Olayların düşündürdüğü Gözlemci Sayı:
122 -
Korkut ve yönet!
(27.08.2024)
Filistin'deki Yahudi zulmü ile ilgili haberleri, tartışmaları, müzakereleri, açık oturumları mümkün olduğu kadar takip etmeye, çalışıyorum. Bazılarına tahammül gerçekten zor. Meselâ, zulmü sadece Netenyahu denen zalimin iktidar hırsına bağlayanlar hiç de az değil. Bilgiç bilgiç, ünvanlı ve etiketli kişiler, bu saflığa (haydi nezaketen cehle demeyelim) şunu da ekliyorlar: Siyonist olmayan Yahudiler varmış, bunlar esirlerin kurtarılmasını isteyen halkla birlikte zalim Netenyahu'yu ha devirdiler, ha devireceklermiş. Ve Telaviv sokaklarından tepki manzaraları gösteriyorlar. Aynı saflıkla (cehle demiyoruz ya), ABD'nin, seçimler sebebiyle, ateş kesi sağlama gayretinde olduğunu, katliamı durdurması için İsrail'e baskı yaptığını söyleyenleri gördükçe şaşmaktan öte insan küçük dilini yutuyor.
Halbuki... Ne ABD'nin ve başkan adaylarının, ne İsrail'in ve yandaşı siyasî seyislerinin, ne Netenyahu'nun ve muhaliflerinin hür iradeleri ile hareket etme, karar alma ve uygulama güçleri vardır. Ne ABD halkının istediğini başkan seçme gücü vardır, ne İsrail içindeki ve başta ABD olmak üzere dışındaki muhaliflerin Netenyahu'yu veya bir başkasını devirecek gücü vardır. Bütün güç, bâtıl ve muharref Yahudi inancı adına, bütün taşlara oynayan kumarbaz hüviyetindeki Siyonist çetenindir.
Bütün kararları, Siyonist çetenin zengin elebaşıları alır ve ilgililere emreder. İsrail'in başına geçecekleri ve İsrail'in politikasını; ABD'de kimin başkan olacağından tutun dünyadaki devletlerin başına kimin geçeceğinden, hangi politikaları takip edeceklerine kadar onlar karar verir. Bir merkezden idare edilmeseler, bir devlet bir başka devlete bu kadar silâh ve mühimmat yardımı yapabilir mi? Şirket, vakıf, dernek, sivil toplum kuruluşu, bilim toplantıları, sanat faaliyetleri, çevrecilik, demokrasi ve saire ile para, seçim oyunları, tehdit, şantaj, baskı ve suikastlarla emirler uygulanır. Muti olanlar mükâfatlandırılır, uymayanlar cezalandırılır. Bu o kadar ayan beyan ki, örnek vermeye bile gerek yok. Zaten artık kendileri de gizlemiyorlar.
Yahudi hakkında konuşacak, yazacak ve çizecek, filim yapacak ve kitap yazacak, karar alacak ve uygulayacakların bunu bilmesi ve kelleyi koltuğa alması gerekir; nadirattan olan budur!
Künyelerini okusalardı...
(11.08.2024)
Osmanlı devletinin Balkan fetihleri sırasında bir grup yeniçeri, birliğinden uzaklaşmış. Bir düşman kalesine rastlamışlar. Az olmalarına rağmen kaleyi fethetmeyi başarmışlar. Birliklerine döndüklerinde mükâfaat beklerden sert bir şekilde cezalandırılmışlar. Emir almadan kale ele geçirdikleri için... Askerlikte disiplin, başarının da üstündedir. Başarısızlık telâfi edilebilir, fakat disiplinsizlik, ordunun dağılması ile sonuçlanabilecek bir kıvılcımdır. Küçükken ezilecek yılanın başı... Silâhın tetiği... Tepeden atılan küçük kartopu, evleri yıkacak heyelâna sebep olabilir.
Bir grup hava teğmeni, kanunun emrettiği yemini, emsalleri ile birlikte ettikten sonra, ayrıca ve topluca bir yemin daha ediyor ve slogan atıyor. Hem de kılıçları çekerek. Bu disiplinsizliktir. Söyledikleri iye veya kötü mühim değil. En yakın komutandan başlayarak, en tepeye doğru devlete ve millete isyan: 'Siz asıl yeminin ne olması gerektiğini ve kimin askeri olmak gerektiğini bilmiyorsunuz, ama biz biliyoruz. İlk fırsatta gerekeni yapacağız.' Sözleri ve ne üzerine yemin ettikleri, ikinci plânda. Her şeyin kurala bağlı olduğu, kuralların da yazıyla perçinlendiği bir teşkilâtta, en küçük riayetsizlik disiplin suçudur. Hele Türk ordusunda; 2300 yıl önce onlu ordu sistemini icat eden, dünyanın en eski ve en disiplinli kudretinde...
“Ayrı bayram” diye bir deyimimiz var. Topluluktan ayrı kendi bildiğine hareket edeni kınamak için söylenir. Davranışı, değil suç olmak “bayram” gibi sevinçli bile olsa. Millet birliğine dirsek çevirmek tasvip edilecek bir şey değildir. Emsallerinden kopup, kılıçları çekenler, o şekilde künyelerini okusalardı, sayı saysalardı yine suç işlemiş olurlardı. Mühim olan sözler değil...
Bugün küçük bir disiplinsizliğe müsamaha eden, yarının büyük isyanlarına imkân hazırlar. 12 Eylül darbesini, 1970’li yıllarda CIA’nin Türkiye Şefi olan Paul Henze, ABD Başkanı Jimmy Carter’a “bizim çocuklar başardı” diye haber vermişti. Birileri teğmenleri âlet ederek; devletin, hükümetin, ordunun, onları yetiştiren okulun ve komutanların “reflekslerini”, toplumun kucağına tartışma başlatacak bir bomba koyarak test ediyor. Üstelik de bunu; konuyu disiplin meselesi olmaktan çıkarıp “ayrı bayram” yapanların söylediği karşı çıkılamayacak sözlere kaydırarak yapıyorlar. Bu oyuna gelmemek lâzım.
Bugün, böyle bir disiplinsizlik yapanlara, komutanlarının “hizaya gel!” dememesi ve onlara hadlerini bildirmemesi; her şeyden önce ordu ruhuna karşı suçtur. Kim bilir hangi küçük disiplinsizliklere göz yumulmuş ki böyle bir densizliğe cüret edilebilmiş. Zamanında çizginin dışına çıkanlara “hizaya gel!” dememek, onlara merhametsizliktir. “Sürüden ayrılanı kurt kapar”. Aslanlarımıza; fitne kurtlarının âleti olmamaları ve yabancının “bizim çocuklar” iltifatına (!) duçar olmamaları için merhamet edelim.
Ne zamandan beri?
(13.08.2024)
Narin isimli 8 yaşındaki kızın katli ile ilgili haberleri hepimiz, üzüntüyle ve dehşet içinde takip ediyoruz. Üzgünüz ve dehşet içindeyiz ama olaylara ilgimiz, filim seyretme psikolojisi içinde. Sanki filim seyrediyoruz… Haberleri hızlı, sesli ve görüntülü takip edebilme imkânından bahsetmiyorum. Filimde işlenen cinayete nasıl ki biz müdahale edemezsek… Seyretmekten başka bir irademiz yoksa… Hattâ perdedeki cinayete müdahale gülünç ve aptalca ise… Aynen öyle seyrediyoruz. Filim seyrederken de ağladığımız olur. Kardelen’in bir kapağında halimiz şöyle resmedilmişti: Ayaklarından dizlerine doğru yanan adam, her şeyden habersiz gazetesini okuyor.
Biz hep mi böyleydik… Ar damarı çatlamış… Duygusuz… Hissiz… “Olur böyle vakalar, Türk polisi yakalar”… İşime gelmeyeni, duymam, görmem… Bana dokunmayan yılan istediği kadar yaşasın. Ve ne zamandan beri böyleyiz? Köklü bir değişim ameliyesine mi maruz uğratıldık? Üzerimizde bir ameliyat yapıldı ve kanserli uru kesip atar gibi “merhamet” bizden alındı mı? Yoksa cemiyetimiz tabiî bir “ovülasyon” sonucu mu bu hale düştü?
11 sene önce, benzer olayları işaret ettikten sonra şöyle demiştim: 18. Yüzyılda ülkemize gelen Batılı yazarların (özet olarak) tespiti: Türkler silâh taşımayı pek sever. Piştov, kama, hançer, kılıç ve saire her çeşitten silâhlarla dolaşan insanlar, bunları kullanmayı ve hele müslümanlar için kullanmayı akıllarının ucundan bile geçirmez. Öfke küpü haline bile gelseler, silâha sarılmazlar. İnsanların pür silâh “canlı bomba” gibi dolaştığı halde İstanbul'da yılda sadece dört zabıta vakası oluyor. Üçü azınlıklara ait ve cinayete varan para meselesinden; sadece biri Türkler’e ait, o da anlaşmayla sonuçlanacak basit bir vaka...
1970’li yıllarda... Kütahya’da bir Asmalı Kahve vardı. Yol üzerine kurulmuş, her tarafı gören pencerelere sahip büyük bir mekân... Dışarısını temaşa etmek mümkün iken, içerdeki konuşmalara dikkat kesilirdi herkes. İnsanlar, kenarlardaki kilim ve halılar konmuş sedirlere oturur, işlemeli yastıklara dayanarak konuşmaları dinlerdi. Kahveci, örnek bir açık oturum yöneticisi... Kimse konuşanın sözünü kesmez, zaten konuşması gerekenler kendisini bilir, dinleyenler de kimlere söz düştüğünü bilirdi. İmkân buldukça oraya gider, istifade ederdim. Bir gün bir ihtiyar, o günlerde Kütahya’da işlenen bir cinayet sebebiyle babasından duyduğunu nakletti…
Babası çocukluğunda şahit olduğu ibret verici bir vakayı anlatıyor... Eskişehir’de bir cinayet işlendiği duyulmuş ve bütün Kütahya yasa boğulmuş. Kim kimi öldürmüş bilmiyorlar. Sebebiyle de ilgilenmiyorlar. Sadece bir insanın bir insanı öldürmesine ve bunun yakınlarında vuku bulmasına üzülüyorlar. Müftü Ulucami’de bir vaaz vermiş ve demiş ki... Biz ne günah işledik ki, cinayet bizim yakınımıza kadar geldi. Burnumuzun dibinde bir cinayet işlendi. Bunun için hep birlikte tövbe edelim. Allah bizi affetsin. Yağmur duasına çıkar gibi bütün halk, belirtilen yerde toplanmış. Tövbe etmişler ve Allah’tan af dilemişler.
Çocukluğumda... Ölüm; ya bir hastalık, ya kaza sebebiyle veya savaşta şehit olmak şeklinde olur zannederdim. İlk defa bir cinayet işlendiğini duyduğum zaman dehşete düşmüştüm. Bir insan, bir insanı öldürmüştü. Dünyanın ilk cinayeti… Bütün köy de derin bir yeis içinde idi. Bir adam, kızını kaçırmaya gelen genci öldürmüş, sonra da gidip karakola teslim olmuş. O günlerde insanların yüzünde gördüğüm ıstırabı anlatamam.
Pür silâh, âdeta seyyar bir silâh deposu gibi dolaşan, buna rağmen yerdeki karıncaya bile basmayan, basamayan; bir kuş ötüşüne ağlayan, kuş evleri yapan kuzu gibi bir milleti; silâh yasaklarına, polise, güvenlik kameralarına, tepeden gözlemeye rağmen en yakınlarını bile öldürecek hale getiren ruhî, içtimaî, fikrî sebepler nelerdir? Sadaka taşını icat eden cemiyeti; yolsuzluk, usulsüzlük ve cinayet haberlerini yadırgamaz hale ne getirmiştir? Nasıl narkoz yemiş gibi bir hale gelmiştir?
O devirde… İşvelerine kanmayan Türk beyini, İngiliz (leydi)si, takdirle anlatır… Bugün kendi paralarıyla tezgâhlara gelip, kasetlerle esir alınıyor insanlar.” (10.05.2011)
Cinayetler, namussuzluklar, soygunlar ve benzerleri “vak’a-yı âdiye”… Âdi vaka… Sıradan olay… Basit zabıta vakası… Holivut’un “kusursuz cinayet” filmlerine özenilerek çevirilmiş bir “yerli filim” seyrediyoruz âdetâ... Televizyonlar dedektiflik bürosu… Anlı şanlı, kariyerli, itibarlı, mevkili, devletli akıldaneler, televizyonlarda dedektiflik taslıyor. Çare bulması gerekenler horluyor…
“Kim, bir nefsi öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur” diye kendisine bin yıl yön ve yol gösteren pusulayı kaybeden cemiyetin hali budur.
“Antisemitizm” oyunu
(24.08.2024
“Antisemitizm” nedir? Hırsızlık, dolandırıcılık, cinayet vesaire gibi –farklı açıdan da olsa– bir suç… Daha doğrusu dünyaya “suçlardan bir suç olarak” kabul ettirilen bir oyun. “Antisemit” de bu suçu işleyen kişi… Pek çok Batı ülkesinde kanunla suç sayılıyor. Üniversite öğrencileri ve hocaları, fikir ve sanat adamları, “antisemitist” olmakla itham edilip cezalandırılıyor. Halk değil, –şimdilik– fikir sınıfları… Hakkında yasa çıkarmamış ülkelerin kurtulduğunu sanmayın. Oralarda da aydınlar; iletişim ve haberleşme vasıtaları, güdümlü kurum ve kuruluşlar marifetiyle psikolojik baskıya maruz...
Öyle bir kabul ettirmişlerdir ki dünyaya, “Antisemitizm” nedir diye kime sorsanız, “Yahudi düşmanlığı” cevabını alırsınız…
Birinci oyun bu!..
Bütün dünyaya, “Yahudi düşmanlığı” diye yutturulan “antisemitizim”in aslı, başlangıcı, Yahudi düşmanlığı değil…
“Semit” ve “semitizm” kavramlarından başlayalım, “antisi” kolay…
Nuh Peygamber’in oğlu Sam’ın soyundan gelen akraba Orta Doğu halkları; Samiler... Araplar, Yahudiler, Süryaniler ve Maltalılar… Arapça, Aramice, Süryanice, İbranice ve Habeş dilleri ile konuşanlar… “Semit” bunların toplu adı. Sadece bir tasnif, o kadar… “Antisemit” de bu toplulukların “dışındakiler”. Araplar’ın kendilerinin dışındakilere “Acem” demesi gibi. Sadece kendisini ve kendisinden gayrısını ifade, o kadar…
Azimli ve sistemli hamaratlıklarıyla, “Sami topluluklarının dışında olanlar” tabirini, iki kademede çarpıttılar. Önce “karşısında olanlar”, sonra “düşmanı olanlar” şeklinde algılandırmayı becerdiler. Bu şekilde kabullendirilmiş mânâyı, topluluktan birinin üzerine, “Yahudi düşmanlığı”na kaydırmak ve sabitleştirmek çok zor olmadı.
İkinci oyun…
Birinciden de beter. Zaten birincisi, ikinciye basamak...
Evvelemirde, sana düşmanlık varsa, hatayı kendinde ara… İnsan topluluklarından birine düşman olmak suç da, neden diğerlerine düşman olmak suç değil? Yahudi’ye düşmanlık diye bir suç var da; diğerlerine, meselâ Türk’e düşmanlık diye bir suç niye yok? Diğerlerine yoksa, Yahudi’ye niye var? Emrindeki iletişim ve haberleşme vasıtalarının ve güdümündeki kurum ve kuruluşların şirret yaygaraları; doğruyu, hakkı, iyiyi, güzeli bastırıyor. Her yönden her türlü baskı öylesine yoğun ki, bu haklı itiraz, stat tezahüratlarının yanında sivrisinek vızıltısı gibi kalıyor.
Bir hinlik daha… Açık açık “Yahudi düşmanlığı” demek yerine “Antisemitizm” diyerek sinsice, “ispatlanmış ilmî gerçek” diye bir “kavram” sanılmasının arkasına saklanılıyor. Böylece kendilerini, muharref kitaplarında iddia ettikleri gibi “üstün ırk” olarak empoze etmede mesafe katettiler. Üstün ırka düşman olmak tabiî ki suç!..
Karşı çıkılamaz, karşı konulamaz, engel olunamaz, başa çıkılamaz kudret… Böyle olduklarına inanıyorlar!.. Bu inanca uygun hareket ediyorlar. “Goyimlerin” de, –kendilerinin dışındaki herkesin, yani kendilerine “hizmetle mükellef” yaratıkların da– böyle anlamalarını ve ona göre yaşamayı hak etmelerini (!) istiyorlar.
Nazarlarında, bu anlayışa “yücelmeyen” (!) herkes, “itlâfı” gereken “antisemitist”!..
Artık açıkça da söylüyorlar.
“−TÜRK MÜ?”
(25.10.2024)
“−Türk mü?”
Yenidoğan denilen çetenin iki mensubu konuşuyor... Polis dinlemesinden... Ölümüne sebep oldukları (kastettikleri de desek olur) bir çocuktan bahsediyorlar. Telefon eden, elemanına soruyor:
“−Türk mü?”
Diğeri cevap veriyor:
“−Türk herhalde.”
Soru soranın temennisine bakın ve kendisini, dolayısıyla kendilerini nerede konumlandırdığını, konumlandırdıklarını görün:
“−İnşallah, Türk’tür; Suriyeli değildir.”
Bu konuşma, konuşan iki kişinin Türk olmadığını, hattâ Türk düşmanlığında ittifak ettiğini apaçık gösterdiği gibi diğer çete mensuplarının o zihniyette olduğunu da gösterir.
Çete hakkında soruşturma, bir hastahane doğum servisinde birkaç sağlık çalışanının, devletten ve doğan çocukların ailelerinden haksız yere para devşirmek için, ihtiyaç olmadığı halde tedavi uydurmalarının fark edilmesi ile başladı... Sonra bunun bir ekip işi olduğu ortaya çıktı. Soruşturma ilerledikçe, çocuk ölümleri dikkati çekti, işin paradan ibaret olmadığı görüldü ve on hastahane kapatıldı.
Bu konuşmalar, −daha kim bilir niceleri vardır− hain bir zihniyeti ve asıl bu zihniyetin müesseseleştiğini ifşa ediyor. Öyleyse artık soruşturmanın, suçların yabancı servis emrinde bir ajan faaliyeti ve Türk düşmanlığı olup olmadığı yönünde devam etmesi gerekir.
Hainler, ajan olsunlar olmasınlar, bizim insan yetiştirme sistemimizin mahsulü... Devletin, adam yetiştirme ve yerleştirme imalinden ve eleğinden geçtiler. Ve bu melânetleri işleyenler (benzerleri ve niceleri), bir günde, bir ayda, bir yılda, hattâ on yılda yetişmedi. Bir kişinin uzman doktor olması için, kötü niyetlilerin ve ahlâksızların çeteleşmesi için, böylelerinin bitlerinin kanlanması için en az kaç yıl gerekir bir düşünün. Sıradan menfaat düşkünü birkaç hırsız, böyle bir teşkilâtlanmayı beceremez, hayal bile edemez. Böyle hinliklerin ve hainliklerin, devlet gücü olmadan yapılamayacağını Fetö’de gördük.
Sadece zamanın devleti ve eğitim sistemi değil, yüzyılın, muhasebeye tâbi tutulması gerekir.
|