Aliya Altan Atan Sayı:
102 -
“Bad-el harab-ül Basra”
Aliya dostumdur, belki senin de öyle. Dostlar kaybedilmez ama bir süreliğine gider. O süre hiç bitmeyecek gibi gelir sana da, dünya başına yıkılır, suspus olur ve dayanamaz sen de çeker gidersin bir yerlere. Habeşli Bilâl hazretlerinin Efendimizin (sav) gidişinden sonra Medine’yi terk ettiği gibi. Bir gün rüyasında “beni hiç özlemedin mi Bilâl” dedikten sonra mecburen Medine’ye bir süreliğine döner ve okuduğu ezanla halkı coşturarak bir deli heyecanla sokaklara döktürür. Herkes Resulullah geri döndü zannettik der.
Rivayet ki; Basra’da yaşayan fakir bir derviş günlerce aç kalıp etrafından bir dilim ekmek istemiş de kimse oralı olmamış. Kasabın biri alaycı bir ifadeyle önüne bir parça çiğ et atmış. Bu kez bir ateş istemiş Basralılardan ve yine yüz çevirmişler ondan. Allah’ım bana bir parça ateş ver diyerek ettiği dua biter bitmez büyük bir yangın çıkmış Basra’da. Herkes can mal derdindeyken ateşi bulan derviş etini pişirmekle meşgulmüş. Biraz önce ateş isteyip de vermeyen birisi telâşla yanından geçerken; biz dertler içindeyken sen keyif yapıyorsun nihayet ateşi de bulmuşun ya demiş. Buldum ama demiş derviş, “Basra harap olduktan sonra”, Bad-el harab-ül Basra…
Gönül yanıp yıkılıp harap olduktan sonra hiçbir şeyin önemi kalmıyor. Onu önemsemesen de sahibini önemse ve kork. İş işten geçtikten sonra da, Allah’ın emrini beklemekten başka çarenin olmadığını yine O söylüyor. Yeter ki sen elinden geleni yapmış ol. Roma yanarken kim bilir kimler ne keyifler yapıyordu bilinmez. Hakikatin hikmetine sual olmaz, söz ve gözden öze varmaya bak onlarda kalma.
Bosna’da bir savaş çıktığının farkına geç varıldı. İlk anlarda Sarajevo denen bir Yugoslav şehrinde iç çatışmalar çıktı dendi ve ekranlardan verildiği kadarıyla bir yabancı gibi seyrettik. Sonra anladık ve kendimi Adana Şakir Paşa havaalanında oradan gelenleri karşılamakta buldum. Kendilerini anlatmak ve yardım istemek için gelmişlerdi. Durum çok acildi. Bir emek zinciri içinde elimizden geleni yapmaya çalışırken aciliyetin ne olduğunu kahrolarak anladık. Bir makine mühendisi ile İstanbul’dan bir demir tüccarı beraber gelmişlerdi. Mühendis artık bir asker, bir komutandı. Davut ağabey ise Bosna ile ilişkilerini hiç kesmemiş İstanbul’a yerleşmiş göçmen bir Boşnak. Şehirler dolaşıldı ve kimsenin olayın farkında olmadığı anlaşıldı. Emek veren duyarlı ve gönüllü kahramanlar sayesinde durum kısa zamanda anlaşılmaya başlandı. O gece evimizde yatacakları odaya bırakılan ikramlarla kapılarını kapattıktan sonra sabah kapıyı açtığımda onları aynı bıraktığım halde buldum. Acaba rüya mıydı, zaman mı durmuştu, şaşırdım… Ne bu haliniz deyince bana çevrilen bir cümle kurdu komutan: Evim; hanım çocuklarımın başlarına ne geldiğini bilemiyorum, onları öylece bırakıp geldim her an her şey olabilir! Sanki donup kalmışlardı. Yıl 1992.
Meydanlarda toplantılar konuşmalar yapılıyordu, gözler yaşlı gönüller yaslıydı. Kürsünün önünde üzerime yığılan, atılan, bırakılan eşyaları akşamın karanlığına kadar teslim edecek bir yer aramıştım. Hele ne yapacağımı bilemeden elimde kalan o bisikleti hiç unutamam. Elden ele havada bize doğru gelmişti sanki bir tank gibi. Hepsi dünyanın en ağır yükleriydiler. Teslim ettikten sonra o gece nispeten rahat uyuyabildim. Bizlere uzanan o elleri ve o yüzlerin halini unutmak mümkün değil.
2003 yılında dostumuz Aliya, savaş sırasında Konya’nın verdiği desteklere teşekkür için Bosna’dan doğrudan Konya’ya küçük bir uçakla geldi ve yine doğrudan Bosna’ya döndü. Birkaç ay sonra da vefat haberini aldık. Sanıyorum son bir veda ve şükran gezisiydi uzanan ellere…
Bir ortamda hemen yanına oturuverip gayrı ihtiyari elimi dizine koyduğumu hatırlıyorum. Sonra elimi tutup sıktığını ve o bakışlarını…
O bakışlar, geçmiş bütün fakru çilenin üstünde toplanarak sana baktığı hazinelerden biriydi. Hakikate boğun eğmiş Avrupalı Müslüman bir doğal liderin, Avrupa’nın ortasında, tek gözlü canavarın yok etmeye çalıştığı insanların insanın içine işleyen, kendini boşlukta ve huzurda hissettiren topluca bakışlarıydı. İslam’ın evrensel bir din olduğu hakikatini, hataları, pişmanlıkları, yaşadıkları acıları, yalnızlıkları, varlıkları ve yokluklarıyla ispat edenlerin gayrı ihtiyari doğal lideriydi Aliya. Görünmez, tanımlanmadık, sinsi ve gizli bir düşmanla savaştı. Kimseyle anlaşmadı.
Bizler onu, on iki yıl tanıdık, onun gibi Allah için bir ateş isteyenlere ne kadar yardım edebildiysek o kadar ateş bulduk.
Hakikat bulutuna girenlerin girdiği gibi çıkmadığını, hakikatin bildiğimiz ve dayanabileceğimiz güzellikler olmadığını, hakikatin bildiğimiz her şeyin tam tersi olduğu gibi acayiplikleri biliyoruz.
Ancak hakikatin acayip acılarla hissedildiğini, anlaşıldığını da biliyoruz.
Benim bildiğimi bilseydiniz çok ağlar az gülerdiniz hadisini de, Allah dilediğini yapar (İbrahim Suresi.27) âyetini de anlıyoruz.
Öncülerin hakikate nasıl boyun eğdiğini, yolculuğun güle oynaya devam etmediğini görüyor, anlıyoruz.
Garip dervişe lâzım olan bir parça ateş için Basra’yı yakan Allah, âlemleri yakmaz mı?
Nereye kaçsalar ateşler onları bulmaz mı?
O ateşte kebap yapan birilerini görürseniz sakın kınamayın. Hakikat gördüklerinizin tam tersi olabilir ve Allah dilediğini yapar sen yeter ki elinden geleni yapmış ol.
Dostumuz Aliya, elim elinde,
Dostlarımız, elleriniz ellerimizde…
|