Anadolu deyince... Ali Erdal Sayı:
106 -
Otobüsten inen yolcu, uzakta yeşillikler arasında pek şirin görünen köye baktı:
“Marsilya kiremitle” örtülü, beyaz sıvalı cami ve şehadet parmağı gibi gökleri işaret eden incecik minare… Ve çevresinde evler… Dünya üzerinde güneş sistemi… Sanki sihirli bir el, rüya âlemlerinden getirmiş bu sistemi… Minarenin ucundan tutup, dünyamıza konduruvermiş… Ucundaki (alem) de o âlemden nişane…
Yolcu çantalarını alıp köyün yolunu tuttu. Düşünüyor:
Sözde Anadolucular, “Ne güzel bulursun, gezsen Anadolu’yu” demişler… Demişler ama ne gezmişler, ne bu güzelliğin kaynağını araştırmışlar… Ne de bu güzelliğin kaybolmakta olduğunu görmüşler… Zaten de “gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür” diyerek, Anadolu’dan uzak olduklarını itiraf etmişler. “Ne hoş toprakları var, buzdan kaynakları var” diyenler, kel tepeleri ve boş tarlaları görememişler. Anadolu’nun kabuğuna bile yabancı bu uzaktan kumandalı övgücüler, bırakın görünmeyeni, görünen köyü kılavuzla bile tanımaktan aciz insancıklar…
Yolcu, bir üniversitede asistandır. “Anadoluculuk” adındaki tezini yazabilmek için köyüne, yani Anadolu’ya gitmektedir.
Düşüncelerinin sırtında bir saatlik yolu, nasıl katettiğini anlayamadı. Mezarlığa varmıştı bile. Dikilip Fatiha okudu. Yaşlı ağaçlarla baş başa tefekküre dalan taşların arasına karadiken gibi giren kibirli beton yığınlarının arttığını görünce mırıldandı:
–Her kıymet, suya düşmüş kerpiç gibi eriyor…
Uzaktan pek şirin görünen, yaklaşınca yavaş yavaş gerçekleri belirmeye başlayan köyüne baktı:
En az elli yıldır tamir görmemiş, toprakla bile sıvanmamış, âdetâ anlaşılmaz bir kahırla ihmal edilmiş, ayakta kalmaları dünyanın sekizinci harikası sayılabilecek yamru yumru evler… Eski intizamını hatırlatmaktan aciz kaldırımlar…
Sıska hayvanlarını suya götüren çıplak ayaklı cılız çocuklar, iri gözlerini kısmış, asırlık bir şüpheyle bu “yabancı”ya bakıyorlar.
Hamamın devrik koca kapısına birkaç çocuk, taşlarla çiviler çakıyor. Şehit akıncının kalkanı gibi yerde yatan demir külhan kapağına birkaçı tebeşire benzer taşlarla bir şeyler çiziyor.
Onu gören her çocuk, oyunu bırakıyor ve silâh menzili dışından kısık gözlerle bakıyor. Asistan bu tavrın çocuğudur, bunun ne demek olduğunu bilir.
Bu milletin nelere, niçin küstüğünü anlamayanlar, Anadolu’yu soğuk, pis, yamyamlardan bile geri insan – hattâ hayvan diyeni de var – deposu görmüşler ve tiksinmişler. Anadolu da geri kalmışlığının suçlusu bu çeyrek aydınlara “Yaban” demiş ve daha fazla tiksinmiş onlardan.
Küçükler bilmez ama, büyükler onu iyi tanır. Büyükler, hararetle hoş geldin dedi ve samimiyetle kucakladı. Bu alâka çocukların yüzünü aydınlattı, soluk dudaklarında güller açtı, gözleri mücevherler gibi parladı. Yavaş yavaş toplandılar. Büyüklerin de teşvikiyle, sıraya girip, hoş geldin dediler, elini öptüler. Bir uyanık, kimlerden olduğunu öğrendi ve müjdeye koştu; hatırı sayılır bir para ile döndü. Asistanı muhabbetle kucaklayanlar, görüşme temennisiyle onu evine yolladılar.
Çeşmeye doğru hızla yürüdü. Kadınlar, uzak yıldızlar kadar esrarlı bakıyor.
Kabartma (Sahibülhayrat) yazısı bulunan, her tarafı yontma taş olan çeşme, rütbeleri haksız yere sökülmüş bir paşa vakarı içinde… Ustaca yontulmuş taşların çatlakları, çimento ile acemice kapatılmış. Kalın bir çift borunun birinden incecik su akıyor. Biri küçük, diğeri büyük iki olukta pek az su…
Çeşmenin karşısında, sıvaları dökük, şahnişinleri bozuk, saçakları çökük bir ev… Çileli başının, her gelişinde biraz daha eğildiğini gördüğü bu ev, doğup büyüdüğü konaktır.
Dişlek masal cadısına dönmüş büyük avlu kapısı, pek sevdiği iri pirinç tokmağına vuramadan gürültüyle açıldı. Dünyanın en samimi karşılama ekibi göründü. Babası dâhil hepsi kapıda… Yeğenleri kuş gibi çırpınıyor:
–Amca!..
Boynuna atıldılar. Çantalarını bırakıp, yeğenlerini kucağına aldı. Annesine bakıp gülümsedikten sonra, ustalıkla döşenmiş kırmızı-beyaz taşların arasındaki oyuklara basmamaya dikkat ederek babasına yürüdü.
Her gelişinde bu avlu, köyün ta alt başındaki dayılarının avlusunu hatırlatır. Birisi öbürünün kopyasıdır. Buna ilk dikkat ettiği gün, hayret etmiştir. Bu o zaman idrak edebildiği en geniş mesafedir. Biraz büyüyünce bu benzerliğin eve ait tüm unsurları kapsadığını fark edecek ve hayreti artacaktır. Bu halin üç kıtaya şamil bir coğrafyada olduğunu seneler sonra öğrenecek ve hayretine hayranlık eklenecektir.
Hararetle öpüşmelerden sonra, babası onu ısrarla önden yürümesi için iki eliyle omuzlarından tutup merdivenlere sürdü.
Sert ağaçtan yapılmış üç parmak kalınlığındaki merdivenler, evin yaşının en az bir asır olduğunun belgelerinden biri. Basamaklar sevinç çığlıkları atıyor:
–Hoş geldin!.. Hoş geldin!..
Bu konak, bir zamanlar köyün hükûmet merkezi, hastanesi, karargâhı, fikir ve sohbet ocağı, mahkemesi; kısaca her şeyi idi. Şimdi imkânları sökülüp alındıysa, konağın suçu ne? Kahrolsun ağalar, diye haykırmak neyi halleder? Peki kahrolsun da, yerini ne dolduracak? Yeri boş işte…
Dışı döküktür ama evin, içi bakımlı. Bu da Anadolu’nun anlaşılamayan tezatlarının birisi. Beyaz sıvalı, temiz çamaşır kokan, tavanı nakışlı, ceviz dolaplı ve sandıklı, işlemeli duvar yastıklı ve minderli odada çalışıyor. Her yerde temizliğin şanlı imzası var. Eserinin ortalarında:
Anadolu’nun kıymetini, ruhunu bilmeyenler anlamaz; anlayamaz. Anadolucu geçinen budalalar, gerili çamaşır iplerini esrarlı dekor, akan çatı sebebiyle konan kapları büyücü çanağı sanan sır budalası Avrupalı’dan bile uzaktır ona…
Geç vakitlere kadar çalışıyor… Yarısından sonra uyuduğu bir gece, bir rüya gördü. Kendisine denildi ki:
–Anadolu’yu anlamayanları bir marifetmiş gibi tesbit ediyorsun… Anadolu nedir, onu biliyor musun? O bir mekân ismi değil; bir ruhtur… O ruhun zarfı Anadolu…
Son cümleler, bir tokat gibi şakladı:
–Yorganı fırlat ve etrafına bak!.. Bir yabancı olma öz yurduna!.. Bak bakalım, Anadolu kendisini nasıl tanıtıyor…
Şaklayan tokadın tesiriyle uyandı. Pencereye koştu. Açılmasını bekliyormuş gibi, mekân isimleri zihnine doluverdi… Asırlardır söylenen isimler: Türbe, Akıncı, Erenler, İztaşı (Peygamber atının ayakizi bulunan taş), Yazılıkaya (Hilkatten Peygamberin adı yazılı), Dedeler…
Manevî bir yumakla sarılmıştı. Sabah aydınlığındaki tabiat, maddeleşmiş bir fikir oldu ve bir gelin gibi kendini arzetti. Sabah ezanının hırıltılı hoparlörden ve sır idrakinden yoksun okunuşu bile kaleminin yolunu tıkayamazdı artık. Onun hakikatini bildikten sonra…
Eserinin arka kapağına şunları yazdı:
“Anadolu, miligramında bilmem ne kadar enerji bulunan manevî bir (uranyum)dur. Tükendi, mecali kalmadı sanılan bu (uranyum), bir gün çatlayacak ve dostlarını ihya, düşmanlarını tahrip edecektir. Buna inanıyorum!”
Ayrılırken, merdivenler ümitle hıçkırıyor:
–Buna inanıyorum!.. Buna inanıyorum!
Köyden çıktı. Düşünceler içinde vadide yürürken, tepeden gelen bir nâra ile daldığı âlemden sıyrıldı. Bir kayanın tepesinde köyün meczubu dikiliyor… Gür sesi ile haykırdı:
–Korktun mu bizim oğlan?
–Evet…
–Allah’tan kork!
Ne diyeceğini şaşırdı. Çığlığa benzeyen kahkahaları ortalığı çınlattı. Avrupa’nın delileri, şatoları gözünün önünden geçti… Vampir filimlerini düşündü… Anadolu’nun akıllısı bir yana delisi bile bir harika, diye düşündü. “Harika”nın sesi yine çınladı:
–Kitabına beni de yaz!.. Rüyanı yazdın mı?
–Hayır!..
–Yaz yaz!.. Asıl onu yaz!..
|