Talih y?r oldu; hem de iki defa... Gönüldaş Sayı:
46 - Ekim / Aralık 2004
7.yüzyıl sonları, 8.yüzyıl başları... Orta Asya bozkırlarının, gözleri ufukları tarayan hareketli insanı, yüreğine düşen bir ateşle yandı... 6 yüzyıl sonra "Bizim yunus"un,
Ben razıyım bu yolda günde bin kez yanmaya; Şekerden dahi tatla şirindir, aşkın tadı.
Diye ifade ettiği aşkın ateşi ile!.. Çölden "Bütün zaman ve mekânlar için doğan NUR",bir ucu İspanya'ya uzanacak, bir ucu Ortaasya bozkırlarına gelecek kadar yayıldı... Asil atlar üzerinde kızgın bir mayi gibi oradan oraya arayış içinde akan atalarımız, böylece "EBEDÎ YENİ" yi tanıdı ve ona pazarlıksız bağlandı... Kabına sığamayan enerji, cihanı nizamlama hayalini gerçekleştirecek "hayat plânı"nı bulmuştu nihayet... Canan, can vermeye değerdi.
Gittikçe artarak ve hızlanarak, derinleşerek ve kabararak, yücelerek ve genişleyerek, birkaç yüzyıl içinde Müslümanlık, milletimizin tamamını sardı. Öyle ki Türk, dost gözünde de, düşman gözünde de İslâm'dan ayrı düşünülmez oldu. Allah; milletimizin bu aşkla bağlanışını, 6 yüzyıl sonra, bir Hak aşığı şair ihsan ederek mükâfatlandırdı. Ondan 6 yüzyıl sonra da, talih ikinci defa yâr oldu, aynı imanın bir büyük şairini daha nasibetti: Necip Fazıl..."İhsan" diyoruz; zira "... Şiir, Fikri, içtimaî, siyasî, tarihî, hissî, bediî, bütün dâvâları, dertleri, hasretleri, hamleleri, ihtinakları, ihtirasları ve ıstıraplarıyle cemiyet ruhunun, tek fert üzerinde bilvasıta en derin kaynaşma ve girdaplaşma zemini"dir (Çile). Birinci 6 yüzyıldan sonra bu işi, Yunus'un yapmasını, ikinci 6 yüzyıldan sonra Necip Fazıl'ın yapmasını nasip etti Allah... Birincisi ilk tıkanıklığı aşmamızı sağladı; ikincisi, ikinci tıkanıklıktan kurtulmamızı sağlayacak inşallah...
İkisinin dışında büyük şairler yok değil taiî ki... Ama onlar, en fazla millî hüviyetimizin bir veya birkaç yönünü ifade ettiler, milletimizin bir kısmını etkileyebildiler... Bir kısmının tesiri aydından halka doğru azalırken (Fuzuli, Bâki, Şeyh Galip...); bir kısmının tesiri halktan aydına doğru azalır (Karacaoğlan, Köroğlu, Dadaloğlu...) Bazıları inanç, fikir, zevk, meşrep, anlayış, duyuş, düşünüş ve fikir nüanslarını dile getirdi ve o nüansların mensuplarını ve sempatizanlarını etkiledi (Mevlâna, Şeyh Galip, Pir Sultan Abdal, Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Nazım Hikmet); bazıları kapasite ve karakterlerine göre belli ve sınırlı hassasiyetlerimizi, mizaç ahlâk ve tavırlarımızı ifade etti (Mevlâna, Süleyman Çelebi, Köroğlu, Karacaoğlan, Nedim, Nef-i, Nâbi); etkileri de ona göre oldu. Çoğu, zamanlarının (veya bir sürenin) figürü, motifi, deseni olarak kültür halımızda yerini aldı. Herkes kendi çapında "Âvâzeyi âleme Dâvut gibi saldı." Yarının araştırmacıları halının temel çizgilerinin asıl ikisine ait olduğunu söyleyecektir... Farkın daha iyi görülmesi için şöyle diyelim... Diğerlerinin eksikleri bir şekilde telâfi edilebilir ama ekmek ve suyun yerini hiçbir şey tutamaz. Büyük şairlerinin değerini ifade için "Hindistan'dan vazgeçeriz (Şekspir)'den vazgeçmeyiz" der İngilizler... Acaba biz, Yunus ve Necip Fazıl için ne demeliyiz? 7 yüzyıl sonra bugün Yunus'un değerini kabul etmeyecek bir fert var mıdır?.. Aynı hassasiyeti, Necip Fazıl için taşımayanlar, Yunus'un gününde hakkıyla takdir edilip edilmediğini düşünmelidirler. Bu gün biz, zamanında yaşayanlara nazaran, Yunus'u anlamak hususunda bir imkâna sahibiz. Biz, Yunus'un yüzyıllar süren tesirini görebiliyoruz. Şimdi onun aşkla bağlandığı iman manzumesini ve ifade ettiği mânâyı sevmeyenler bile, tesirini inkâra mecal bulamayacaktır. Çok değil çeyrek yüzyıl içinde, Necip Fazıl'ın da değeri anlaşılacak. Limonun suyunu bir şırınga ile çeksek, kalan posa ne ifade eder. Yunus'a ait unsurların kültürümüzden, sanatımızdan, edebiyatımızdan, kısaca hayatımızdan, bir an için (Allah muhafaza) çekildiğini düşünün... Geriye ne kalacak? Mesele, bir miktar eserin ve bir şairin kaybı değil... Asıl kayıp yanında, zengin Türk edebiyatında bir divanın yokluğu devede kulak bile değil... Başka eserlerdeki, hayatımıza bir koku gibi sinen Yunus'un tesiri... Milletimize kazandırdığı aşk çekilmiş olacak asıl... Zira Yunus gibi şairler, "cemiyet ruhunun, tek fert üzerinde bilvasıta en derin kaynaşma ve girdaplaşma zemini"dir. Cemiyet denen ekmeğin mayası... Bu zemin ve maya kaybolacak. Şu mısraları bilmeyecek Türk var mıdır?
"İki cihan bedbahtı, kim gönül yıkar ise..." "Bir kez gönül yıktın ise, kıldığın namaz değil".
Otursa herkes, en az bir sayfalık şiir yazar ezbere Yunus'tan... Türkçe öğrenenlerin ilk mısraları Yunus'tan değimlidir: "Sevelim, sevilelim; dünya kimseye kalmaz!"
Tesellim ondan: "Ölümden ne korkarsın, Korkma ebedî varsın!" Nasihatimiz ondan: "Mal da yalan, mülk de yalan; Var biraz da, sen oyalan" Var mıdır, ilâhilerini bilmeyenimiz, söylemeyenimiz... Yunus, milletine nasıl bir has ekmek pişirdiğinin farkındadır ve tesirinden emindir: "Biz sevdik âşık olduk; sevildik mâşuk olduk; Her gün yeni doğarız, bizden kim usanası!.."
Bakın; neymiş, ne olmuş: "Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk, Kanatlandık kuş olduk; uçtuk elhamdülillah!.." Nereye uçtu?.. Yaşadığı zamandan bugünlere; ve yarınlara... Mânevî yükselişi ayrı... "Dirfilli pınar" iken, yani ufak, dağınık, bölük pörçük pınar iken, deniz olmuş:
"Dirfilli pınar idik, irkildik ırmak olduk, Aktık denize dolduk, taştık elhamdülillah." "Mâverâ humması"nı çekti ve cemiyete lâzım olanı verdi. Sancı çekmek ve ne yaptığını bilmek, büyüklerin vasfı olmalı. Üstad da;
"Rahminde cemiyetin, ben doğum sancısıyım! Mukaddes emanetin, dönmez davacısıyım." Ve... "Doğsun BÜYÜKDOĞU, benden doğarak!"
Demiyor mu?.. Kendi ifadesiyle; "...şairde, ister memuriyetinden haberi olsun, ister olmasın cemiyetinin gelecek günlere doğru felâket ve saadetlerini besteleyen ve daima gaibi istintak eden üstün bir (medyum) seciyesi beliriyor; ve şair, Allah'ın kendisine bahşettiği nurla, cemiyetin gerilere ve ilerilere doğru mânâsını temsil edebildiği nisbette mertebeleniyor."...Cemiyetin ıstırabı şairin sırtında:
"Ne yaptınız, ne yaptılar, Mukaddes Emaneti?" Cemiyeti ikaz onun işi: "Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!.." Şair, cemiyetinin ıstırabını duyar, çözümleri gösterir... Bir gün onun için de "kültürümüzden, hayatımızdan, sanatımızdan, edebiyatımızdan, kısaca hayatımızdan, bir an için (Allah muhafaza)çekildiğini düşünün... Geriye ne kalacak?"denecektir. Düğünümüzde, ölümüzde, kavgamızda, barışımızda; kısacak hayatımızın içinde bizimle yaşayan Yunus, "beyni zonk zonk sızlayanlardan biri" olmak sıfatı ile bunun örneği ve ispatı. Fazladan olarak Necip Fazıl'ın fikirleri, uygulanacak da... Fikir çilesini ifade de, yine kendisine düşüyor:
"Halim, açık denizde düdük çalan bir gemi; Kim duyar, ötelerden haber veren bestemi..." Bir gün, bu millet, bu besteyi icra edecek... Temizin daha iyi anlaşılması için, bir de Yunus'un –muhal farz- hiç yaşamadığını düşünelim... Eğer Allah Yunus'u nasip etmeseydi bu millete, Türkçe diye bir dil kalmazdı... En azından edebî dil olmazdı... Sıradan bir konuşma dili en fazla... Bugün Kürtçe yayın yapılmasına engel diye düşünülen kanunun kaldırılıp kaldırılması suyu, havanlarda dövülüyor. Eğer o dilin bir Yunus'u olsaydı, yani "mâverâ hummasını" yaşayan bir şairi olsaydı, insanın ufku açılır, dilinin yolu; "Açıl susam açıl", açılırdı... Kimse engel olamazdı. Balkanlar'daki, Kafkaslardaki Müslüman kavimler için de aynı... Şairleri olsaydı, mücadelelerini kazanırlardı. Nitekim Türkçe, sınırların dışında da yaşıyor; milletin tesiri de sınırlarının dışında. Yunus tek cümleyle hattâ tek kelimeyle Türkçe'nin güzelliğinden ve üstünlüğünden söz etmediği halde, eserleri ile dilimizin yok olmasını önlemiş, onu işlek dil seviyesine yükseltmiştir. Zemin hazırladığı sayısız kalemle beraber Türkçe'nin dünyaya yayılan sultanlığını kurmuştur.
Türkçe; tek heceli, sert ve az sesli, mücerret kavramı yok denecek kadar az kelimelerden örülü... Kelimelerinde uzunluk kısalık yok. Vurgu zayıf. İslâm'dan önce, kelimelerin aralarındaki ilgiyi sağlayan edat yok. Kısa emir kumanda çerçevesinde bir dil...
Bu dili konuşanlar, dünya kurulalı beri milletçe tercihin en yüce (belki de tek) örneğini verip topluca Müslüman oldular ve birden bire, hemen hemen tamamı yeni mücerretlerle ve bundan sonra farklı bir gözle görülmesi gereken müşahhaslarla karşılaştılar. Dillerinde bulunmayan bu kavramları, nasıl ifade edeceklerini bilemediler. O şaşkınlık ve telâşla eksiklerine rağmen türemeye müsait, sağlam yapılı, hareket ve aksiyon ifadesi yönünden zengin dilimizi, olabildiğince gelişmeye zorlamak, dinamiklerini harekete geçirmek ve alınması zarurî kelimeleri dilimizin zevkine ve kanunlarına uymaya mecbur etmek gerekirken büyük bir hata yaptık. Hiç düşünce ve tasa çekmeden, karşılığı bizde var mı yok mu demeden zarurî olsun olmasın Arapça ve Farsça kelimeleri, hiçbir kayda tabi tutmadan aldık. Halkın bunları dil zevkine uydurma gayreti, aydının orijinali koruma hamaratlığı karşısında yetersiz kaldı. Türkçe yok olup gideyazdı. Selçuklu sarayında Farsça konuşulduğunu, Karamanoğlu Mehmet Bey'in Türkçe'yi resmi dil yapma mecburiyetinde kaldığını, "Arapça ilim dili, Farsça şiir dili Türkçe halk dili (konuşma dili)" kanaatının yerleşmiş olduğunu ve bu anlayışla ilmî eserlerin Arapça, edebî eserlerin Farsça yazılmasının tabiî, hattâ zarurî görüldüğünü bir arada düşünürsek durum, laboratuar katiyetiyle anlaşılır. Hale bakın, Arapça dilbilgisi okutulduğu halde, Türkçe, kimsenin aklına gelmiyor. O gün farkına varılmayan buhranın ve tehlikenin vahametini düşünün; Karamanoğlu Mehmet Bey, "Bundan böyle sarayda, çarşıda, pazarda Türkçe konuşulmasını" ferman ediyor. Demek, Türk nüfusu az olsa, Müslüman olduğumuz ilk yıllarda Türkçe, eriyip gidecekti. Yunus, yapılması gerekeni his plânında idrak eden millî potansiyeli hareketi geçirdi. Onlara örnek ve kılavuz oldu. Şiir yazılamaz denilen dili, şiir dili yaptı. Bugüne bakarsak daha iyi anlaşılacak... Bugün de kendi okulumuzda, kendi çocuğumuza, parasını devletimizin ödediği, içimizden çıkardığımız öğretmenlerle "yabancı dille eğitim" yaptırmıyor muyuz? Özel dershanelere dünyanın parasını ödemiyor muyuz? Bu, Türkçe'nin ilim dili olmadığını "resmen" kabullenmek değil mi? Hikmete bakın... Şairinin kıymetini, kendisini besleyen Hindistan'a tercih edecek kadar bilen milletin dili; daha üstün şair7leri olduğu halde, onların kıymetini bilmeyenlerinkini, ahmakça bir hayranlık yüzünden, esir alabiliyor. Dünkü hata sadece kelime ve bazı kaideleri almaktı; bugünse akıllara zarar... Başka kan grubunu damarlarımıza zerk etmek gafleti ("ve hattâ hıyaneti")... Neyse ki 6 yüzyıl sonra, fark edilmeyen hatayı telâfi eden bir Yunus geldiği gibi, bugün "Öz yurdunda garip, öz vatanında parya" muamelesi yapılan dille, bunca hataya rağmen sağlam yapısı ve bağlı olduğu iman sayesinde yıkılmayan dille, ölümsüz eserler veren bir şair daha nasibetti Allah... Hem bu sefer, şiirle de sınırlı değil... Fikirle perçinli... Söz ve kalemle yetinmedi Üstad, meydan yerinde fikrinin aksiyonunu da ortaya koydu ve uzun vadeli eserler verdi... Müslüman olduğumuz gün bir mütefekkir lâzımdı... Balonu patlatmaya ramak kalana kadar şişirir gibi, Türkçe'yi, imkânlarını zorlayarak geliştirecek bir mütefekkir şair lâzımdı... Neyse ki, 6 yüzyıl sonra, Allah dilimizin yok olmasına razı olmadı; bir şairimizin,
"Talihli yâr olanın, yâr sarar yâresini!.." Dediği gibi, 6 yüzyıllık pişme döneminden sonra, yaramızı saracak yâri, -o gün yapılamayanı yapacak- millî birliğe en çok ihtiyacımız olduğu buhranlı bir zamanda lütfetti... "Cemiyet, iç ve gizli hayatiyle uyur; ve rüyasını şair görür ve sayıklamalarını şair zapteder" (Çile). Hafakanlarını çeker, düğümlerin çözer. Bize, -sevildiğimizi bilelim- iki defa lütfetti Allah... İki kaybolmakta olan dili kurtardı; ikincisi kaybolmakta olan kimliğimizi... "Bizim Yunus",bu dille yüzyıllardır yaşayan ve yaşayacak olan, dolayısıyla dilini ve milletini de yaşatacak olan eserler verdi. Bu dille, şiir yazılacağını gösterdi, Dili işlek hale getirdi, seviyesini yükseltti; dilimiz şiir dili oldu, şiir gibi oldu. Dışarıdan alınan kelimeleri hançerimize ve zevkimize uygun kullanışın yolunu açtı. Millete güven kazandırdı... Kendisinden 6 yüzyıl sonra gelecek olanın; "Sen bir şairsin, ne diye günlük siyasetle ilgileniyorsun, otur şiirini yaz"!.." diye cevap verdiği gibi, Yunus da şiirinin anlaşılacağı iklimi, eserleri ile kurdu. O olmasaydı, Belki Osmanlı devleti, -mayasını teşkil edecek millet bütünlüğü olamayacağı için- kurulamayacaktı; kurulsa bile sarayında Türkçe konuşulmayacaktı. Bu da bir şairi (daha doğrusu iki şairi) vazgeçilmez yapmayacaksa, başka hiçbir şey yapamaz. Şüphesiz, "Derviş Yunus" kerâmet ehlidir. Elle tutulur gözle görülür ucuz kerametler peşinde koşanlar bunu anlayamayacakları için, onları kendi hallerine bırakın... Millet, "Ümmetim kötüde ittifak etmez" mucizesine bir misal teşkil ederek, bunu anladı ve şeyhinin ağzından dökülen iltifatı benimsedi, "Bizim Yunus" diyerek bağrına bastı onu, Vefatından sonra ham softa ve kaba yobaz Molla Kasım, elini geçirdiği Yunus'un divanının sayfalarını, okumadan yırtıp attı... Kim bilir kaçıncı şiirden sonra birini okumayı akıl etti: Yunus, bu sözü, eğri büğrü söyleme; Seni sigaya çeker bir Molla Kasım gelir!..
Şükür ki, yüreğine hakikat ateşi düştü de, kalanları gün ışığına çıktı. Şükür ki, "Allah'ın sır hazinesi Arş'ın altındadır ve anahtarları şairlere verilmiştir." Hadisinin hikmeti, İslâm'la etle tırnak gibi kaynaşan milletimiz üzerinde tecelli etti. Şair, milletinin rüyasını gören, yorumlayan ve onu hayata geçirme tılsımını milletine telkin eden, kanına zerkeden kılavuzdur. "Eğri büğrü" değil, hak yolunda "cetvel tahtası gibi dümdüz" sözlerin kerameti... Şükür ki, Allah bize iki defa lütfetti... Kıymetlerini bilelim!..
|