Aristo’dan Giddens’a Kendini Korumayan Anlayy?, Demokrasi ve Onu Sa?altan Ruh, Has Millet Karakteri Mehmet Hasret Sayı:
58 - Ekim / Aralık 2007
"Vox Populi, Vox Dei-Halkın Sesi, Hakkın Sesi": Karakterler Arası Savaş
Aristo’nun gözünde en kötü yönetim biçimi demokrasi; çünkü ona göre demokrasi, zamanla kendini koruyamaz ve demogojik baskılar altında peşisıra hemen tiranlığa dönüşüverir...
Örneğin Sezar demokrasiyle geldi, Caligula demokrasi sesini işitip de geldi ve yakın zamanlarda Hitler, Mussolini demokrasinin çokça telaffuz edildiği dönemlerden sonra geldi; ama tarihin en azgın, en haris tiranları acımasızca 20. ve 21. y.y.’da dünyaya geldi, nitekim Bush’lar Blair’ler demokrasiyle geldi... Göz önündeki kıyımların adı demokrasiydi; perde gerisinde kalanlar şüphesiz "demokrasi"ydi; Irak "demokrasi"ydi, Afganistan "demokrasi"ydi, Filistin, Lübnan "demokrasi"ydi...
"Demokrasi" sadece bir kelimeden ibarettir, ideali bile kalmamıştır... Ovid’in dediği gibi "Parlementonun kapıları fakirlere kapalıdır..." Tarihte "demokrasi" sözünün geçtiği yerde ardından bir art niyet, bütün kirli karakterini ortaya döktü... Demokrasi, iyiyle kötü arasındaki savaşta, iyileri, mazlumları koruyamadı ve hepsini savunmasız bıraktı... Onu kurtaransa hep asil milletlerin karakterinden gelen "durun yapmayın" tepkisi oldu...
Günümüzün art niyeti ise Giddens’ın tespit ettiği kadar "müzakereci demokrasi" anlamında "liberal demokrasi"... Burada müzakere edilen nefslerin, egoların eşitlik peçesi altında nasıl aristokrat bir kılıfa büründürülüp şişirileceğinden başka bir metot içermez... Oysa insanlık bu art niyetlerin mahkûmu bir demokrasiyle değil, hakkaniyet ölçüsüne bağlı bir anlayışla yönetilmelidir...
Bize Bir Karakter Lazım: Zamana ve Uzama Karşı bir Tür Cevap Olmak
Yazara, onu siygaya çeker gibi sorulan, beylik bir soru vardır: Neden yazıyorsun..? Sorunun keyfiyeti "Neden yaşıyorsun" sorusuyla neredeyse aynıdır. İnsan nasıl neden yaşadığına-hangi fikir ve cephede olursa olsun- "soyumu devam ettirmek için" diye cevap veriyorsa, yazar da benzer bir şekilde aslında bir soy devamı için yazmakta olduğunu belirtir cevaplar verir. Paylaşmak için yazıyorum, tarzımı hakim kılmak için yazıyorum, insanlara bir şeyler vermek için yazıyorum, okurda kendimi çoğaltmak için yazıyorum, varoluşuma kasteden fikir düşmanımı alt etmek için yazıyorum, vesaire... En dalkavuğundan en üstün idrâk içerenine dek bütün cevaplar özünde, "bir kafa soyundan geldim ve o kafa soyunu devam ettirmek için yazıyorum" anlamına gelmektedir.
Bir yazara duyduğumuz ilgi veya onun cümle kuruluşlarına verdiğimiz önem, üç yönden açıklanabilir; ya onunla aynı kafa soyundan geliyoruzdur, ya o soyun üslubu-kendisinden farklı düşünüyor olsak da veya hislerimiz, kanaatlerimiz onunkilerden uzak da olsa-bize anlamlı, görkemli, değişik gelmiştir, ya da tamamen o düşünce soyunun tezlerini iptal için bir hareket tarzı içine girmişizdir... O sebepledir ki zaman zaman, kendi cümle kuruluşlarımızın arasında, falanca yazar şöyle demiş, filanca feylesof böyle demiş, diye üslubunu beğendiğimiz ifadeleri tekrarlayıp dururuz. Söz sahibinin harmanladığı o anlam yükünü kendi yaşayışımızda, üslubumuzda yenilemeye veya ötelemeye çalışırız. Bu durum, kafa soylarının cevherleri ölçüsünde zamana ve uzama kalmak noktasında türettikleri bir cevaptır. Yoksa sanıldığı kadar bedava bir fikircilik değil...
Karakter Atlasında İzler: Düşünme Biçimleri
Her topluluğun bir şey karşısında o şeyi kavrama şekli farklı olduğu gibi, o şeyi ifade etme şekli de farklıdır. Örneğin Avustralya’nın yerli halkı aborjiniler, düş atlaslarındaki soyut kabarmaları ifade edebilmek için resmi tercih etmişler... Aborjiniler, bir şeyi yazı ile anlatmaktan çok, o şeyi resim yaparak ve o resimlerde kendilerine özgü geleneklerinden gelen mitleri hikâye ederek anlatmayı çok seviyorlar. Bu durum, onların hayata bakış tarzlarıyla ilgili bir hal...
Korkuları, sevinçleri, adalet anlayışları resimle anlattıkları hikâyelere yansımış... Bir balıkları var, kötü ruhları ve toprak anaları var; hepsine dair ortak figürleri var... Bir figürü çizdiklerinde veya bir mağara çeperinde gördüklerinde o figürü tanımalarından öte, o figür mitine dair hikâyeyi biliyor ve ona dair ne gibi bir ekleme yapıldığını fark edebiliyorlar... Örneğin balıkla ilgili olan anlamlardan bir tanesi, yetim kalmış bir çocukla ilgili, çocuk evinin yakınlarında bir dereye giriyor, yüzüyor, oynuyor, bir aile de evin bahçesine geliyor ve bahçedeki tatlı patatesleri alıp yemeye başlıyor, bunu gören yetim çocuk ağlamaya başlıyor ve derken büyük bir balık aç gözlülüklerinden dolayı o aileyi bir çırpıda yutuyor...
Ünlü yapısalcı antropolog Claude Levi-Strauss, teknik ülkelerin mi, yoksa o ülkelerin ilkel dediği kabilelerin mi ileri olduğu konusunda ciddi şüpheleri olduğunu belirtir. Hangisinin siyasi bir güç olduğu konusunda bir tartışma yoktur, ama bir şeyi keşfetme ve onu düşünme biçimleriyle ileriye götürme noktasında hangisinin ileride olduğu tartışmalıdır. Levi-strauss, bunun için, bilimsel açıdan bitki ve hayvan familyalarının sınıflandırması açısından teknik ülkelerin yer yer hata yaptığını, bunun daha sonra düzgün bir sınıflandırmaya kavuşturmanın ancak kabile topluluklarından alınan bilgilerle mümkün olduğunu itiraf eder. Üstelik insani değerler açından kabile kültürlerinin teknik ülke kültürlerinden daha gelişmiş olabileceği tezine yer verir.
Aborjiniler, mitlerini resimledikten sonra kâh atalarından kalma mağara duvarlarını süsleyen figürler, kâh kendi çizdikleri etrafında o mitleri yaşamaya çalışır, akşam olunca boyanır, süslenir, ateş yakar, sürekli bir tını içinde dans edip hikâyelendirdikleri o miti yüklenmeye yeltenirler. Teknik ülkeler ise, benzer bir ayini sinemayı keşfettikten sonra tecrübe edebilmiştir ancak.
"Değişir"e Yuva Olduğunu Düşündüğümüz Batı’nın "Değişmez"i: Gerçeği Çarpıtma Karakteri
Genç yaşında ölmüş, Fransız ahlakçı Vauvenargues der ki "Dünya, herkesin maske giydiği büyük bir balodur." Bu söz, batı ahlakının değişmez çivilerinden biridir. Bu çivi, Hz. İsa’yı çarmıhta görme insiyakının meyvelerinden biridir ve bu insiyak da batı düşünme biçimlerinin başat unsurlarından biridir.
Yaşanan, olduğundan farklı bir şey olduğu, dolayısıyla yapılan her şeyin kendilerini haklı çıkarmak adına mubah olacağı anlamında bir süslü cümleye daha tanıklık etmekten başka bir şey geçmiyor, Fransız ahlakçının söylediği sözü çözümlediğimizde. Batı eşyaya bakarken parçalanmış bir şey görür ve bu sebeple parça halinde gördüğünü o fiziğe uygun hale getirmek için elinden geleni ardına koymaz. Kaos, onun teknik ülküsünü ve teknik medeniyetini besleyen bir nüvedir. Ondaki iştah parçalamak ve sınıflandırmak üzerine gelişmiştir. Tek ülküsü sahip olmaktır ve sahip olmak için parçalar.
Batı düşünce biçimleri parçalamak üzerine bir mizansen kurmaya meyilli olduğu için ister komünist, ister liberal olsunlar, aynı sakatlığa veya düşük düşünceye işaret eder: Parçalayarak çözümleme ve sonra birleştirirken yanlış parçaları yanlış parçalarla kaynaştırma, bu tıpkı bir ayak kemiğini kırılıp daha sonra kemiğin yanlış şekilde kaynamasına sebep olunmasına benzer... Bu anlamda, Marks’ın "Das Kapital"inin başlangıcından bazı parlak parçalar okuyalım:
1."Kapitalist üretim tarzının egemen olduğu toplumların zenginliği, muazzam bir meta birikimi olarak kendini gösterir,..."
2."Meta, her şeyden önce, bizim dışımızda bir nesnedir ve taşıdığı özellikleriyle, şu ya da(veya) bu türden insan gereksinimlerini gideren bir şeydir. Bu gereksinimlerin niteliği, örneğin ister mideden, ister hayalden çıkmış olsun, bir şey değiştirmez..." (Marks’ın Notu: "İstek gereksinme demektir; o, ruhun iştahıdır ve tıpkı vücudun açlığı gibi doğaldır....Şeylerin büyük bir kısmı, ruhun gereksinimlerini karşıladığı için değerlidir." Nicolas Barbon, A Discourse Concerning Coining the New Money Lighter. In Answer to Mr. Locke’s Conside-rations, etc. London, 1696, pp.2-3)
3."Şeylerin çeşitli kullanımlarını bulup ortaya çıkarmak tarihin işidir. Yararlı nesnelerin niceliğini ölçmek için toplumca benimsene ölçüleri saptamak da böyledir."
4."Bir şeyin yararlılığı, onu bir kullanım-değeri haline getirir."
Marks her ne kadar İsa’ya ve dine karşı olsa da, batı düşüncesinin temelde sakat felsefi düşünme biçimleri ve o biçimlerden gelen alışkanlıkları bizzat "İsa’yı çarmıhta görme" tarzını emzirir. Ha Vauvenargues’in balosu, ha sevgili Karl Marks’ın meta çözümlemesi. İkisi de akıl ve ruh melekelerinin ortak çalışmasından nasibini almamış ve üstün idrakin ördüğü düşünce iklimlerinden uzak, yalnız parçalama iştahı olan ve bu anlamda batılı niyeti bütün çıplaklığıyla ortaya koyan üst üste binmiş, tek bir niteliktir. İnsan’da biricik kıymet sadece istek midir ki o yalnız ruhun iştahı olsun; ruh diye bir şeyi onlar kabul etmezler zaten, onların ruh dedikleri üzerinde "puante" desenler olan bir bez parçasına benzer... Bu isteğin türü, ister mideden gelsin, ister hayalden gelsinmiş, bir şey değiştirmezmişmiş... Bir yolu kapadığınızda, o yolun devamının varlığı yok mu sayılır veya bir kapıyı kapadınız, o kapıyı kapatmış mı olursunuz, bu kapının yok olduğu anlamına mı gelir... "ister mideden, ister ruhtan gelsin bir şey değişmez" diyerek Karl Marks, kapı kapandığında o kapının yok olduğunu iddia etmektedir ve canice kırdığı kemiği bir de yanlış şekilde kaynatmak eğilimine girmektedir. Ne münasebet, mideden gelen istekle ruhtan gelen neden aynı kapıya çıksın ki... Hem ruhta varolan o çekim istek değil, bizce özlemdir; bir düzene olan özlem... Ruh idealde eşyanın idare edicisidir; ama siz ruh ve nefs ayrımındaki nüansı zaten bilmiyorsunuz; bu da aramızdaki eşyaya bakış fikrini temelden etkilediği gibi düşünme biçimlerimizin farklılığını ortaya koyuyor. O yüzden gözünüzü her açtığınızda parçaları yaralarıyla ölçüyorsunuz; biz hiçbir şeye parça gözüyle bakmıyor, her şeye ilahi sükûnetle şahit olmaya cehdediyoruz.
Doğu Dünyanın Kapısıdır: Türk Kılıç Sesinde Güneşin Sesini İşitendir
Anadolu’nun yurt edinildiği vakitlerde, Hıristiyan halkının kalbinden şöyle bir his geçmiş: "İlahımız bizi görmedi..." Buna dair kanıtları ise Müslüman Türklerin Anadolu’ya girmiş olmalarına rağmen, İlahlarının hiçbir şey yapmamış olması... İstanbul’un fethinde bile birçok Hıristiyan, surları aşmış, oluk oluk gelen Türklerle kılıç kılıca vuruşup geri çekilirken, son ana kadar gökten bir ışık gelip onları Türklerin elinden kurtaracağına inanmış...
Kılıç bir tek İslam’da devadır; yanlış yola gideni düzeltir, maz- lumu korur, nefsiyle dikleneni yere indirir; Türk’ün elinde kılıç budur. İsmet Özel’in tabiriyle "Türk, kâfirle dövüşmeyi göze alandır..."
"Kâfirle dövüşmeyi göze almak" güneşe yaslı bir kuşamdır; Allah’ın vaat ettiğidir ve sevenle sevilen arasında bir gizliliktir... Türk’ün karakteri, üstün hasletleri o kadar büyük ve dahi türkün aşkı o kadar sevimli, tatlı, çocuksudur ki ve aynı zamanda o kadar gözü kara, sert ve fedakârdır ki, bu gizil kumaşın hükmünü daha Dede Korkut’tan itibaren kültür hafızamızdan hasat etmeye başlaya bilirsiniz.
Tutsak Kazan kafiri övmeye zorlandığı vakit "ben yeryüzünde adam övmem" dedi. Kopuz istedi getirdiler, eline alıp kopuzu soylamış, görelim hanım, ne soylamış, eydir:
"on bin erden yağı(düşman) gördümse oyuncağım demedim, yirmi bin er yağı gördümse yelmedim(kaçmadım), otuz bin er yağı gördümse ota saydım, kırk bin er yağı gördümse kıya(yan) baktım, elli bin er yağı gördümse el vermedim, ... yüz bin er yağı gördümse yüz dönmedim, yüzü dönmez kılıcımı ele aldım, Muhammed’in dini aşkına kılıç vurdum, ak meydanda yumru başı topça kestim, orada dahi "Erim, beyim!" diye övünmedim, övünen erenleri hoş görmedim. Eline girmişken, mere kâfir, öldür beni, kara kılıcını sal boynuma, kes başımı, kılıcından saparım yok, kendi aslımı, kendi kökümü sığmağım yok(yermem), Oğuz erenleri(beyleri) dururken seni övmeğim yok..."
Bizde Kılıç Allah, Peygamber aşkına sallanır... Kılıç Oğuzların, Uruzların, Mehmetlerin işidir... Günümüzün kılıcı kalemdir, günümüzün devleti de kelam... Büyük Şair’in dediği gibi "Allah’ın tuttuğu ol!"; devletimiz budur... Ve inşallah bu millet de Allah’ın tuttuğudur...
|