Yûnus var Yûnustan içeru Site Editörü Sayı:
110 -
İnsanoğlunun bizâtihi kendisini ve hayatını etkileyen unsurlar vardır. Kimisi maddî, kimisi mânevî... Yaşadığı coğrafyayı, o coğrafyanın iklimini başta gelen fiziksel unsurlardan sayabiliriz. Sert, kurak iklimde yaşayan insanların huyları, deniz kıyısında, sıcak iklimlerde yaşayanlardan farklı oluyor. Dağlık, yağışlı coğrafyada yaşayanlarda ayırt edici özellikler görülebiliyor. Bir kişide gördüğümüz bir huyu, belli bir coğrafyanın insanlarının huyuna benzettiğimizde “oranın suyunu içmiş” dememizin nedeni de bu olsa gerek.
Bir de mânevî unsurlar var. Mânevî unsurlar, maddî olanlar gibi bölgesel değiller, “milletlere” aitler. Millet kelimesini ırka işaret olarak kullanmadığımızı belirtmeye gerek var mı bilmem. Belli bir irfan, inanış çevresinde toplanmış kimseleri kastediyoruz. Doğu ve Batı kültürlerinde bu mânevî unsurlar birbirinden çok farklılar. Batıda, hayatının sonunda canına kıymış, hayatında yaşadıklarını bırakın örnek almayı okumaya bile çekinebileceğimiz bir filozof, düşünceleri ile o toplumun inşaasında etkili olabiliyor. Bizde ise meşreblerine göre bazı özellikleri diğerlerine nazaran daha öne çıkan büyüklerimiz hem hayatları hem yazılı eserleri ile toplumumuza ışık tutmaya devam ediyorlar.
Böyle bir zenginliğe sahip olduğumuz için ne kadar şükretsek az gelir. Her ne kadar aksi durumları her geçen gün daha fazla görsek de, toplumumuz üzerinde o “büyüklerimizin” zamanında attığı mayanın etkisini hâlâ görmek mümkün.
Allah insana insandan tecelli eder demiş ârifler. Efendimiz’den itibaren bu tecellinin vesileleri olan büyüklerin silsilesi kesilmeden devam etmiş, bazıları kurumsallaşmış tarikatler meydana gelmiş. Asr-ı saadet ve sonrasında hiç ara vermeksizin bu iklim devam etmiş. Anadolu tarihine baktığımız zaman on üçüncü yüzyılın bu silsilede çok önemli isimlere sahip olduğunu görüyoruz. Bir yandan Moğol belâsı ile tarihin en kötü dönemlerinden biri olan bu yüzyıl, bir yandan başta Hazreti Mevlâna, Hazreti İbni Arabî, Sultan Veled ve Hacı Bektaşı Veli hazretleri gibi isimlerin yetiştiği bir iklim olmuş. Burada bu iklimin devleti olan Selçuklu’yu anmamak olmaz. Osmanlı tarihine olan ilginin gerisinde kalan bu devletimiz hem sanat hem ilim olarak o zorlu dönemde büyük işler başarmış.
Sayı konumuz olan, himmeti üzerimizde olsun, Yunus Emre Hazretleri de o zor yüzyılda Allah’ın Cemâl sıfatının bir tecellisi olarak ışık saçmaya başlamış ve halen bizleri aydınlatmaya devam eden bir irfan kaynağı...
Büyükler hakkında söz söylemek haddimiz değil. Onları birbirleri ile karşılaştırmak gibi bir edepsizlik de yapacak değiliz. Sadece tecellilerinde dikkatimi çeken bazı nüansları paylaşmak isterim. Yunus Emre Hazretleri hakkında çok az bilgiye sahibiz, öyle ki, sayı konusu için aldığım ilgili tüm eserler bir kitap için oldukça inceydi. Kitapların birçok sayfasında hazretimin şiirleri olmasına rağmen... Hazret sanki kendini gizlemek istemiş. Aynı durum kabri şerifleri için de geçerli. Hazrete ait olduğu düşünülen birçok kabir var, Azerbaycan’da bile… Elbette sadece biri doğru veya o dahi doğru değil, diğerleri belki ayağının deydiği makamlardır. Hangi kabrine gitseniz o muhitin sakinleri asıl kabri burasıdır, diyor. Bu durum bile şu toprakların Yunus Emre ile olan gönül bağının ne kadar benzersiz olduğunun bir göstergesi.
Yunus Emre’nin diğer bir farkı da kurumsal olarak bir yol (tarik) Pîr’i olmasa da, ardında “Yunus” olmak diye tarif edebileceğimiz bir “kurum” oluşması. Bu öyle bir kurum ki, kendinden sonra birçok başka Yunus çıkmış. Âşık Yunus, Yoğurtçu Yunus, Emrem Yunus gibi. Bugün hazrete ait olduğu düşünülen bazı şiirlerin diğer Yunuslar’a ait olduğu söyleniyor.
Yunus Emre Hazretlerinin ehlince en önemli görülen özelliğini sona bıraktık, o da hazretin Türkçe eser vermesi. On üçüncü yüzyıl sanat ve ilimde Farsça ve Arapça’nın hâkim dil olduğu bir dönem. İbni Arabî hazretleri eserlerini Arapça yazıyor, Hazreti Mevlâna ise Farsça. Yunus Emre ise bugün bile zahir anlamını kolayca anlayabileceğimiz bir dille söylemiş söyleyeceklerini... Ehli, bu bakımdan Yunus’u, tasavvufun mânâsını Türkçe’ye çeviren zât olarak tanımlıyor.
Zahir anlamı diye özellikle belirttim, her ne kadar yalın bir dil kullansa da Yunus Emre şiirlerini hakkıyla anlayabilmenin ve yaşamanın çok zor olduğunu belirtmek gerekir. Günümüzde mısralarını okuyup, mısraları üzerine yapılan besteleri dinleyerek keyiflenmek onu anlamak değil elbette. Anlaması zor olan şiirleri diyerek sadece
“Çıkdım erik dalına, anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıdı, der ne yersin kozumu.”
Gibi mısraları kastetmiyoruz. Tüm şiirlerine bu gözle bakmak gerek.
İşte böyle bir irfan pınarı Yunus Emre Hazretleri. Hakkında çok şey söylemek isteyip de kelimelere dökemediğimiz bir güneş. Tarifi zor, anlaması zor... Kendisini
“Ete kemiğe büründüm
Yunus diye göründüm.”
Diye tarif edeni biz nasıl tarif edelim ki?
|