Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     2518 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Aliyanın savunması
Sinan Ayhan

  Sayı: 102 -

Bir gün Hz. Ebu Bekir (ra) kendine hakaret eden birine belli bir müddet sabrettikten sonra cevap verince, Hz. Peygamber Efendimiz (sav) buyurdular:  “Ya Ebu B…, sen susarken seni melekler savunuyordu…” Hakîkatte mutlak bir doğrunun savunulmaya ihtiyacı yoktur. Dolayısıyla burada biz Aliya’ya bir savunma yazmaktan ziyade, O’nun şahsında belki, olmuş bitmişlerin üzerinden, Müslüman terbiyesinde tefekkür etmiş oluyoruz…

Mevcut yazının çıkmasına vesile olan düşünce, 101. Sayı için toplandığımız Kardelen Konya toplantısında doğdu. Yeni sayı konusu “Aliya…” olunca, düşünüldü ki, onun üzerine çevrede birçok asılsız iddia mevcut, bunlar bir saldırı halinde ortada ve bunlara bir şekilde cevap verilmeli… Çevrede söylenen ifadeleri, bazen bir konu, bazen bir soru olarak not ettik, listeledik, cevaplarımızı kendimize göre harmanladık ve bu metin ortaya çıktı… Bu metin, her ne kadar Bilge Kral’ı savunmak gibi bir misyon üstlenmiş gibi olsa da, aslında edilen tefekkürle başka bir muhtevaya kavuşacak diye umuyoruz. Nasıl mı… Boşnak Lidere atılan iftiralar üzerinden verilen cevap onun, tıpkı Sokrat’ın Savunması metninin batı tefekkürü açısından bir kilit nokta teşkil etmesi gibi Boşnak ve Müslüman dünyasında aksiyon ve fikir bakımından bazı tıkanık mecraları açtığına işaret düşünce terkipleri içerecektir, ifadesindeki anlamı korumaya çalışarak elbette… Bu sebeple yazılanlar onu savunmakla kalmamış, bir savunma üzerinden mümin duruşu üzerine has bir tefekkür metni olmayı denemiştir…

(Sokrat) infazına giderken, karısı ağlayarak ona: “Haksız yere ölüme götürülüyorsun” deyince, O da şu cevabı verdi: “Haklı olarak ölüme götürülseydim daha mı iyiydi... Ben ölüme gidiyorum, evet, ama kimin daha iyi, şanlı bir nasibe gittiğini Allah’tan başka kimse bilemez…” (Sokrat) baldıranı içmeden önce, savunmasını yaptı, tüm zamanlar boyunca Batı’da görülmemiş tutkulu bir kalple, bu savunma Batı Tefekkür Tarihi için bir milât oldu, nasibi buydu ve bu o şartlar altında güzel bir nasipti; Aliya da düşüncesinin derinliğini yüklediği hayatıyla bir ölüm kalım mücadelesi verdi ve kendini bu derinlikten savundu, Bosna’yı Müslüman bir dâvâ adamı olarak savundu, kalpten ve îmanla yapılan bir savunmaydı bu… Hükmümüze göre onu (Sokrat) gibi mahkûm etmek isteyenler, onun göğüslediklerini tarih sayfalarından kazıyıp, bedel ödetmek niyetinde olanlar, sadece köhnemiş çıkarları peşinde koşan, kurgulanmış bir vahşiliğin dünya uygulayıcıları, azılı İslâm düşmanları… Başka kategoride olan kişiler varsa, onların boş boğazlıklarını zaten dikkate bile almıyoruz…

Aliya her şeyden önce samimi, iyi bir insandı... Samimiyeti de sonuna kadar îmanıyla ilgiliydi... Îmanı ona bir gözükaralık da veriyordu... “Hayat kısa değil, ben onu uzun buluyorum” diyen Aliya, “Tarihe Tanıklığım” kitabında bizimle işte böyle, samimi bir dilde konuşuyor ve bize net bir şekilde “hayatta doğruyu bulmak ve doğruluğu yaşamak için yeterli zaman pekâlâ mevcut” diyor…

Esas nedir; esas Aliya’nın metodolojisinde üçüncü yol olarak belirttiği ve aslında tek yol bildiği “İslâm”... Yani materyalizm ve ruhçuluk arasında sıkışmış batı kafasında, tomurcuk bulmayan şey, “tez-antitez-sentez” üzerinden, materyalizm ve ruhçulukta ayrı ayrı kıvama ermesi gereken hallerin, unsurların üçüncü bir yol halinde tezahürü, ama bu üçüncü yol, hakikatte “tek yol” olarak mevcut, var; o da “İslâm”… İslâm’ı net bir şekilde kalben tasdik eder Aliya, kitaplarında bu halis îmanı terennüm eder... Ölçü, İslâm’dır; her şeye karşı duruşu da böyledir... Düşmanları, hakikatte onun halis Müslüman oluşuna düşman…O da işte, net bir şekilde İslâm’a düşman olanlara düşman…

Aliya hakkında “Genç Müslüman”lar üzerinden bir anısını anlatan hareket mensubu 1940’lı yılların başında bir sinemada yaşanan olayı anlatır… İslâm’a hakaret eden bir İtalyan filmi gösterime girmiştir. Filmin ortasında Aliya ayağa kalkarak filmi protesto etmeye başlamış, diğer “Genç Müslümanlar” da protestoya eşlik etmiş, gürültülü bir şekilde salonu terk etmiştir; olanların ardından ışıklar yanmış, salon boşalmış ve daha sonraki girişimler sayesinde de filmin gösterimi iptal edilmiştir. Bu olay bana, Abdülhamid Han’ın Fransa’daki Hz Peygamber’e (sav) hakaret eden tiyatroyu sahneden kaldırtması olayını hatırlatıyor… Keza Aliya’nın netliği her yerde ve her şartta görülür bir keyfiyettir… Bosna Savaşı çıkmadan önce mecliste Müslüman Boşnakları tehdit eden zalimlere “Bilsinler ki, bizi ortadan kaldırma tehditlerine rağmen; Müslümanları ve Müslüman Boşnakları bu coğrafyada yok edemeyecekler...” diye cevap verebilmiştir…

Bir başka örnek onun, “İslâm Deklerasyonu” kitabı gerekçe gösterilerek, o zamanki rejimin değerlerine karşı o ve arkadaşlarının örgüt kurmakla suçlandıkları duruşmalardaki hal ve tavrıdır… Özellikle mahkeme kararının açıklanacağı andaki tavrı… Bütün ışıklar ona çevrilmiştir, ışıkların plânlı olarak onlara çevrildiğini ve bir kameranın özellikle onları çektiğini ifade eder, bu kameranın karar anındaki zaaflarını çekmek niyetinde olduğunu söyler; ancak o içinde fırtınalar koptuğu halde, karara aldırmadığını gösterir bir başı diklikle durabildiğini, hiç bir zaaf göstermediğini anlatır anılarında, işte bu duruş net duruştur ve bir mümin vakarına isabet eder… Bu vakarı mahkemede son söz olarak şöyle devam ettirir Bilge Kral: “Yugoslavya’yı seviyorum ama onun yönetimini değil. ( ... ) Bütün sevgimi özgürlüğe veriyorum ve geriye yetkililer için bir şey kalmıyor. Ben, bu ülkenin yasalarını çiğnemiş olmaktan yargılanmıyorum. (Ama) böyle bir şey yapmadım. Ben aramızdaki tekil iktidar sahiplerinin, izin verilmiş ve yasaklanmış olana ilişkin kendi standartlarını, Anayasayı ve yasaları dikkate almaksızın empoze etmelerine yarayan yazılı-olmayan kuralları ihlâl etmiş olmaktan dolayı yargılanıyorum. Nereden bakılırsa bakılsın, yazılı-olmayan bu kuralları vahim bir biçimde ihlâl ettim. Bu itibarla beyan ederim ki: Ben bir Müslümanım ve öyle kalacağım. Kendimi dünyadaki İslâm dâvâsının bir neferi olarak telakki ediyorum ve son günüme kadar da böyle hissedeceğim. Çünkü İslâm, benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı: Dünyadaki Müslüman halklar için daha iyi bir gelecek vaadinin (veya) umudunun, onlar için onurlu ve özgür bir hayatın, kısacası benim inancıma göre uğrunda yaşamaya değer olan herşeyin adıdır…” (Tarihe Tanıklığım; Aliya, Klasik Yayınları, 2. Baskı tercüme Alev Erkilet vd…, 2003, syf. 50-51)

1946 ile 1949 yılları arasında tutuklu olması ilâhî bir cilveyle onun hayatını kurtarmış gibidir, en azından olup bitenler bu hissi uyandırmaktadır; o dönem onun için ya bir kuyu Yusuf’u kıssası, ya bir Hz. Musa ile Hızır hikâyesi gibi durmakta; sanki Allah ibretlik hallerle onu yetiştiriyor, ona kötülük yapanların kötülüklerini bile onda bir kıymet oluşması için vesile kılıyordu... O sanki Bosna’nın ilerdeki o netameli günleri için hazırlanıyordu... “Allah’ın tuttuğu olmak”… Allah bazı badireli dönemler için böyle hediyeler ihsan eder... Aliya da, Boşnaklar da bu ihsanlar için ne kadar şükretseler az. “Onların bir plânı varsa, hepsinin ötesinde ve her şeyin üstünde Allah’ın bir plânı var” kabilinden bir olay daha, Bosna Savaşı’nın başlangıcında Aliya’nın başından geçer; Sırplar her yeri kuşatmaya başlamıştır, her yer karışıktır; Aliya kızıyla birlikte bir toplantıdan dönmektedir ve uçakları havada kalmıştır, çünkü Sırplar havaalanını da kuşatmıştır; pilot havaalanına inerlerse canlarının tehlikede olacağını ifade eder; o tereddütsüz aşağı inmelerini söyler; uçaktan iner inmez Sırplar onları alıkoyar, bir ofise götürürler; akıbetlerini bilemez durumdadırlar, ofiste beklerken, tuhaf bir şey olur, ofisteki telefon çalmaya başlar, telefonda bir kadın sesi uçak saatlerini sormaktadır, Aliya’nın kızı telefondaki sese kim olduklarını anlatır ve canlarından endişe ettiklerini söyler; ilâhî bir süreç başlamıştır, o telefon işte onların kurtuluşu olur, onların yerini tespit eden Bosna ordusu bir şekilde onları kurtarır; bu tür bir Sırp alıkoymasından kurtuluş, Bosna’nın kimliğine dair yürüyüşünün başlangıcı olmuştur; hattâ Bosna’nın savunma hattı, ilâhî bir lütufla o telefonla kurulmaya başlamıştır…

Diyorlar ki, “Aliya Nazilerle iş birliği yaptı”… Mümkün mü… Bu “güneş balçıkla sıvandı” demek gibi bir şey… Zamanında Heidegger için söylenmiş ifadelerdir bunlar… Evet, Heidegger için bunu söyleyebilirsiniz, o zaten ırkçı bir zihniyetin beşiği olan Batı dünyasında akıl yürüttü… Aliya ise herkesin kardeş olduğu bir üçüncü yolun, her şeyin kıvam bulduğu bir mutlağın, Allah indinde yegâne din olan İslâm’ın bir mensubuydu… Bir Müslümana sen ırkçısın demek, iftiradır… Müslüman ırkçı olamaz, Aliya’nın imânı ırkçılığa müsaade etmez… Onun terbiyesi ne Nazilerle, ne herhangi bir kafatasçı, ırkçı zihniyetle kol kola olmasını hoş görür; böyle bir şey Müslüman şahsiyetini inkâr olur çünkü.

Diyorlar ki, “Aliya, Müslüman Boşnakların hakkını Dayton’da savunamadı, hattâ öncesinde Müslümanlar Sırplara karşı savaşı kazanmak üzereyken silâh bıraktı”… Zamanın bir ruhu var, zamanın şartları var; o sadece Bosna’ya huzur gelsin istedi; her şeyi tek tek ve etraflıca düşündü, ileride daha kötü şartlar oluşmasın diye o anlaşmayı kabul etmek durumunda kaldı. Kendi de o süreç içinde anlaşmanın içine sinmediğini ifade etmiş… Geri döndüğünde “savaşa devam ediyoruz” demek ne büyük bir çile, bu çilenin halis bir kalple muhasebe edilmesi gerekir… Zaten savaşa devam etmeye kalksalardı, İslâm düşmanları organize olur, Boşnaklara daha büyük bedeller ödetirdi… Sonuçta Bosna’da herkes Dayton’dan daha kötü şartlara “evet” demek zorunda kalabilirdi. Belki o zaman için bazı tavizler verildi, belki o tavizler kayıpmış gibi göründü, ama masada kayıp görünen şey, hayatta kimsenin öngöremediği bir kazançtı, olamaz mı… Bizce Dayton’da olup bitenlerin niteliği Hz. Peygamber (sav) dönemindeki Hudeybiye Barışı mesabesinde olmuştur... Kayıp zannedilen, seneler içerisinde zamana ve mekâna yayılan, bereketli bir kazanç olmuştur…

Aliya bir ikon olabilir mi; bilerek veya bilmeyerek bu şekilde bir duruma yol açan kişi, her halükârda ahmaktır; çünkü Aliya’nın eserlerindeki cümleler ortadadır... Onun vakarı imânından gelir, imân ancak mütevazı kalpte yuva bulabilir… Aliya, kendi şahsına bir şey istemez; bütün isteği İslâm Dâvâsı için olabilir… En nihayet İslâma, “yegâne yaşanan ideal” demiştir… Aliya, yine “Tarihe Tanıklığım” kitabında, Bosna’da partisinin kuruluşu sırasında, içinden geçenleri şöyle ifade eder: “(Sebebini) asla öğrenememiş olsam da, baştan beri partinin “lider”i bendim. Kendi kendime “Eğer en iyisi bensem, acaba gerisi neye benziyor?” diye düşünmüşümdür. Fakat belki de (liderlerin), ‘en iyi’si olması gerekmiyordur. (Lider) olabilmeleri için, bazı temel zaaflarının da olması gerekir ki, bende bunlardan bolca vardı...”

“Tito’nun Yugoslavyası” hakîkatte nedir... Kusturica’nın “Yeraltı” filminde süsleyerek, kendini sevdiren bir dille anlattığı gibi o gerçekten “bütün eğilimleri birleştirmiş” midir…

Nasip oldu; 2012 yılında Bosna’ya gittim; orada gördüğüm en belirgin şey Müslümanların arkalarını sağlama alamadıkları için tavırlarındaki korkulu, endişeli hal… Bu durum, daha çok camilerde göze çarpıyordu. Ezan cami içinde okunuyordu. Belki hâlâ öyledir… Âyetler kursaklarda saklanıyordu sanki. Orada daha bir net anladım; harp zamanı bir Müslümanın neden arkasını kollaması gerektiğini… Bir de Osmanlı vezirlerinin mezarlarını ziyaretimizde Hırvatların bize düşmanca bakışlarını unutamam, o dönemde, Sırplar pek ortada yoktu… Herhalde onlar da olsaydı, canımızı savunmak hak olacaktı… İşte “Tito’nun Yugoslavyası” bu korkudur, bu endişedir; yani bu zulmün kökü odur…  Hiçbir insanî hakka hürmeti olmayan, diktatör bir adamın bir “Yugoslavyası” mı vardır… Bütün eğilimleri birleştirmiş olmasını bırakın, bütün farklılıkların üzerinden bir silindir gibi geçmiştir o…

Biz farklı bir yerden girelim meseleye ve bu iddiaya başka türlü cevap verelim… Aliya bir mevzuyu anlatırken o anlatımın içinde hem edebiyat, hem felsefe öğelerine şahit olursunuz; derin tefekkür hali pastoral ifadelerle bütünleşir... Saraybosna’yı anlatırken o toprağı ve havayı bir sabah namazıyla anlatır; o vatanın içine o hava da dâhildir işte, onun çocukluğundan beri gördüğü sabah namazı motifli Bosna hakiki vatandır ve o imân vatanı Saraybosna Tito’nun Yugoslavyası’ndan çok, Aliya’nın sabah namazı üzerinden anlattığı Saraybosna’sına daha yakındır...

Avrupa’nın orta yerinde İslâmî bir ruh temaşa etmektedir ve kimse o ruhta bir tezat bulamamaktadır... O ruhun baskınlığı sinirleri bozmaktadır… Batı’nın soykırıma izin verişi Avrupa’nın ortasında bu temaşadan ölesiye nefret etmesinden dolayıdır… Sokrat’ın “akademisi-ağaç altı” Yunan’ı, Aristo üzerinden Büyük İskender’in hamlelerini şekillendirirken, Aliya’nın “ağaç altı” sabah namazıyla Mostar’a, Saraybosna’ya ve ötesine imân üflemektedir... Zafer her şart ve halükârda, daima îmânındır…

Bosna gezisinde, Aliya’nın mezarını ziyarete giderken, yolda yaşlı bir kadının söylediklerine şahit olmuştuk turdakilerle… Kadın bize sesleniyordu, çünkü Türk olduğumuzu anlamıştı, yanımızdaki rehberden söylediklerini tercüme etmesini istedik, rehber, ne kadarını çevirdi bilemiyorum… Kadın ailesini kaybettiğini anlatmış ve şöyle demiş (mezarları göstererek) “Biz burada, bunları yaşarken siz neredeydiniz…” Kadın’ın bakışlarını unutamıyorum, külçe gibi bir dünyayı yutkunma şeklinde boğazıma ve kalbime indirdi, hiçbir şey de o ağırlığı içimden çıkaramadı… Bu ağırlığın cevabını verebilecek birisi varsa, buyursun versin… Yıllar sonra Aliya’ya baktıkça, onun eserlerini okudukça içimdeki o ağır taş çıkma eğilimine giriyor, Bosna Ordusu’na tekbir çektirirken ve orduyu Allah’ın selamıyla selamlarken kalbime sular serpiliyor; işte o, tam dâvânın orta yerinden böyle bütün bu badireleri yüklenebilen bir ilham… Üstelik Aliya’nın bu soruya karşı söyleyebilecek bir şeyleri var; o elbette bir cevap vermekten geri dururdu da, biz bu ithamlar hengâmesinde bunları söylemiş bulunduk; o bizce zaten yaptıklarıyla söylemiş her şeyi… O’nun hiç yoksa savaş zamanı Boşnak mazlumları Sırp nişancılara karşı hiçbir koruma olmadan ofisine giderek ölümüne savunma hali var; O’nun bir savaşı sırtlanarak yaptığı bir savunması var, ya sizin…

Aliya’nın savunma metni için iki nüans daha belirtilmeli; bunlardan ilki bir tespit; iyi ve örnek bir insana özenirsiniz, onun yaptıklarını yapmak ister, onun gibi olmaya çalışırsınız, bir de onun gibi olmaya çalışmanın ötesinde bir seviye vardır; o da onun bir devamı olmayı istemek gibi; genelde yazarlar için böyle düşünürsünüz; Aliya müspet anlamda hem onun gibi olmaya çalışacağınız, hem onun devamı olmak isteyeceğiniz kıratta biridir; ikincisi ise başka türlü bir derinliği olan bir soru; “Acaba Aliya Bosna’da değil de, Türkiye’de bir devlet adamı olsaydı; Türkiye’nin çehresi nasıl olurdu”; ben bu sorunun cevabının hayal edemeyeceğim ölçüde olumlu olacağını düşünüyorum… Abdülhamid Han marangozdu, Hz. İsa (as) gibi, aynı zamanda büyük bir devlet adamı; Bilge Kralımız ise tacı tahtı olmayan bir düşünürdü (feylesoftu) ve aynı zamanda büyük bir devlet adamı, bütün bunları yekpâre bir şekilde ortaya koyduktan sonra, bir şey söyleyebilecek birileri kalmışsa, buyursun söylesin, söz iddia makamının!


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Kalem, O Kalemdir... - Sayı 114
Oluşmuş ve Oluşmamış Âzâl... - Sayı 114
Hakikatin Önsezisinden Ye... - Sayı 113
Liyakatin Kökleri ve Köke... - Sayı 112
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


Milli Eğitim Bakanlığı’nın anketine göre, gençlerin %61’i kitap okuyormuş.
Hayret! Ya gizli gizli okuyorlar, ya büyüklerinden ders almamışlar ve gizli gizli okuyorlar.
Kardelen: Sayı 3, Aralık 1993
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14593296
 Bugün : 3837
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 631098
 Bugün : 744
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim