Türkü, Anadolu harcı "ilim-irfan" mektebi Sinan Ayhan Sayı:
105 -
Öğretmenlerin çok olduğu bir ailede büyüdüm ben… Annem, teyzelerim, dayılarım öğretmendi… Hattâ rahmetli babam zirâat mühendisiydi ve belli bir dönem Zirâat Okulları’nda öğretmenlik yaptı; mühendis olmadan önce de ilkokul öğretmenliği yapmış… Yani ben bir şey öğretilmeye hasret çekmedim hiçbir zaman, hep birileri dersimi verdi bana… Özellikle ablalarım… Yaşıtlarım bir şey bilmezden evvel ben onlardan öğrendim, bizim yaşımızdakilerin birkaç sene içinde ne öğreneceğini… Bütün bunlar da yetmedi ufkuma, nasip oldu, bir öğretmenle evlendim…
İşin lâtifesi bir tarafa, bu okul çatısını çağrıştıran, didaktik atmosfer mi; yoksa dedelerimin, ninelerimin kokusunun sindiği lirik haller mi bana daha çok dokundu ve daha fazla şey öğretti; bilemem desem, haksızlık olur, biliyorum çünkü; bu soruya açık ara cevabım dedelerden, ninelerden gelen miras derim… Meselâ dedemlerin üç katlı bir evi vardı, yamaçta; yolun olduğu cephede bir kata düşen ev, bahçelerin olduğu tarafa doğru üç kattı, ama bir katının önünde de toprak bir dam vardı… O toprak damda ben neler öğrendim, anlatamam… Pestil yapmayı, pestil kazanlarını, pekmezi; meyve kurularını; kuluçka tavuklarla çocuk savaşlarını, harklarda yüzen ördeklerin doğasını; yayıkları, peynir ve yağ teknelerini; ailece hep beraber bir işe sarılmayı; ceviz toplamayı, ekşi elma kokusunu, daha neleri ve neleri… Her biri ruha işleyen şifâlı bir neşterdi… Hiçbir şey orada öğrendiklerim kadar lezzetli değildi… Bir toprak damın hikmetle örülü hâli bir okuldan daha ileri olabiliyor…
Anneannem radyo dinlerdi; şu cızırtılı, lambalı radyolardan türküler dinlerdi; bu sayede ağzında bir sürü mâni, bir sürü hikmetli söz, ana sütü gibi masallar, şiirler, deyişler… Onda bu ruh yakısı hâlin “40 fırınlık pişiricilik seciyesi” bize ne mânâlar zerk ediyordu, kim bilir… Şimdilerde böyle bir keyfiyet yok… Türkü tadında yakılmış bir hâl… Ekmek pişirirken ağlamanın nasıl bir tedrîsât olduğunu ben rahmetli anneannemden öğrendim… İşte duyguların dünya kirinden yuğunmuş hâli oradaydı…
Okuldan korktuğumu hatırlıyorum; “ya hiçbir şey yapamazsam”… Bir şey yapamamış olmak duygusunu yaşamamak için gayret ettim… Sonra o korku da unutuldu gitti, çünkü arkadaşlık kötü olan ne varsa içimde hepsini götürdü, okuldan çok okul arkadaşlarım, onlarla birlikte yaptıklarımız bana bir şey öğretti… Okul korkusu ara ara yokladığında hep büyüklerimin yanına sığındım… Belki de çevrem çok korunaklıydı… O “korunaklılık” bana şunu öğretti, sen güvendesin, karşılaştığın insanları da güvende hissettir, hepimiz birbirimizin misafiriyiz, kimseye zarar verme, senden zarar gelmeyeceğini de ilân et, herkes bilsin, terbiyeli ol, hiçbir şekilde kimseyi ezme, hakaret etme, kimsenin kimseye hakaret etmesine de izin verme… Ataların irfanından gelen doku böyle bir devlet kuruyordu ve bu devleti Anadolu’nun hangi köşesine gitsem aynı sıcaklıkta yaşanıyor, yaşatılıyor görüyordum… Bu da bana bir aile güveni veriyordu ve bu hikmet üzerinden defalarca Anadolu’nun bir aile olduğuna şahit oldum… Türkü gibi yakılmış bir aile atmosferi…
Bana çocuklarımızın eğitim tedrîsâtı ne olmalı diye sorsalar; bu tedrîsâtın “türkü”nün ruhu gibi her şeyi pişiren, özüne getiren bir keyfiyette olması gerektiğini söylerim... Türkü niye yakılır, temas ettiği ruhu ve bedeni pişirmek için… Atalarımız sadece “türkü” ile ayakta kaldı; iddiam budur. Yunus der ki; “Zehirle pişmiş aşı/Yemeye kimler gelir”. Eğitim, pişmektir. O aş ki koca bir Anadolu’yu pişirdi, pişmiş olarak canlı tuttu. Bu sebeple tedrîsâtı “türkü” gibi olan ve millî eğitim bakanı “Yunus” gibi olan, divanelik bir hal ve tavır hayal ediyoruz… O hayali gerçekle buluşturacak harç ve maya neredesin...
|