Muhteşem kadro Ali Erdal Sayı:
108 -
“Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)
Her şey güzel başladı
Yepyeni bir başlangıç ve her şey çok güzel... Bir bahar günü…
“Yüce Lider” ve etrafında kadrosu… Yüzler gülüyor, gözler parlıyor… Kenetlenmiş eller havada… Halk alkışlıyor… “Yüce lider” emrinde, millet ve memleket için çalışan “gönüllü neferler”... “Pazara kadar değil, mezara kadar”…
Demek ufukları mezara kadar. Ölünce her şey bitiyor mu?
Bir süre sonra menfaatler çatışmaya başlayınca imalı tenkit ve sitemler başladı ufak ufak… Ardından “liderimizin maşallahı var ama çevresi onu yanıltıyor” mırıltıları yükseldi… Benim gibi biri varken… Sonra ikinci adam adayları etrafında öbekleşmeler başladı. Lider sayesinde mevkilere konan ve cepleri dolanlarla, isyana hazırlananlardan menfaat umanların, yani menfaat için kraldan fazla kralcı olanların dalaşmaları, gizli çekişmeyi faş etti. Umduklarını bulamayanlar, tarafları kışkırttı. İsyanın başarılı olacağı anlaşılınca, âsilerde öne geçme yarışı başladı. “Yeni oluşumun lideri benim!”. Kendisine karşı kurulan ittifaklar ve sertleşmeye başlayan söylemler, “karizmatik lideri” harekete geçirdi. “Bu çöplüğün horozu benim”... Karşılıklı atışmalar… At izi, it izine karıştı. Karşılıklı, “açtırmasın benim bayramlık ağzımı” tehditleri… Ben onun cemaziyülevvelini bilirim… Sırça köşk-te oturanlar, başkasına taş atmasın… Halkın karşısında ağızlar kulaklarda birlik beraberlik fotoğrafları, alttan alta kıran kırana mücadele… Güçlenene kadar böyle…
Kılıçlar çekiliyor…
Ve gün geldi, kılıçlar çekildi… “Pazara kadar değil, mezara kadar” nutukları, mâzide kalmıştır. İnsanoğlu çiğ süt emmiştir… Dâvâya bağlılık yeminleri ve “kuruluş felsefesi” övünmeleri, “kardeşlik ve dâvâ arkadaşlığı” hamâseti, nefsanî çatışmaların altında ezilmiştir. “Dün dündür, bugün bu gün”… “Genç, dinamik, çözüm üretici muhteşem kadro” iddiası, yeni oluşumun sakızıdır şimdi. Birileri artık köşesine çekilmeli ve gençlere imkân tanınmalı… Müjde milletim, “muhteşem kadro” geliyor! “Her şey güzel olacak”… Nur topu gibi bir “yüce liderimiz” daha oldu. “Yüce liderimizin önderliğindeee; millet içiiin, memleket içiiin, kurtuluş içiiin meydanlardayııız… Şimdiii değişim zamanııı… Yeni şeyler söylemek lâzım”…
Millet, bir kere daha aynı filmi seyredecektir… “Sosyal” olanı ve olmayanı ile medya, öncekileri dilinden ve kaleminden atmış, yeni “yüce lideri” ve “muhteşem kadrosunu” göklere çıkarmaktadır. Kral öldü, yaşasın yeni kral!.. Yenilen bir köşeye çekilsin ve hatıralarını (pardon anılarını) yazsın.
Bu arada doğru tenkitler, yerinde tavsiyeler, haklı kınamalar; halkın hayıflanmaları ve umutları da, gök gürültüsü karşısında sivrisinek vızıltısı gibi kalmıştır. “Çok gördük, böyle muhteşem kadroları” istihzası da…
Vuslat, başka bahara...
Her sahada…
Sadece siyasette değil… Her alanda… Daha mevzu açılır açılmaz, birinci adamla, ikinci adam(lar) arasındaki mücadeleye hemen herkes her alanda pek çok örnek sayabilir. Herkes yakın ve uzak geçmişten örnekler sıralayabilir. Yarın için dedikodular, hattâ pazarlıklar yapılır. Geçmişteki benzer hesaplaşmalara bakıp, yarın kimlerin başa geçeceği, “hangi ekibin” güç kazanacağı ve yurt dışından kimlerle irtibatlı olduğu ve olacağı hususunda herkes ahkâm keser, iddialara tutuşulur; fanatikler ve kraldan fazla kralcılar birbirine girer. En küçük topluluktan devlete kadar, sürüyle örnek… “Parti içi demokrasi” kılıfı ve nutuklarıyla gizlenmek (veya herkes tarafından gizlendiği sanılmak) istenen koltuk kavgaları, çıkar çatışmaları, haberlerin en büyük malzemesi… Filmlerin, dizilerin konusu; bürokrasi, şirket, dernek, vakıf, parti vesairelerdeki bu tür hesaplaşmalar, yükselme mücadeleleri…
Hırs… Dünya hırsı… Kavgalı seçimler, sandalyelerin uçuştuğu kongreler, kurşunların ve paraların saçıldığı düğünler, önce el altından sızdırılan sonra aleniyete dökülen kasetler, havanda su dövülen toplantılar…
Coşkulu başlayan düğün, karakolda bitmiştir.
“Dünya bir handır, konan göçer” demiş ya Âşık Veysel, bilememiş; dünya bir arenadır; yenen başa geçer, yenilen meydanı terkeder…
Kazananlar bir günlük sinek…
Olur böyle vakalar…
Küçük – büyük her tür teşkilâtta birinci ve ikinci adamlar kavgası… Kuruluştan bir süre sonra, –alışıldı artık– beklenir… Fırtınadan önceki sessizlik... Memleket arena, gladyatörler meydanda, başparmaklar yeri gösteriyor.
Bütün engellemelere rağmen, ikinciliğe yükselenler; Firavun’un, tahtını elinden alma ihtimali olduğu için oğlan çocuklarını katlettirmesi gibi, teknik nakavtla harcanır. Bir kaçına “ağırlaştırılmış müebbet” (idam cezası yok ya) verilir... Bir kısmı “gerçeği görür” ve dün söylediklerini unutup (iki taraf da unutmuş görünüp) uyum sağlar. Bir kısmı “yeni oluşuma” katılır.
Kurumlar, kuruluşlar, müesseseler, iş yerleri kaynıyor… Zafer sarhoşları bilmiyor ama yarın da birileri onlara âsi olacak. Bugün bana, yarın sana!.. Bir fasit daire…
Milletin zamanı, enerjisi, parası zararlı didişmelerle heder ediliyor. Heyecanlı maçları seyretme şehveti, tehlikeyi fark ettirmiyor cemiyete… Millete eğlence lâzım…
Bir Allah’ın kulu çıkıp da, bu hal izmihlâl işareti, sebebi şudur, çözümü de budur, diyemez. Diyen olsa da, ne duyan olur, ne dinleyen…
Bir belgesel seyrediyoruz…
İnsan denen mahlûkun hayatından bir kesit sunduğumu sanıyorsunuz değil mi? Hayır, yılanlar, deri değiştiriyor. Hayvanlar âlemine ait bir belgesel seyrettiniz. Sürünün lideri olma, avdan daha çok pay alma hırsı… İhtiyar kurt, bir köşeye çekilip, ölmeli…
İnsan hayatından bir kesit olsaydı, bir fikir ve iman etrafında, hayatı, mezardan sonrasını da hesaba katarak yaşayan, kıyamete kadar insanlığın örnek alacağı ideal fert ve cemiyet konuşulurdu.
Şimdi onu konuşalım…
MUHTEŞEM KADRO
●Peygamber Efendimiz, Medine çarşısında bir at satın aldı. Satıcıdan izin alarak para getirmek için evine gitti. Satıcı bu arada daha fazla bedel veren bulunca, pazarlığı inkâr etti. Alışveriş sırasında yanlarında kimse olmadığı için Efendimiz de şahit gösteremedi. O sırada oradan geçmekte olan Sabit b. Huzeyme, satıcıya “Yalan söylüyorsun, atı sattın” dedi ve Peygamber lehine şahitlik etti. Satıcı da kabul etmek zorunda kaldı ve atı teslim etti. Efendimiz, o sırada yanımızda kimse yok biliyordum, deyince Huzeyme şu cevabı verdi: “Atın satıldığını ben senden işittim. Öyleyse doğrudur. Sen bize Cebrail’in getirdiği âyetleri tebliğ ediyorsun. Biz görmüyoruz ama sana inanıyoruz. Bu sözüne mi inanmayacağız?” Bunun üzerine Allah’ın Elçisi buyurdular: “Bundan sonra bir dâvâda Huzeyme’nin şahitliği iki kişi yerine geçsin”.
●Hudeybiye biatında, elini ilk uzatan delikanlı sahabeye, neye biat edeceği sorulduğunda, “Bilmiyorum ey Allah’ın Resulü, senin gönlünden geçen neyse ona biat ediyorum!” dedi.
●Miraç haberi, Mekke’de yayılınca müşrikler, henüz duymamış olan Hz. Ebubekir’i buldular ve ona, şu saçmalığa bakar mısın tarzında haberi duyurdular.
–Bunları O mu söyledi?
–Evet O söylüyor…
Hz. Ömer’in ifadesiyle, “Peygamberden sonra ümmetin en hayırlısı” Sıddık, Müslümanlara ölçü olacak cevabı verdi:
–O söylüyorsa doğrudur!
●Halife (Ömer), zaferlerin kişiler sayesinde değil, Allah’ın lütfu ile kazanıldığının anlaşılması için Halid’i azledip yerine Ubeyde’yi komutan tayin etti. “Allah’ın kılıcı”, Halife’nin emri üzerine malının yarısını, hattâ ayakkabısının tekini, komutanına devretti. Komutanlık alâmeti sarığını da komutanına arzetti ve bir nefer olarak onun emrinde savaştı. Ubeyde tarafından emrin kendisine, dere geçilirken at değiştirilmez düsturunca geç tebliğ edildiğini öğrenince yeni komutanına “Allah sana merhamet etsin, neden böyle davrandın?” diye çıkıştı.
●Renginden dolayı, Bilâl’e ileri geri lâf eden bir sahabe, öyle pişman oldu ki; kapısına gitti, başını eşiğine koydu; o hakir gördüğüm renkteki ayağınla yüzüme basmadan affedildiğimi kabul edemeyeceğim ve bu kapıdan, yüzüme basmadıkça çıkamayacaksın, dedi.
●Ebu Düccâne, Allah Resûlü’nden aldığı kılıçla düşman başlarını düşürerek küfür karargâhına yaklaştı. Müslümanlara saldırmayı en çok teşvik eden grubu gördü. Baktı kadınlar… Döndü; düşman başlarını devirmeye başka yönde devam etti.
●Bir grup sahabî, çölde… Biri yakacak bir şeyler toplamak için gruptan biraz uzaklaştı. O sırada karşısına bir aslan çıktı. Feryadı üzerine yetişen arkadaşları aslanı kaçırttılar. Kolundan hafif yaralanmış sahabeye çok mu korktun diye sordular. Cevap: Evet çok korktum. Zira aslanın salyaları koluma değdi, bunların abdesti bozup bozmayacağını öğrenmemiştik. Abdestsiz öleceğim diye çok korktum.
●Bizans imparatoru, o zamana kadar hep zaferler kazanan komutanını, bedevîlere yenildin diye istiskal etti. Komutan:
–Biz bedevîlere yenilmedik. Gecelerini, gündüz savaş yapmamış gibi ibadetle geçiren; gündüzlerini, geceyi ibadetle uykusuz geçirmemiş gibi kahramanca savaşan üstün insanlara yenildik!
●Peygamber’in emri üzerine, malının bir kısmını, hattâ yarısını, hattâ tamamını getiren fedakârlar…
●Savaşa kocası, oğlu ve kardeşi de giden kadın; savaştan dönenlere, alelacele, heyecanla bu yakınlarını değil, Allah Resulü’nün halini soruyor…
●Yakaladıkları genç sahabîye işkence yapıyorlar. Senin yerinde O olsaydı, razı olurdun değil mi, evet de kurtul diyorlar. Hayatının baharındaki sahabî, Peygamberimizin ayağına bir diken batmasındansa, ben hayatımı bin defa vermeye razıyım, diyor… Şehit ediliyor.
●Bir mübarezede, küfür cengâveri tam öldürülmek üzereyken, çaresi kalmayınca, kendisini yere yıkan Hz. Ali’nin yüzüne tükürüyor. İnmek üzere olan kılıç, kalakalıyor. Sebebini soran kâfire büyük sahabî şu cevabı veriyor:
–Seni Allah için öldürecektim. Bana tükürünce, öfkelendim, işe nefsim karıştı. Nefsim için seni öldürürsem, katil olurum.
Bu ahlâk, pehlivanı Müslüman yapıyor ve ona sahabe olmak şerefini kazandırıyor.
●Uhud savaşında… Okçu birliği, stratejik bir tepeye yerleştirildi. Emir gelene kadar, bulunduğunuz bu yeri terk etmeyin diye kesin emir verildi. Kâfirler meydanda bozulup kaçmaya başlayınca, zafer kazanılıyor; şehit ve gazi olmaktan mahrum kalmayalım düşüncesiyle yerlerini terk edip, komutanlarının ikazına rağmen, çoğu savaş meydanına koştu… Boş bırakılan yerden müşriklerin takviye kuvvetleri hücum etti ve savaşın seyri değişti. Okçu birliğinin komutanı Abdullah bin Cübeyr ve kalan 10 okçu, şehit olana kadar savaştılar, fakat takviye kuvvete engel olamadılar. Bu olayı anlatan sahabiler, komutan dışındaki okçuların hiç birinin ismini zikretmemiştir.
●
Sahabî… İnsanlık tarihinin en muhteşem kadrosu... Aşağı yukarı çeyrek yüzyılda yüz binden fazla insan…
●Dünyanın her yanına dağıldılar ve İslâm’ı yaydılar. Yardımlaşma müesseselerinden devlete her hayrın, hakkın ve adaletin mayası oldular. Her maya gibi bütün içinde kayboldular.
●Gittikleri yerin nimetlerine, hazlarına, imkânlarına, güzelliklerine, cazibelerine aldanmadılar. Dünyalık yığmadılar.
●Gittikleri yerde hiç biri saltanat dâvâsı, üstünlük iddiası gütmedi, güdenlerle olmadı. Şöhrete kapılmadılar. Kendilerine anıt mezar yaptırmayı bırakın, mezarları kendilerinden yıllarca sonra keşfedildi. Faaliyetleri, araştırmalar sonucunda hasbelkader ve kısmen öğrenilebiliyor…
●Aralarında bir tane bile dâvâdan dönen olmadı…
●Hiç biri memleket hasretiyle geri dönmedi. Hiç biri yaptığına pişman olmadı.
●Bir tanesi bile yüz kızartıcı, küçük düşürücü, kötülüğe götürücü olaya dâhil olmadı. Fellik fellik İslâm aleyhine delil arayan küfür araştırmacıları, aleyhlerinde bir tek şüphe düşürücü belge bulamadı.
●Dâhil oldukları topluluğun ve onların hayırlı işlerinin mayası oldular. Meselâ Peygamber bayraktarı sahabî, 90 küsur yaşında fetih için İstanbul’a gelmeseydi, mezarı keşfedilmeseydi, fetih gerçekleşebilir miydi? Bütün dünyanın dikkatini çeken bir şehir söz konusu olmasaydı, onu bilebilecek miydik? Peygamber Efendimiz’in “ne güzel” diye övdükleri İstanbul’u fetheden komutan olarak aklımıza, Peygamber Bayraktarı yüce sahabî de gelmelidir.
●
İki cihan saadeti arayan, kendisini ve cemiyetini, şu muhteşem hadisin mihengine vurarak tanımalı ve tartmalı... Buhranlar içinde çırpınan insanlığın kurtuluşu buna bağlı:
“Allah’ın benimle gönderdiği hidayet ve ilim, yeryüzüne yağan bol yağmura benzer. O yağmurun yağdığı yerin bir kısmı, suyu emen bereketli bir topraktır; bolca ot ve çayır bitirir. Bir kısmı da su emmeyen sert bir yerdir; suyu tutar. Allah da o su ile insanları faydalandırır, insanlar ondan içerler, hayvanlarını ve tarlalarını sularlar. Bir de o yağmur, kaya gibi sert bir yere yağar. Orası, ne suyu tutar, ne de ot bitirir. İşte, Allah’ın dinini anlayan ve Allah’ın benim aracılığımla gönderdiği hidayet ve ilimden faydalanan, onları öğrenip başkalarına öğreten kimse ile buna önem vermeyen ve benim getirdiğim hidayeti kabul etmeyen kimsenin durumu böyledir.” (Buhârî)
|