştırmada "İslâm ülkelerinin papalık benzeri bir dinî liderliğe ya da halifeliğe ihtiyacı olduğunu düşünüyor musunuz" sorusuna % 54 olumlu cevap verilmiştir. Bu nokta da oldukça ilginçtir.
Bu aziz vatanın insanlarının % 99’u Müslüman olarak bilinir. Ancak en insaflı ve iyi niyetli tahminlere göre ait olduğumuz inanç sisteminin en önemli düsturu beş vakit namaz kılanların oranı % 25-30'larda ise bizim Kudüs konusunda derin derin düşünmemiz gerekir.
Maksadım kimseye dinî bir telkinde bulunmak değildir. Yukarıda belirttiğim gibi kınamak da değildir. Sadece yazımızın mesajının iyi anlaşılması için realize etmektir.
Ortada sosyolojik bir gerçeklik var.
Toprak parçasını vatan yapan insandır. O insan yapısının taşıdığı “ruh”tur. Vatanı ayakta tutacak ve bakî kılacak da aynı ruhtur. Şayet ruhumuz sapma ve kayma yaşıyorsa, ayakta kalmak ve ait olduğumuz kimliği yaşatmak mümkün değildir.
Sosyolojik kimliklerin oluşmasında ve tahkim edilmesinde toplumun şekillenmesinde en başta gelen unsur ailedir. Ailelerimiz paramparça olmakta. Anne-babalar çocuklarına söz geçirememekte.
Diğer sosyal omurga teşekkül aracı okullarımızın durumu ortada.
Bizim toplum olarak kendimize gelmemiz gerekmektedir. En baştaki "bekâ" sorunlarından biri budur.
Toplumun her katmanında ahlâkî ve etik "öz" değerlere dönmemiz gerekmektedir.
Misal, küçücük memlekette yanındaki binalara 3-5 kat izin verilmişken 20'şer katlı çok güzel ve yüksek yüksek binalar yapıyoruz. Yapıyoruz, ancak yapılan bu binada oturanlar aracını nereye park edecek, park edilen bu araçlar diğer insanların geçişini ne derece etkileyecek, zahmete sokacak mı, engelleyecek mi, güneşini engelleyecek mi, huzursuzluk verecek mi diye düşünmüyor, tasarlamıyoruz. Yapılan yol henüz tamamlanmadan "z", "s" harfi gibi olduğu halde, projesini çizene, yapana "bu nedir?" deyip hesap sormuyoruz. İnsanların geçtiği kaldırımlara satacağımız eşyaları pervasızca ve bencilce koyuyoruz. Kamuya ait cadde ve sokakları kiralatıyoruz. Ancak uygulamasında kamunun vicdanı ve yararına denetlemiyoruz. Vs. vs..
Oysaki ait olduğumuz dinin Peygamberi (as) yolda bulunan insanlara eziyet veren nesnelerin kaldırılmasını "imanın" düsturu olarak öğütlemişti.
Toplumun hangi alanında (ekonomi ve ticaret, güvenlik, askeriye, adliye, bürokrasi, üniversiteler vb.) olursa olsun işini, ahlâklı ve etik değerlere sadık şekilde en iyisini yapmalıdır. Sekülerizmin öğrettiği çıkar, "kâr" kaygısını "öz"ümüze dönerek ve aslını yaşayarak yenebiliriz. Bu kavgayı kazanmadan var olamayız.
Elbette dışımızda her yönden çepeçevre sarmış somut düşman gerçeği var. Dışımızdaki düşmanı içimizdeki düşmanı yenmeden alt edemeyiz.
Üreten en iyisini, en kalitelisini ve en helâlini üretmeli.
Satan en temizini, en kalitelisini, en faydalı olanını satmalı.
Söyleyen en doğrusunu, iyisini, hak'kını, gerçeğini söylemeli.
Yapan ve/veya yaptıran; en helâlini, en doğrusu, en iyisi, en hakkaniyetini yapmalı veya yaptırmalıdır.
Toplum içinde davranışımız, en nezih, en düzgün, en helâli olmalıdır.
İnandığımız dinin mensubu olarak her işimizden İYİLİK VE GÜZELLİK FIŞKIRMALIDIR. (Peşinen söyleyeyim, "iyi" kelimesinden farklı maksat ve çıkarımda bulunulmasın)
Kanunî olana riayetten önce hukuki ve ahlâklı ve âdil olan gözetilmelidir. Yaptığımız iş yasal olduğu kadar ahlâki ve helâl olmalıdır. Bir iş yasal olabilir ama helâl mi sormalıyız.
Allah insanlara torpil yapmaz. Güneş sadece Müslümanların üstüne doğmuyor, yağmur sadece İslâm topraklarına yağmıyor.
Aya ayak basan Hristiyan da olsa, Yüce Yaradan çalışana ayak bastırıyor.
Uçak gemilerini, yaşamadığımız inanç düsturları üretmiyor. İnancımızın düsturlarının öğütlediğine riayet eden üretiyor.
Durmadan çalışan, araştıran, üreten, okuyan kim ise, Allah O'na veriyor.
Ahmed Amiş Efendi'nin dediği gibi "bir binayı tamir ederken kiremitlerini bile sallamamalıyız"
Büyük bir zat, "insan kıymet verdiği ve düşündüğü şeye göre kıymet kazanır" demiş. Bizim kıymetimiz, ederimiz değer verdiğimiz ve düşündüğümüz şey ölçüsündedir.
Her işimizde "hesap verme" duygusu başımızın üstünde keskin kılıç gibi sürekli bulunmalıdır.
Kanuna karşı hile yapılabilir, ancak (hâşâ) Allah'ı aldatamayız.
Sa'di-î Şirazî'nin dediği gibi, "ömür Temmuz güneşi karşısında kardır." Nerede ve ne için eridiğimiz bizi belirleyecektir.
İşte bu hassaslıkta olursak -ki, bu “Müslümanım” diyen bir kişinin en az seviyede dikkat etmesi ve gözetmesi gereken bir husustur- başarırız. Bu sayede gerçek anlamda ait olduğumuz değerler ölçüsüne göre kimlik ve kişilik sahibi oluruz.
Maruf olana kuvvet, kötü olana fren olabildiğimiz ölçüde kişilikli insan oluruz.
İşte o vakit içimizdeki KUDÜS'Ü kurtarabiliriz. İçimizdeki Yahudi’yi yendikten sonra belde olan Kudüs çoktan kurtulmuştur.
Sözün fazlası kime söylenir bilirsiniz. Zünnû-i Mısrî (k.s)' nin sözüyle bitirelim. "Doğruluk, Allah'ın bir kılıcıdır ki üzerine konulduğu her şeyi keser"
Kalın sağlıcakla.
(Sakarya; 03.01.2018, Bilecik)
|