"Bizim Yunus" Ali Erdal Sayı:
110 -
Hayırlı insanları anmak hayır getirir. Yunus diyor ki: “Bizim için hayır dua kılanlara selâm olsun!” Yunus hakkındaki konuşmayı dinlemeye gelenleri ben de aynı vezin ve mânâ ile selâmlıyorum.
Şimdi size desem ki... Buraya gelirken bir genç önüme çıktı ve bir kâğıt uzattı ve dedi ki: “Türkocağı’na gidiyorsun, şiirden anlayanlara hitap edeceksin. Şu şiirimi onlara okuyuver” dedi. Şimdi siz, böyle bir yerde, mevzu dışı bir şiir okunmayacağını bileceğiniz için birincisi... İkincisi mevzumuza göre Yunus’tan okunacağını tahmin ettiğiniz için ve üçüncü bir sebeple de... Üçüncü sebebi şiiri okuduktan sonra söyleyeceğim... Tabiî Yunus’tan okunacağını tahmin ediyorsunuz:
“Bir kararda durmayalım,
Gel gidelim, dosta gönül!
Hasretinden yanmayalım,
Gel gidelim, dosta gönül!”
Kılavuz ol gönül bana,
Gel gidelim, yardan yana,
Canım kurbandır sana,
Gel gidelim, dosta gönül!
Kara haberin almadan,
Can bedenden ayrılmadan,
Azrail bizi bulmadan,
Gel gidelim, dosta gönül!
Gerçek murada varalım,
Yârin hatırın soralım,
Yunus Emre’yi alalım,
Gel gidelim, dosta gönül!
Bu şiirin 8 asır önce yazılmış olabileceğini düşünebiliyor musunuz? Bu şiirin Yunus’a ait olmadığını bilmeyen, bu az önce oku ricasıyla verildi, sözüne inanır. Ne kadar taze, ne kadar yeni... Sanki gerçekten az önce yazılmış...
Üçüncü sebebi söylemenin şimdi sırası geldi...
Şiir, her hali ile her kelimesi, mısraı, kıtası ve bütünü ile “Ben Yunus’a aidim!” diye haykırıyor. Daha ilk mısrada Yunus’un şahsiyeti, imzası yıldız gibi parlıyor: “Bir kararda durmayalım” “İki gününü birbirine eş geçirmeme” emrini, arı, duru, basit ifadelerle, dolambaçsız, derin bir imanla ifade ediyor ve işte Yunus’un sözü dedirtiyor.
Buffon adında bir Batılı... Diyor ki: “Üslûp, insanın taaa ciğerinden kopup gelendir” Neden ciğeri, meselâ kalbi değil?.. Hakikatiyle eser, üslûbundan sahibini ilân eder. Sadece Yunus’un değil... Ama onun şiirlerinin ayrı bir belirmesi, kendini ortaya koyması var.
Biz bu akşam, netameli bir işe kalkışmışız... Zor bir işe demiyorum, netameli bir işe... Herkesin kafasında, kalbinde, dilinde Yunus’tan bir şeyler var... Dinleyiciler de öyle... Yunus hakkında konuşmaya ne var... İşin içine girince öyle olmadığını anladım. Yunus’u anlatmanın bir cesaret işi olduğunu, bir cüret olduğunu, cahil cüreti olduğunu ve zor olduğunu anladım. Ama bir kere denize itilmişiz, acemice de olsa yüzmekten başka çaremiz yok. Zaten Yunus’un üslûbu da bu sayede pırıldıyor. Şiirlerine de bakıyorsunuz, basit ve sade... Bunu ben de söylerim, ne var diye geçiriyor insan aklından...
“Mal sahibi, mülk sahibi;
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan!”
Yunus’un bu değerini Fuzûlî’den öğrenelim:
“Aşk imiş her ne var âlemde!
İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak.”
Âlemde değer olarak ne varsa aşk sayesinde, ilim dediğin şu söyledi, bu böyle söyledi yani dedikodudan ibaret. Âlemde ne varsa, aşktan ibaret… Sınıfta soruldu: “Aşka inanır mısın?”... Cevap: Sadece aşka inanırım. İşte Yunus’u ve şiirlerini anlatmak bunun için zor... O’nun kadar olmasa da aşk sahibi misiniz?.. Değilseniz, siz de Yunus şöyle söyledi, böyle söyledi diyen bir dedikoducu olursunuz. Üstad’ın;
“Lâfımın dostusunuz, çilemin yabancısı
Yok mudur sizin köyde, çeken fikir sancısı?..”
Dediği bu olsa gerek... Ateşte yananla, yanmayı tarif edenin farkı... Ne yaparsınız, “dedi ki”, demekten başka çaremiz yok:
“Deli oldum, adım Yunus
Aşk oldu bana kılavuz.”
Onu anlatacak olanın da kılavuzu aşk olmalı ki anlatabilsin. Dinleyenlerin kılavuzu da aşk olmalı ki anlayabilsinler.
Gariban, arkadaşına soruyor, hiç bal yedin mi? Hayır cevabını alınca, o zaman tadını bilmiyorsundur... Sen biliyor musun? Biraz biliyorum... Efendi yerken yüzünü gördüm... Biz de Yunus’un şiirlerine şöyle bir bakıyoruz, tadını anlamaya çalışıyoruz.
Yüzyıllardır unutulmayışının sebebini kendisi söylüyor. Daha doğrusu unutulmayacağını söylüyor:
“Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşuk olduk
Her dem yeni dirlikte, sizden kim usanası?!”
Biz her dem âşık ve mâşukuz... Her an yeni, her an diri... Biz bu haldeyken siz bizden usanabilir misiniz?
Bu beytin ikinci mısraını; “Her dem yeni doğarız, bizden kim usanası” olduğunu söyleyenler var.
8 asır önce bizden kimse usanmaz, diyor. Hem biliyor, hem söylüyor. Ve dedi ki:
“Söyler âşık dilinden bunu Yunus,
Eğer âşık isem, ölmezem ayruk!”
Ayruk, artık... Âşıksam ölmem artık... Anlıyoruz ve görüyoruz; şiirlerinde ayrı bir lezzet, haz var... İç içe neşve ve hüzün... Taa ciğerinden kopup geliyor... Açık, net, sade, anlaşılır:
“Yunus öldü diye selâ verirler
Ölen hayvandürür, âşıklar ölmez!”
Sanki şu anda söylüyor bize... Övünüyor mu diyeceğiz?.. Ne yapsınlar, büyüklerin kaderi bu... Değerlerini de kendileri söylemek zorunda kalıyorlar... Yunus da, yükünün değerinin ne olduğunu söylüyor:
“Yunus bu sözleri çatar;
Sanki balı yağa katar.
Halka meta’ların satar
Yükü gevherdir tuz değil!”
Gevher, cevher... Bakın nereden nereye gelmiş:
“Kuru idik yaş olduk, ayak idik baş olduk,
Kanatlandık kuş olduk uçtuk elhamdülillah.”
“idim” demiyor, “idik” diyor. “Ayak idik”…
Bir çığır açacağını, bir izde gideceğini, arkasından da sayısız insanın, kitlelerin geleceğini biliyor ve söylüyor:
Dirfilli: Küçük, parça bölük, dağınık...
“Dirfilli pınar idik, irkildik ırmak olduk,
Aktık denize dolduk, taştık elhamdülillah!
Şeyhi Tapduk Emre’ye tapulandı ve oldu:
“Tapduk’un tapusında
Kul olduk kapusında
Yûnus miskîn çigidük
Bişdük el-hamdüli’llâh”
Mevlâna da “Hamdım, piştim, yandım” demişti.
Niçin hâlâ bugün capcanlı okunabiliyor? Çünkü eserinin çilesini çekmiş. Bunu da söylüyor:
“Zehirle pişmiş aşı yemeye kim gelir?”
Bütün gurbetleri biliyor ve halini ciğerinin kanıyla yazıyor:
“Yunus sordu girdi yola
Kamu gurbetleri bile
Kendi ciğerim kanıyla
Vasf-ı halim yazar oldum”
Ciğerinin kanıyla halinin vasıflarını yazıyor... Batılı da aynı şeyi söylüyor. Bufon, “Üslûp insanın taa ciğerinden kopup gelendir” demişti...
Üstad Necip Fazıl da, gençliğe hitabesinde, aynısını söylüyor: “Maya tutması için otuz küsur yıldır, devrimbaz kodamanların viski çektiği kamıştan borularla ciğerimden kalemime kan çekerek yırtındığım, kıvrandığım ve zindanlarda çürüdüğüm bu gençlik karşısında uykusuz, susuz, ekmeksiz, başımı secdeye mıhlayıp bir ömür Allah’a hamd etme makamındayım.” Tıp, ciğerinden hasta olanların, çok tedirgin ve ürkek olduklarını söylüyor. Halk arasında korkaklara, cesaretinden şüphe edilenlere “ciğersiz” derler.
O kadar bizimle ki, Yunus... Bugün bile... 8 asır önce yaşamasına rağmen... Türkçe konuşulan her hangi bir yerde bir mal tartışması mı oldu... Yunus, aralarından birinin diliyle seslenir:
“Mal sahibi, mülk sahibi;
Hani bunun ilk sahibi?
Mal da yalan, mülk de yalan
Var biraz da sen oyalan!”
Tabiî... Konuşur gibi... O kadar tabiî ki, âdetâ bizim ciğerimizden kopup geliyor... Ben de söyleyebilirim. En azından söyleyebilsem, böyle söylerdim, dedirir. Bakın ne diyor:
“Hak müyesser etse varsam,
Güzel Kâbetullah sana.”
Sanki “kurada çıksa da hacca gitsem” diyor, aramızdan biri. Herkesin dilinden dökülecek sıradan sözler:
“Baktıkça hayranın olsam,
Güzel Kâbetullah sana.”
Bir mezarlıktan geçerken; “Ne söylerler, ne bir haber verirler” demez miyiz!..
İki dost, kabir ziyaretinde dertleşiyorlar sanki:
“Kaçan kurtulsa kuş kurtulaydı
Şahin kanadın kıran dünyasın”
Bu sohbetin hiç bir kelimesini yadırgamıyorsunuz... Yolunda akan ırmak gibi:
“Kaçan kurtulsa kuş kurtulaydı
Şahin kanadın kıran dünyasın
Sevdiğim aldın beni aldattın
Dönüp yüzüme gülen dünyasın”
İçine ne katıyorsa, sıradan sözler üstün şiir oluveriyor. Kendisi de söylüyor:
“Yunus bu sözleri çatar
Sanki balı yağa katar”
İşte:
“Gine biz bahrı [denizci] olduk,
Denizden gevher alduk”
İşte:
“Hak’dan bana nazar oldı,Hak kapusın açar oldum
Girdim Hakk’un haznesine
Dürr ü gevher saçar oldum”
Bütünden sadece bir kıtayı değil, bir kelimeyi değiştirseniz, bir kelimeyi alıp yerine başka kelimeyi koysanız, cankurtaran sirenleri ile ‘ben burada yabancıyım’ diye haykıracak. Şunun hangi kelimesine itiraz edilebilir:
“Ne varlığa sevinirim,
Ne yokluğa yerinirim;
Aşkın ile avunurum
Bana, seni gerek, seni”
Bunu bestelemişler, “Bana seni; gerek, seni” şeklinde söylüyorlar... Farkında olmadan duraklarına göre okuyorlar, mânâ bakımından yanlış... Durak, “bana” dedikten sonra ve arkasından “seni gerek, seni”... “Bana, seni gerek seni!”…
Onun kadar milletiyle hemhal olmuş, kaynaşmış bir başka şair yoktur, diyorum...
Sınıfta biri... İsmini söylemesi gerekti: “Emre”... Listeye baktım, başka Emreler de dikkatimi çekti, “Ne çok Emre var” dedim. Biri kalktı, “Ben de Yunus Emre’yim”, bir başkası kalktı, “Ben de Yunus’um” Herkesin bu, dikkatini çekmiştir. Son zamanlarda arttığını zannediyorum. Benim de bir yeğenim oldu... O da Yunus Emre... Yunuscan, Emrecan, Yunusalp, Emrealp… Görüyorsunuz…
Yunus millî şair... Biz kolayca böyle sıfatları veririz... Vatan şairi, bayrak şairi, millî şair, İslâmcı şair vesaire... “Millî şair”, milletten bahseden, milletin meselelerini ele alan değil... Onlar da olsa da, asıl milletin nabzını tutan, milletin potansiyelini ortaya koyan, hayalini, rüyasını, emelini, arzularını, hislerini, öfkelerini, sevgilerini anlatan şair... Öyleyse asıl millî şair Yunus’tur... Ama üzüntüyle söylemek gerekir, en az anlaşılan; aydınlar, yöneticiler, milletin önünde geçinenler bakımından söylüyorum, Yunus’tur. Yunus’un şiirlerini ve tesirini, cemiyetimizden Allah muhafaza çekiverseniz; geriye ne kalır? Böyle bir ikinci kişi biliyor musunuz? Bu bakımdan yurt dışında açılan kültür evlerine “Yunus Emre Kültürevi” denmesini takdir etmek lâzımdır. Milletin kültür evine bundan güzel isim olamazdı. Başka münasip isimler olabilir ama her biri bir yönü ifade eder, bütünü ifadede aciz kalır. Bugün bile bizi şekillendiriyor.
Bir Çin destanı var... 10 tane üniversite... Dikkatinizi çekiyorum 10 tane üniversite... Bu destan üzerinde çalışıyor. Yunus Emre üzerinde derinleşecek bir üniversite değil, kürsü bile yok. Kişilerin gayretlerine kalmış. Tez olarak değil, ödev olarak bile verilmiyor.
Milletiyle o kadar hemhal ki... Adıyla anılıyor... Diğerleri, mahlâslarıyla anılıyor... Köroğlu, Karacaoğlan, Fuzûlî, Bâkî, Dadaloğlu vesaire... O ismiyle anılıyor... Yunus... Oğlumuz, yeğenimiz, komşumuz, amcamız, dayımız, asker arkadaşımız sanki... O da kendisini böyle takdim ediyor:
“Yunusdürür benim adım”
“Ben Yunus-ı bîçareyim”
“Yunus der ki, gör takdirin işleri”
“Yunus bu sözü çatar”
“Hey Emrem Yunus”
“Hey Emrem Yunus-ı bîçare”
“Miskin Yunus”
“Derviş Yunus”
“Yunus Emre aydur” (der ki)
Yıllarca ihmal edilmiş olmasına rağmen, herkes onu bilir, herkesin dilinde en az bir beyit, bir kıta vardır.
1970 yılında... Kütahya’dan Eskişehir’e geliyorum... Banliyo treni gibi Eskişehir’e girerken çok yerde yolcu indiriyor. Yine bir yerde bir grup yolcu indirdi, on dakika sürmüştür ve muavin, “devam et” dedi. Araba hareket etti, hızını almak üzereyken, adamın biri ayağa kalktı, “Ben de ineceğim” dedi. Bir iki kişi değil, bir sürü insan indi. Bagajdan, arabanın üstünden her birinin eşyaları indirildi. Her nasılsa, hiç bir şeyin farkında değil. Araba hareket edince aklı başına gelmiş. Saf saf, gayet sakin “Ben de ineceğim” diyor, “inecektim” demiyor. Muavin, azarlayan bir tonda “Ağır ol, inen var!” dedi. Arkasından ötelere bakarak, insanın içine işleyen bir sesle mırıldandı: “Ne söylerler, ne bir haber verirler!”... Birdenbire şok oldum... Ben bu sözü nerden biliyorum? Bir şoför muavini, ihtimal, ortaokulu okuyamadığı için bu işe verilmiş biri, olayı Yunus’un şiiri ile yorumluyor... “Ortaokuldan terk” bir yeni yetme, Yunus’tan beyit okuyor: Kıta aklıma geldi:
“Yunus der ki gör takdirin işleri
Dökülmüşler kirpikleri kaşları
Başları ucunda hece taşları
Ne söylerler, ne bir haber verirler”
Hece taşları biliyorsunuz... Mezarın başına, ölünün kim olduğunu belirten taş... Adama, dünyadan haberi yok, sanki ölü diyor. Bu kadar aramızdan biri Yunus. Aramıza gelmiş, “ortaokuldan terk” bu delikanlının dilinden mısralarını hatırlatıyor, şiir okuyor. Otobüsteki yolculardan biri… Onu duyanlar, birkaç kelime de olsa, şiirinden birşeyler hatırlamış ve ölümü tefekkür etmiştir, bütününü hatırlayanlar, mırıldananlar olmuştur:
“Yalancı dünyaya konup göçenler
Ne söylerler ne bir haber verirler
Üzerinde türlü otlar bitenler
Ne söylerler, ne bir haber verirler
...
Kimisi bezirgân, kimisi hoca
Ecel şerbetini içmek de güç a
Kimi aksakallı, kimi pir koca
Ne söylerler, ne bir haber verirler”
Büyük şair, büyük şair, deyip duruyoruz. Büyük şair nasıl biridir? Nasıl anlaşılır? Ölçüsü var mıdır? Ağırlığı şu kadar, uzunluğu bu kadar der gibi bir ölçüsü, ölçütü var mıdır?
Birini söyledik... Üslûp sahibidir. Nerede ondan bir verim görürseniz, anlarsınız. Batılı’nın dediği gibi, “taa ciğerinden kopup geldiği için üslûbu” eserin kime ait olduğunu anlarsınız. Bir büyük zat diyor ki... Kur’ân-ı Kerîm’den bir âyet, meal bile olsa, bir dağ başında, âyetten anlamayan bile o parçanın insanüstü bir kelâm olduğunu anlar... O kadar, yüce üstün bir üslûp... Onun için “ciğerinden kopup gelen” diyor. Demek ki, üslûp sahibi olan, bilsin veya bilmesin, ilâhî kelâma bir yürüyüş halindedir.
Büyük şair için ikinci özellik... Her hangi bir şiirini alın... Şunu diyebiliyorsanız... İşte şiir bu... Sadece bunu söyleseydi, büyük şair olmaya yeterdi. Başka bir şey söylemeseydi, yine büyük şairdi. Bir şiirini beğendiğiniz, bir başkasını beğenmediniz. Bir kıtasını veya mısraını beğenmediğiniz büyük şair değildir. Cüzü için iş yok diyorsanız, o kişide iş yoktur. İngiliz atasözü: “Bir zincirin sağlamlığı, en zayıf halkası kadardır.” On ton yük çekebilecek bir zinciriniz var. Ortasında iki halka telle birbirine bağlanmış. Onun gücü telin çekeceği kadardır... Biz de Yunus’tan böyle yapalım... Rastgele seçelim...
“Ölümden ne korkarsın;
Korkma ebedî varsın!”
Sadece bunu söyleseydi büyük olmasına yetmez miydi?
Bişek? Şeksiz, şüphesiz... Sadece şunu söyleseydi:
“Yarattın cümle milleti,
Bîşek seni bilmek için”
Ve başka hiç bir şey söylemeseydi... Büyük olmaya yeterdi. Deseydi ki;
“Yunus, ver canını hak yoluna,
Can vermeyince canan bulunmaz.”
Hattâ sadece bu iki mısradan birini söyleseydi...
Anlamadığımız mısraları bile büyüklüğünü hissettirir:
“Beni bende demen, bende değilim
Bir ben vardır bende, benden içeru”
Benden içeri ben olması ile ne demek istediğini anlasak da, anlamasak da şiirin cezbettiğini söylemek zorundayız. Molla Kasım pek çok şiirini yırtmış atmış ya... Sadece şu kalsaydı...
“Şer’ ile hakikatin vasfını aydam sana
Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdır.”
Aydam, söyleyeyim... Şu tespitteki ihtişama hayran olmaz mısınız? Hattâ sadece “Şeriat bir gemidir hakikat deryasıdır.” deseydi, büyük şair denmesine yeterdi.
Niyazi Mısrî ve daha başkaları Yunus’un şiirlerini şerh etmişlerdir... Bu şerhler üzerine de pek çok şerh yazıldı, yazılabilir... Değil Yunus’un şiirleri üzerine... Şerhlerinin şerhi yapılır… O sade şiirlerin…
“Çıktım erik dalına
Anda yedim üzümü
Bostan ıssı kakıyıp
Der ne yersin kozumu”
Üzüm dediği gerçek üzüm, meyvanın genel adı değil... Erik ağacına çıkmış, üzüm yemiş... Sahibi gelmiş, kızmış, “benim cevizimi niye yiyorsun” diye kakımış Yunus’u...
Şarihler şöyle diyor, kısaca... Erik ekşi... Yenen kısmı dışında... Şeriatin temsili... Zahirî bilgiler... Üzümün tamamı yenir, hafif meyva tadına uzak gibi olan çekirdeği de şifadır. Tarikatın, bâtıni (iç) bilginin temsili... Ceviz (koz)... Özü yenir... Hakikatin temsili... Sembolizmi sevenler, başka yönlere yelken açmasın… Yunus, yeter!..
Yunus hakkında bilgi yok denecek kadar az. Ama bir yığın menkıbe var.
Kıtlık zamanı... Hacı Bektaş Velî’ye buğday istemeye gitmiş. Buğday yerine “himmet” verelim teklifini önce kabul etmemiş, sonra pişman olup döndüğünde, senin anahtarın Taptuk Emre’ye verildi denmiş...
Bir başka menkıbe... Taptuk Emre âsayı atmış ve Yunus’a git bunu bulduğun yerde irşada başla demiş... Uzun süre aradıktan sonra âsayı bulmuş ve irşada başlamış...
Tekkede kendisine temizlik hizmeti verilmiş. Kadılığı terkedip tekkeye intisap eden birine bu reva mı?.. Terketmiş tekkeyi... Bir müddet gittikten sonra bir hana gelmiş. İki kişiye rastlamış. Akşam olmuş acıkmışlar... Ne yiyeceğiz? Diğerleri demiş, acıktığımız zaman dua ediyoruz. Bir sofra gelir, karnımızı doyururuz... Biri dua etmiş, Allah’ın ikramı gelmiş. Bir zaman sonra iki kişiden diğeri dua etmiş... Tekrar acıktıkları zaman, haydi bakalım, şimdi sen dua et, demişler Yunus’a... Garibim, kan ter içinde dua etmiş... İki sofra gelmez mi... Sen nasıl dua ettin, ne dedin de iki sofra geldi? Dedim ki demiş Yunus... Yarabbi, beni mahcup etme. Bunlar neyin adına dua ettilerse, benim duamı da onun adına kabul et... Sana göre güçlük mü var, dedim. Yunus sormuş, siz neye göre dua etmiştiniz? Demişler biz, Taptuk Emre’nin dergâhında Yunus adında bir derviş varmış, onun adına dua ettik... Hemen dergâha dönmüş. Efendinin huzuruna çıkmaya yüzü yok. Ya ne yüzle geldin der, kovarsa... Efendinin hanımından muavenet istemiş. O da, kapının önüne yat... Biraz sonra çıkacak Efendi... Gözleri iyi görmüyor... Bastonu takılınca sorar bu ne? Dervişlerden biri, derim. Kim diye sorunca Yunus derim. Hangi Yunus, derse sen haline yan? Dediği gibi yapmışlar. Şeyh “Yunus” denmesi üzerine “Bizim Yunus mu?” diye sormuş... Dünyalar Yunus’un olmuş... “Bizim Yunus” ifadesi bizzat şeyhi tarafından lütfedilmiş. Türk milleti ve dili “Bizim Yunus”u kazanmış.
Fransızların “Meçhul asker” diye bir ifadeleri ve onun anıtı var. Bilinmeyen değil... Bilinmesi gereken kahramanlıklar yaptığı halde namsız ve nişansız olan demek... Adı sanı mühim değil, kahramanlık ve onu nam ve menfaat için değil, gerektiği için, vatan için yapan yürekli insan... İhtiyacını hissetmişler, hayalini kurmuş, olmasını ümitle anıtını yapmışlar. Bizde onun hakikati var... Bilinenler sayısız, bilinmeyenler cabası. Hattâ mücerret kahramanlığın, müşahhas timsali bile var... Üstelik de en büyük insana, Kâinatın Efendisi’ne izafeten: Mehmetçik... İşte Mehmetçik’in şiirdeki kahramanı, ilk defa burada söyleniyor, şairi de Yunus... Mehmetçik’in şair hali... Versiyon diyorlar ya şimdi, karşılamaz ama anlaşılsın diye söylüyorum. Mehmetçik’in şair versiyonu.
12 Eylül ihtilâli bizi sürdü... Turhal’a gittik. Pek çok arkadaş değişik yerlere gönderildi. Amasya’ya bir öğrencim, askere gelmiş, onu ziyarete gittik. Orada bir şey anlattılar. Çeşitli asker grupları varmış... Kimileri bir dönem eğitim yapıyor, sonra kıtaya gidiyormuş... Kimileri eğitim yapmadan ne muamele yapılacaksa uygulanıyormuş. Vesaire vesaire... Bunların her birine ayrı ayrı isim takmışlar... Mehmetçik malûm... Mehmet Efendi, Mehmet Bey, Mehmet Beyefendi, Mehmet, Bay Mehmet... Böyle tasnifleri pek severiz. İşte Mehmetçik’in şair olanı “Bizim Yunus”...
Büyük eser, ferdî üslûbun mahsulü. Dairenin merkezi... Dışındaki halka millî olmak ve son halka, cihanşumül olmak... Üstün sanatkâr, millet büyüğüdür. Milletin her ferdi, kendi çapında bir şey anlar, onda her fert kendini bulur. Yunus âlimle cahili; ârifle kendini bilmezi; köylüyle şehirliyi; A partili ile B partiliyi; kadını erkeği; büyüğü küçüğü; alevîyi sünnîyi; yani her kesimi demetlemiş âdetâ... Her kesimin sahiplendiği bir millet büyüğü... Bütün Türklük dünyasının, hattâ Türk olmasa da Türkçe konuşanların, Türkçe öğrenenlerin şairi.
Basit, sade, gösterişsiz, süssüz... Bunu da söylüyor:
“Yunus aydur: Ben âşığım;
Hem âşığım, hem sâdığım.
Şol ayruk âşıklar gibi
Yoktur alâyişim benim.”
Ve bir çığır... Açılıyor... Alâyişsiz… Yunus gibi söyleyenler... Şimdi bir sürü Yunus Divanı var. Hangisi gerçek Yunus’un belli değil... İşte bunun için “üslûp” üzerinde duruyoruz. Uzmanı, bilirkişisi üslûptan bunları tasnif edebilir. Etmelidir. İşte bunun hiç olmazsa bir üniversitesi olmalı diyoruz.
Bu kadar ilgisizliğe rağmen, işte millet büyüğü budur; sözleri atasözü olmuş:
Zorluklar aşılır mı demek istiyorsunuz: “Dağ ne kadar yüce olsa da, yol üstünden aşar”...
Yanlış sözün akıbeti: “Söz ola kestire başı”...
İlerisini düşünerek hareket etmeli: “Seni sigaya çeken bir Molla Kasım gelir”...
Ve... “Çok mal haramsız, çok söz yalansız olmaz”...
Ve… “Dil, hikmetin yoludur”...
Yunus Türkçe’yi çok iyi biliyor ve kullanıyor. Âdetâ şiirleri eski Türkçe’nin, gününün Türkçesi’nin müzesi gibi... O günün Türkçesi’nin özelliklerini bazı şiirlerinden çıkarabilirsiniz. Bazılarının diyorum... Çünkü bazıları da gelecekte Türkçe’nin varacağı seviyenin şiiri... Bu uzun bir konu... Çeşni olsun diye sadece birkaç örnek:
“Ne bilmegün bilmekdürür,
Ne gülmegün gülmekdürür,
Son menzilin ölmekdürür
Duymadınsa aşktan eser.”
Duymadınsa aşktan eser, ne gülmen gülmektir, ne bilmen bilmektir, son menzilin ot gibi kaybolup gitmektir... “-dürür” ilerde düşecek... Bazı şiirlerinde böyle kullanıyor, bazı şiirlerinde “bilmekdir” diyor.
“Yunus bu sözleri kogil,
Kendüzünden elin yugil,
Senden ne gele; bir değil
Çün Hak’tan gelir hayr ü şer.”
“-gil” o gün emir eki. Zamanla düşüyor. Bugün emir, eksiz ifade ediliyor.
Yunus yaparım yıkarım gibi iddiacı olma, böyle sözlerden elini çek. Senden ne gelebilir ki... Hayır ve şer Hak’tan gelir. Haddini bil. Bazı şiirlerinde emir eki ile bazılarında da bugünkü gibi eksiz olarak ifade ediyor. Hem günün söyleyişi, hem yarının söyleyişi…
Bir Molla Kasım meselesi var... Rivayet edilir ki... Molla Kasım, Yunus’u anlamıyor. Ölümünden sonra şiirlerinin yazılı olduğu kâğıtları ele geçiriyor. Rivayete göre üç bin şiir. Kırlarda bir yere çekiliyor. Yırtıp atıyor, okumadan... Suya atıyor, havaya savuruyor, toprağa çarpıyor... Aşağı yukarı ikibin şiiri yok ediyor. Bilmem kaçıncı şiirden sonra, şunu okuyayım diyor. Yedi beyitlik bir şiir. 6 beyti okurken karşı çıkmakta kendini haklı buluyor... Son beyit şöyle bitiyor:
“Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme;
Seni sıygaya çeker,
Bir Molla Kasım gelir!”
Derviş Yunus yalan yanlış söyleme; bir Molla Kasım gelir ve seni sigaya çeker... Aklı başından gidiyor adamın... Onun, şiirlerini ele geçirerek sigaya çekeceğini, belki yırtıp atacağını biliyor... O gün her münevveri, şiirin vezin ve kafiyesi hakkında, şiir yazmasa bile bilgi sahibidir. Öyleyse şiirdeki şu incelikleri görmüş olmalıdır:
“Ben dervişim diyene
Bir ün edesim gelir
Tanıyuban şimdiden
Varup yetesim gelir”
Ün etmek, ünlemek olarak bugün de kullanılıyor. Uzaktaki kişi için söylenir. Dervişim diyene seslenip, yanına varıp, “şimdiden” söylemek isterim. Şimdiden, yani ölmeden önce... Molla Kasım’a öncelerden sesleniyor. Bundan sonraki beş beyitte Molla Kasım’ın damarına basıyor...
“Sırat kıldan incedir,
Kılıçtan keskincedir;
Varıp anın üstüne
Evler yapasım gelir”
Senin kıldan ince, kılıçtan keskin dediğin, geçemezsem diye tir tir titrediğin sıratın üstüne benim evler yapasım gelir.
“Altında gayya vardır,
İçi nâr ile pürdür;
Varıp ol gölgelikte,
Biraz yatasım gelir”
Ateş ile dopdolu gayyaya “gölgelik” diyor ve biraz “ol gölgelikte” şöyle bir yatsam diyorum... Molla Kasım, demesin mi, bu adam cehenneme inanmıyor... Ateşe gölge dedim diye bana kızmayın, beni çekiştirmeyin... Sizin hatırınız için, o cehenneme varıp biraz yanasım geliyor...
Ta’n eylemen hocalar
Hatırınız hoş olsun
Varuban ol tamu’da
Biraz yanasım gelir.
Yunus cehennemi arınma kurnası görüyor. Üstad Necip Fazıl, “Cehennem” başlıklı beytinde dediği gibi:
“Ateş benim yıkayan, yuyan, emziren annem!
Bir arınma kurnası olsa gerek cehennem...”
Yunus da aynı şeyi söylüyor, ama Molla Kasım anlayamıyor:
“Ben günahımca yanam,
Rahmet suyunda yunam,
İki kanat takınam,
Biraz uçasım gelir”
İnananlar eninde sonunda “temizlenip” cennete gitmeyecekler midir Üstad’ın dediği gibi:
“Bir hamam ki, arınma gayesinden şaheser;
Arınmışların yeri, Cennet’te nurlu Kevser.”
Yunus da arındıktan sonra cennete işaret ediyor ama muhatabı farkında değil. Molla Kasım, kızmasın da ne yapsın, huri ile gılman için söylediklerine bakın:
“Andan Cennet’e varam,
Hak’kı Cennet’te görem;
Hûri ile gılmanı,
Bir bir koçasım gelir”
Ve Molla Kasım’ın aklını başına getiren ve kalan şiirleri zaptetmesini sağlayan son beyit:
“Derviş Yunus bu sözü
Eğri büğrü söyleme;
Seni sıygaya çeker
Bir Molla Kasım gelir”
Rivayet edilir ki, toprağa serpilenleri toprağın altındaki mahlûkat ve tabiat, suya atılanları suda yaşayanlar, havaya atılanları melekler, uçan mahlûkat, hava ve bulutlar okurmuş... Belki de Yunus şu mısraları ile bunlara işaret etmiştir:
“Dağlar ile taşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni;
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni
Sular dibinde mâhiyle,
Sahralarda âhû ile,
Abdal olup yâhû ile
Çağırayım Mevlâm seni”
...
Yûnus okur diller ile,
Ol kumru bülbüller ile,
Hakkı seven kullar ile
Çağırayım Mevlâm seni”
Bu kadar da değil...
“Miskin Yunus’un sözleri
Coşturur hep bülbülleri
Dost bahçesinin gülleri
Koka geldi, koka gider”
Şuna dikkatinizi çekerim:
“Bülbül oluben öterim
Dost bahçesinde biterim
Gül alırım gül satarım
Bağuban gül olmaz bana”
Bülbül olup dost bahçesinde öterim. Gül alır, gül satarım, bahçe sahibi bana birşey demez... Okumaya doyamıyor insan... Sanki denizin dalgalarını duyacak gibiyiz:
“Benem ol aşk bahrisi
Denizler hayran bana
Derya benim katremdir
Zerreler umman bana”
Aşk denizi benim, denizler hayran bana... Derya dediğiniz benim damlamdır, zerreler bana ummandır...
Ârif Nihat Asya’nın Molla Kasım’la ilgili bir yorumu var: “Molla Kasım, Yunus’un mirasını, şer-i şerif üzere ve hakkaniyetle taksim eden bir adalet timsalidir. Yani denize, karaya, havaya ve insana taksim eden adalet timsali... Zaten de Kaasım kelimesi taksim eden demek olduğuna göre bu vazife ona uygun düşmektedir. Bu zatın Molla Ali, Molla Mehmet olmayıp Molla Kasım olması bu mânâdadır. Bu sayede her bir mahlûkat nasibini almıştır.”
Şeriatle, tarikatı sımsıkı birbirine bağlayan bir menkıbe...
Yunus’un Molla Kasım’ın aklını başına getiren şiiri derin bir şuurla yazdığı şuradan bellidir:
Altı beyitteki yedi kafiye kelimelerinin hepsi kip... Edesim, yetesim, yapasım, yatasım, yanasım, uçasım ve koçasım... Son beyitteki kafiye kelimesi isimdir: Kasım... Üstelik diğerlerinde istek kipi ekleri (-esim) rediftir. Kafiye rediflerden önceki fiilerdedir. Kasım ise bu rediflerle kafiyelidir. Yunus’un muhatabını haklı zannettirecek olanları aynı tarzda kafiye yapması, onun aklını başına getirecek olanı, hem de onun ismi ile farklı kafiye yapması apaçık bir tefekkürün mahsulüdür. Ve o günün her münevveri gibi Molla Kasım bunu anlayacak şekil bilgisine sahiptir. Yani Molla Kasım’a şiirdeki kafiye ile de mesaj vermiştir. Yunus’u bazı noktalarda anlamak gerçekten zor. O sebeple hak vermesek de Molla Kasım’ı ve onun inceliği son anda nasıl idrak ettiğini anlayabiliriz. Şimdi şu beyti okuyan satıhçı pekâlâ Yunus’un dini inkâr ettiğini sanabilir:
“Din u millet sorar isen,
Âşıklara din ne hacet
Âşık kişi harab olur,
Harab bilmez din diyanet
Âşıkların gönlü gözü
Maşuk diye gitmiş olur
Ayruk surette ne kalır
Kim kılısar zühd u taat”
Ve yine Yunus söylüyor... Hakk’ın razılığı her şeyin üstündedir.
“Cennet dedikleri ne ki;
Bir kaç köşkle, bir kaç huri.
İsteyene ver onları,
Bana senì gerek seni.”
Yine bu mânâda diyor ki, ibadetlerimi cennette verilecek bir evlek arsa için yapmıyorum. Dudakları uçuklatan kıyamet için bakın ne diyor:
“Ol kıyamet pazarında
Her bir kula baş kaygısı
Yunus sen âşıklar ile
Hiç görmeyesin kıyamet”
Bir türkümüz, cananın candan kıymetli olduğunu şöyle ifade ediyor:
“Azrail’e can vermezem, canan aldı canımı” (Erzincan)
Yunus da, nazlanacak kadar Allah ile:
“Bana canı sen verdin,
Azrail’e buyurdun;
Senden artuk kimseye,
Emaneti vermezin”
Satıhta olanlar, Allah’ın emrini ve Azrail’i kabul etmediğini sanır. Azrail’e buyurduğunu biliyorum, emaneti senden başkasına veremem.
Su kasidesi, dünyanın en büyük şaheserlerinden biri. Fuzûlî, bütün kâinatın suyla dolu olduğunu söylüyor; su Efendimiz’i (sav) temsil ediyor. Hasretiyle kendisi ağlamış, gözleri yaşla dolmuş, dolayısıyla gözyaşından başka bir şey göremiyor. Yunus aşk- tan başka bir şey görmüyor. Şüphesiz, ilim dediğin, şu şöyle bu böyle diye bir çetele... Asıl okunan şüphesiz aşk kitabıdır, bu kâğıt parçaları da neyin nesi...
“İlim hot göz hicabıdır,
Dünya âhiret hesabıdır
Kitap hot aşk kitabıdır,
Bu okunan verak nedir?”
Aydın anlamamış ama halk hissetmiş... Hissetmiş... Eserlerini benimsemek, ismini evlâtlarına vermek, eserlerini fert ve cemiyet olarak okumak... Derin bir his halinde... Fikrî değil, hissî... Üzerinden derinliğine ve genişliğine çalışılmamış, ilgilenilmemiş, araştırılmamış... Hattâ toprak altına sızmış su gibi hiç bilinmediği asırlar olmuş. Buna rağmen unutulmamış, her geçen gün daha fazla sevilmiş, eserleri okunmuş... Söyledikleri halk nazarında hüccet olmuş. Acaba; herkesin bildiği şu kıtada onu mu söylüyor:
“Bir garip ölmüş diyeler,
Üç günden sonra duyalar,
Soğuk su ile yuyalar,
Şöyle garip bencileyin”
Bir zaman geçtikten sonra anlaşılacağım mı demiştir?
Benim gibi garip var mı, diye başlıyor; Anadolu’yu, Şam Azerbaycan taraflarını dolaştığını söylüyor; hem kendisi gibi birini arıyor, hem kimsenin kendisi gibi garip olmamasını temenni ediyor:
“Acep şu yerde varm’ola
Şöyle garip bencileyin
Bağrı başlı gözü yaşlı
Şöyle garip bencileyin
Gezdim Urum ile Şam’ı
Yukarı illeri kamu
Çok istedim bulamadım
Şöyle garip bencileyin
Kimseler garip olmasın
Hasret oduna yanmasın
Hocam kimseler duymasın
Şöyle garip bencileyin”
“Gökte yıldız” olduğunu söyleyerek devam ediyor:
“Söyler dilim ağlar gözüm
Gariplere göynür özüm
Meğer ki gökte yıldızım
Şöyle garip bencileyin”
Kendisi gibi garipleri, öldükten sona mezarda bulabileceğini düşünüyor:
“Nice bu dert ile yanam
Ecel ere bir gün ölem
Meğer ki sinimde bulam
Şöyle garip bencileyin”
Üç günden sonra garibin ölüsünün bulunacağı ve soğuk su ile yunacağını söylerken, kendisinin zamanla anlaşılacağının sembollerini mi veriyor? Molla Kasım’a ölmeden önce nasıl gönderme yaptığını gördük. Ona gönderme bence asıl bu beyitte:
“Yunus miskin anı görmüş
Eline bir divan almış
Âlimler okuyamamış
Bu mânâda duyan gelsin”
Sözün sonuna geldik... Şimdi birkaç tane flaş cümle söyleyeceğim... Her birisi derin birer mevzu... Birer üniversitelik araştırma konusu... Ana başlıklar söyleyip tamamlayacağım.
Yunus olmasaydı, Türkçe, edebiyat dili olamazdı! Şiir dili olamazdı! Arapça ve Farsça altında ezilirdi! Bugün de, yine Yunus olmasaydı, İngilizce ve Fransızca altında ezilirdi.
Yunus olmasaydı, Osmanlı Devleti kurulamazdı!
Yunus olmasaydı, Osmanlı Devleti’nin resmî dili Türkçe olamazdı!
Kürtçe’nin bir Yunus’u olsaydı, bu hallere düşmezdi! PKK ve arkasındakiler, istismar edemezdi.
Fuzûlî muhteşem Su Kasidesi’nde şöyle diyor:
“Yümn-i na’tinden güher olmuş Fuzûli sözleri
Ebr-i nîsandan dönen tek lü’lü-i şeh-vâre su”
Fuzuli’nin sözleri, seni övmenin bereketiyle, inciye dönen nisan yağmuru damlaları gibi inci olmuştur. Bir şiir yazdım, diyor Fuzûlî, O’ndan (sav) bahsetmenin bereketiyle, benim alelâde sözlerim inci gibi oldu...
Anlamıyorum, neden Yunus’tan şiirler okumayız!.. Afganistan’da mesnevi günleri yapıyorlarmış, biz niye Yunus günleri yapmıyoruz? Meselâ coşkun dervişler şiirine bakın... Sevincinden uçuyor Yunus... Çünkü eve dervişler gelmiştir... Sonunu şöyle bağlıyor. Bu dervişlerin gelmesi sayesinde Miskin Yunus cevherlendi, kıymetlendi... Okyanustan bir çay kaşığı alabildik, varsa bizim sözlerimizde bir değer onun sayesinde...
Yunus’un tarzıyla bitirelim: Sabırla dinleyenlere selâm olsun!
|