Çay Fatma Pekşen Sayı:
107 -
-Çaayyy… çayyy… çayyy…
Lıngır lıngır lıngır, hantal bir arabanın tekerlek sesleri.
-Çaayyy…
Günün bilmem kaçıncı nidasıydı bu. Yorgun bakışlı asistanlar, doktorlar, hemşireler, beyaz giymişlerin cümlesi; aşina olmalıydılar bu sese. Tınan yok. Kadınlar tuvaletinden gelen telâşlı sesler, erkekler tuvaletinden odalara kadar ulaşan sigara kokusu kadar tabiî olmalı.
-Çaaayyy…
Fasılasız, her odanın önünde tekrarlanan bir seda. Ne bir desibel eksik, ne bir desibel fazla. Aynı tını ve aynı hareketlerle bezenen iş.
İtilerek ilerletilen araba bir odanın daha kapısında duruyor. Arabanın iticisi aynı tonda, önce yüksek perdeden, sonra gittikçe azalan bir tınıyla, bir kez daha sesleniyor içeriye doğru:
-Çaaayyy…
Erkekler koğuşunun pencere önünde yatan kır saçlısı, bezgin bezgin bakıyor kapı önünde dinelene. “Vaktinde içtik de ne oldu? Tütüne katık etmekten başka neye yaradı ki?” diyor hırıltılı bir öksürüğü odanın tavanına doğru yollarken. “Katran karasına dönerdi bardakların rengi”
Dizine çıkmış pijamasıyla, lavabo dibinde bulduğu bir boşlukta yatsı namazını kılan gençten birisi seğirtiyor bir sonraki kapıya varan arabanın ardı sıra.
Bilirdi bunca zamanın çaycısı. Bilirdi kimin ne istediğini. Genççe, zibidi kılıklı oğlanlar, ağzı sakızlı kızlar, boyunlarına taktıkları “refakatçi” kartıyla kimliklerini dökerlerdi ortaya. Onlarınki, kabarcıkları burunlarına doğru çıkan asitlilerden olurdu ekseriye. Bazen, binde bir çay isterlerdi. Toyluklarını, delişmenliklerini o kabarcıklar gibi havaya savururlardı sanki.
Gene de âdet yerini bulsun diye sordu çaycı:
-Çay mı?
Karşıdaki ses çıkarmadan başını salladı. “Tek şekerli” dedi belli belirsiz bir tonda.
Bardak dolana kadar, eğilip, kıl bürümüş bacaklarına kısa gelen pijamasını aşağıya doğru çekti paçalarından. Kızdı içinden karısına. Alıp da eve geldiği gün bir dolu gülmüştü Kadriye. “Vallah, aynı televizyonda bale yapan heriflere dönmüşsün Yakup. Bir boy büyüğünü alsaydın ya!”
-Bir boy büyüğü, dedi mırıltıyla pijamalı olan.
-Bardaklarımız standart, dedi somurtkan çehreli çaycı plastik karıştırıcıyı plastik bardağın içine koyarken.
Beriki, “Yok; bardağa demedim” diyemedi. Koyun munisliğiyle yollandı iki adım ötedeki odasına doğru.
Akşam öğününden kalan yoğurdu yemek için ayırdığı ekmeğin iki lokmalık kısmını, odanın tek tarafını kaplayan koca camı açıp karşı tarafa doğru savurdu bir kadın. Gece ışıklarının iplik iplik huzmelendiği sac çatıda iki ayrı yere düştü beyaz parçacıklar. Sabah erkenden kalkıp bakacaktı yerinde durup durmadığına. Hızlı davranıp kapan kuşlar olmazsa tabii. Pencereyi kapatırken kulağına ilişti koridordan gelen nida:
-Çaaayyy… Aynı tınıda. Dünkü gibi. Evvelki günkü gibi. Ondan da önceki günkü gibi. Beşinci gecedir biteviye tekrarlanıyordu bu seremoni.
Kütür kütür kütür… Temizlikçinin motorlu cihazı.
Şıpır şıpır şıpır… Lastik terlikli, çiçeği burnunda internler.
Tıkır tıkır tıkır… İnce bedenli hemşireler.
Hışır hışır hışır… Elleri rengârenk poşetli ziyaretçiler.
Şıkır şıkır şıkır… Gençlikleri etekleriyle havalanan genççe, süslü, refakatçi kızlar.
Ih ıh ıh… Yaşlıca, lif, patik, yemeni satan bir teyze. Yetimleri varmış üç tane.
Enjektör, nabız, tansiyon, derece…
Öksürük, hıçkırık, inilti, horlama, gıcırtı…
Ve geceye karışan günün bilmem kaçıncı sesi:
-Çaaayyy…
|