Aşk uğruna Erdem Özçelik Sayı:
108 -
Nasıl tarif edilebilirdi böylesi bir sonsuzluk? Nasıl anlatılabilir, dile getirilebilirdi? Uçsuz bucaksız cıvıl cıvıl ormanların eşsizliği vardır ya hani, içinde kuşların, kelebeklerin uçuştuğu, zıpır tavşanların bir o tarafa, bir bu tarafa koşturarak yemyeşil deryalara uzandığı... Ya da kocaman bir kış bekleyip, baharda filizlenen çiçeklere benzeyen... Taptaze umutları besleyip büyüten, umutsuzluğa bile umut olan... Belki de önü sonu görünmeyen denizlere karşı batan eşsiz bir güneş veya uçuşuna kapılıp gidilen bir kuş gibidir.
Kuşlar dedik ya hani, nazımınki gibi, sevda kuşları gibi... Eşsiz ve aşk kokan... Nazımınkilerden işte ya. Tahir ile Zühre’yi anlatan, “Günler kuş gibi geçse ve sana kavuşsam” diyen Nazımınkilerden. Bir serçenin narin kanadındaki ürkekliğine benzeyen, bembeyaz bir güvercinin asil güzelliğini taşıyan, hattâ bülbül kuşunun harikulade sesi gibi yüreklere dokunan... Kuşlar... Deli divane kuşlar... Kuşlar, vefasızdır aslında. Kuşlar sadece bırakıp giderler. Ardına bile bakmadan, umursuzca, nedensizce bırakıp giderler. Zaten kuşlar ne anlar ki geride kalanların halinden. Ne anlarlar sevdadan, insanın içini darmaduman eden derin sızıdan. Kuşlar sadece çekip gitmeyi bilirler. Hiç kimseye, hiç bir şeye aldırmadan çekip gitmeyi... Bir tek Kumru kuşu bekler. Bir tek o vefa gösterir. Bir tek o, sadakatin eşsizliğini ortaya koyar. Aşkın, sevdanın sonsuzluğunu hissettirir.
Değişik bir sonsuzluktur yani bu. Başı sonu belli olmayan bir boşluğa benziyordur. Delicesine savrulduğun, tutunacak tek bir dal bulamadığın kocaman bir boşluğa... Tıpkı uzay boşluğu gibidir yani. Ayaklarının yere değmediği, tarifsiz bir şekilde uçtuğun, yer çekimine bile meydan okuduğun... Belki de yaşanılan bu sonsuzluk, güneş sistemi kadar farklıdır. Rakiptir onlara. Onlar kadar eşsiz, onlar kadar anlamlı ve bir o kadar gizemlidir. Belki de bir kara deliktir paralel evrenlere kapı açan, belki de uzayın en belirsiz noktasında ortaya çıkan, milyarda bir görünen uzay kelebeğidir, herkesin imrenerek izlediği, rengârenk... Kim bilebilir böylesi koyu bir sonsuzluğun neye benzediğini, nasıl bir şey ifade ettiğini. Sadece gizemlidir işte. Gizemli ve sonsuz...
İşte öylesi sonsuz ve derin bakışları vardı. Şairlerin, yazarların şiirlerine, romanlarına konu olacak kadar eşsizdi. Göz göze geldiğimiz her an içimde bir yerler darmaduman oluyordu. Resmen titriyordum ona bakarken. Çünkü yüreğimin en ulaşılmaz bölgelerine değiyordu. Değdikçe yakıyor, yaktıkça küle çeviriyordu. Hattâ yok ediyordu. Acaba kaybolup yok olan kaderim miydi bu sonsuzlukta. Hikâye belliydi ama, tutamıyordu işte kendini insanoğlu, tutamıyordum kendimi. Sonra bir anda sessizlik bozuldu.
“Konuşmayacak mısın Hakan? Biraz daha böyle susarsak geç kalacağım. Hadi, çabuk ol. İşim var.”
“Şeyyy... Ben... Ben ne söyleyeceğimi unuttum galiba.”
“Unuttun mu? Hayret ya. Ne çabuk. Neyse akşama görüşürüz. Kafanı toparla. Söyleyeceklerini hatırla. Ve bir kâğıda not et. Gelince bana söylersin. Hattâ kâğıttan okursun.”
“Ya yine dalga geçme lütfen. Seni görünce bütün dünyam şaştı, unutuverdim işte söyleyeceklerimi.”
“Balık hafızalı mısın, sevdalı mısın anlamadım ki? Neyse oyalama beni. İşe geç kalacağım yoksa. Akşam konuşuruz. Hoşça kal”
“Peki, tamam. Görüşürüz, hoşça kal.”
O arkasını dönüp giderken sadece bakakalmıştım. Halbuki kendime söz vermiştim. Anlatacaktım içimde biriktirdiklerimi. Yüreğimi yakan bu eşsiz aşk sızını tane tane dile getirecektim. Ama yine becerememiştim. İçimdeki utanç duygusu ağır basmış, tek kelime ettirmemişti. Ve her zaman olduğu gibi içimi kavuran duygularımla baş başa kalmama neden olmuştu.
Sonra Haydar’ın yanında aldım soluğu. Haydar, bana yakın olan insanlardan biriydi. Hattâ en yakın olanıydı. Tek dert ortağım bile denilebilirdi. Dostumdu, sırdaşımdı. Ama ilginç bir adamdı. İçine kapanık, çok konuşmayan, konuştuğunda da kızarıp bozaran, öfkeli, sinirli biriydi. Deli Haydar derlerdi ona. Aslına bakarsan utangaç Haydar denilmeliydi. Zira içinde bulunduğu ruh hali onu dışarıya karşı savunmasız, sıkılgan bir hale dönüştürüyordu. Bu da öfke patlamalarına neden oluyor, anlaşılmaz bir kişilik haline getiriyordu. Ama iyi bir dinleyiciydi. Benim her şeyimi bilirdi. Leylâ’yı da bir tek ona içimden geldiği gibi anlatabiliyordum. Onun her şeyim olduğunu, onsuz nefes dahi alamayacağımı bir tek Haydar bilirdi.
Leylâ’ya olan duygularım konusunda da ilginç tavsiyeleri vardı. Öyle ki; en büyük aşkın, bir ömür yürekte saklanan olduğunu söylerdi hep. Kimselerin bilmediği, duymadığı aşkların tarifsiz ve destansı olduğunu dile getirirdi. Benim de bu nedenle Leylâ’ya açılmamın doğru olmayacağını anlatırdı. “Düşünsene Hakan... Leylâ aşkına karşılık vermezse, utancından yerin dibine girsen fayda etmez kardeşim. Kimselerin yüzüne bakamazsın. Kimselerle iki laf edemezsin. Diri diri cehenneme girmiş kadar olursun. Bunu ben göze alamam. Senin de almanı tavsiye etmem. Bu yüzden diyorum hep; yüreğinde, ruhunda yaşadığın aşk, en büyük aşktır diye. Kimselerin bilmediği, görmediği, duymadığı... Tanrı büyük Hakan. Gün gelir, yollarınız kesişir ve her şey kendiliğinden çözülüverir. Ama böylesi, asla kabul edilebilir değil, hem de hiç değil. Yine utangaç diyeceksin, sıkılgan diyeceksin, pısırık diyeceksin, biliyorum. Ne dersen de kardeşim, ne dersen de. Böylesi hiç bir zaman kabul edebileceğim bir şey olmayacak.” diyerek yolumdan alıkoymaya çalışırdı.
Haydar böyle konuşurken ben de aksini ispatlamaya uğraşıyordum. Hattâ bunun için kendimi paralıyordum. Aşkın iki kişilik olduğunu, asla utanıp sıkılacak bir şey olmadığını ve mutlu olmak için en nadide yol olduğunu anlatıyordum. Aşktan utanmak, aşktan kaçmak, susarak yüreğinde yaşamak sadece kendine olan güvenini sorgulatırdı insana. Ve bunu sadece korkaklar yapardı. Bu düşünce ile sözlerime devam ettim. “Haydarcım... Canım kardeşim... Bir de şöyle düşün. İki medeni insan olarak bir araya gelmek; sevmek, sevilmek, geleceği birlikte planlamak, güzel hayaller kurmak ne kadar kötü olabilir? Hattâ dünyada yaşanabilecek en güzel hislerden biri olamaz mı? İçinde büyüttüğün tek kişilik aştan daha zor, daha acı verici olmaz ya. Mutlu olmaktan söz ediyorum yani ben. Mutlu olmak için sadece deli gibi acı çekmek mi gerekiyor? Yoksa her şeyi göze almak mı daha doğru olur? Bence sen, utancından saplantılara gömülmüşsün. Kurtul şu üzerindeki ölü toprağından. Sadece mutlu olmak için bir adım at. Sadece bir adım... Sonrasına sonra bakarsın. Korkma bu kadar; utanma, sıkılma. Ben de aynen böyle yapacağım. Leylâ’nın karşısına çıkıp içimde biriktirdiklerimi, onun için deli divane olduğumu, aşkından sol yanımı hissetmediğimi bağıra çağıra anlatacağım. Karşılık vermezse mi?.. Bırak vermesin. Ben aşkımı iliklerime kadar utanmadan, sıkılmadan yaşadığımla; o da beni geri çevirdiğiyle mutlu olur.”
Buna rağmen yine de Haydar’ın sözlerinin etkisinde kalmıştım. Leylâ ile karşılaştığımda tek kelime edememiştim. Cesaret dolu, umut dolu bütün sözlerim uçup gitmişti. Dilim tutulmuş, boğazım düğümlenmişti. Hattâ put gibi kaskatı kesilmiştim. Bir yanım Haydar’a hak veriyordu galiba. Ya da bir an için bana öyle gelmişti, bilmiyorum. Bildiğim tek şey, düpedüz utandığımdı. Hem de öyle böyle değil. Resmen utancımdan yerin dibine girmiştim. Kabul etmeliyim; benim de Haydar’dan bir farkım yoktu. Üstelik bunun için nedenler, kılıflar bile üretmeye başlamıştım. Haydar’ı günah keçisi ilân etmem bundandı belki de. Belki değil, kesinlikle Haydar’ın yüzünden bu haldeydim. Onun sözleri kafamı allak bullak etmişti. Bütün cesaretimi, kendime olan güvenimi kırmıştı. Bu durumun bir çaresi olmalıydı. Çare ise, Haydar’ı susturmaktı. Sonsuza dek susturup utangaç bir adama dönüşmemin önüne geçmekti. Yoksa Leylâ’ya kavuşmam hayal gibi bir şeydi. Hayalden de öte imkânsızdı.
Bu düşünce ile beylik tabancamı aldım, Haydar’ın karşısına dikildim. Ve hiç tereddüt etmeden ona doğru doğrulttum. Korkuyordum ama korktuğum kadar da kendimden emindim. Leylâ’ya açılmak, ona “seni seviyorum” demek, “seninle bir ömür geçirmek, seninle evlenmek istiyorum’’ diyebilmek için Haydar’ı yok etmeliydim. Başka çarem yoktu. Başka yapabileceğim hiç bir şey yoktu.
Zaman ilerledikçe geriliyordum Nefesim kesilmeye, ellerim titremeye başlamıştı. İyiden iyiye dikkatim dağılıyordu. Sonuç olarak Haydar doğduğumdan beri yanı başımdaydı. Birlikte büyümüştük. Etle tırnak gibiydik. Utangaçtı, sıkılgandı, insanı uyuz edebilecek derecede deli düşünceleri vardı ama Haydar delikanlı adamdı. Her an, her dakika, bir nefes kadar yanı başımdaydı. Leylâ’yı tanıyana dek onsuz bir ömür geçirmem gerektiği fikri hiç aklımda oluşmamıştı. Bir kadın için en yakınındaki insandan vazgeçmek hiç doğru değildi elbette. Ama Leylâ’ya olan aşkımın mutlu sona ulaşmasının da başka yolu yoktu. Haydar’ın utangaç karakteri beni yolumdan ediyordu. Ortada olan bu çıplak gerçek, beni yeniden kendime getirdi. Ve Haydar’a doğru doğrulttuğum silâhın kaskatı kesilen tetiğine birbiri ardı sıra defalarca bastım. Haydar aldığı kurşunlarla yere yığıldı. Kısa zamanda da her yer kan gölüne dönüştü. Onu öldürmüştüm. Beni utangaç bir yaşam çerçevesine yönlendiren adamdan yakamı kurtarmıştım. Artık Leylâ ile aramızda hiç bir engel kalmamıştı. Ona her şeyi anlatabilir, bağıra çağıra aşkımı ilân edebilirdim. Ve öyle de oldu. Tüm içtenliğimle yüreğimde biriktirdiğim sevdamı sahibine anlattım. Artık köklü bağlar üzerine aşk kokan, sevda kokan hayaller kuruyor, geleceğe umut dolu gözlerle bakıyoruz.
Aslında birbiri ardı sıra kurşun yağdırarak öldürdüğüm o Haydar, içimde büyüttüğüm utangaç yanımdı. İç sesimdi yani. Beni engelleyen, deli gibi baskılayan, utangaç bir hale sokan ruhumun susmayan yanıydı. Hepimizin içinde vardır böyle bir Haydar. Hiç bir zaman susmaz. Hep utanır, hep kaçar duygularından. Tek kelime ettirmez. Sevdiğinle aranda en büyük engeldir. Öylesi ağır bir baskı yaratır ki; kızarıp bozarmana, yerin binlerce kat altına girmene neden olur. Halbuki aşktan neden utanır ki insan. Neden kaçar bu duygudan. Neden türlü türlü hallere girer. Aşk, utançtan çok mutluluğun anahtarıdır; mutluluğun anahtarı olması gerekir. Ne diyordu Nazım Hikmet;
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
Hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
Bütün iş Tahir ile Zühre olabilmekte
Yani yürekte...
|