MUSTARYP ve MUZDARYP... Ahmet Behik Sayı:
63 - Ekim / Aralık 2008
Efendim bendeniz merhum Üstad Necip Fazıl KISAKÜREK'i küçüklüğümde, zannedersem 1950 senesinde Kadıköyü'nde, Feneryolu semtinde oturduğu köşkte, amcam ve amcamın arkadaşları ile ziyâretine gittiğimizde ilk defa görmüştüm. O gün bize yeni yazdığı bir şiiri okumuştu. Hayatımda ilk defa bir şiiri şairinin ağzından dinliyordum. Henüz sekiz yaşında olduğum için hiçbir şey anlamamış, ancak merhum Üstad'ı hayran hayran seyretmiştim. Daha sonra kendisinin en yakın çevresinde yer aldım, vefatına kadar da en az haftada bir defa ziyaretine gidiyor, saatlerce sohbet ediyorduk. Kendisine o kadar yakındım ki, bir karton üzerine yazılı telefon fihristi vardı, üç sütun idi ve birinci sütunun başlığı en lüzumlular, ikinci sütunun başlığı lüzumlular, üçüncü sütunun başlığı da lâzımsızlar idi. Ben birinci sütunun birinci satırında idim. Bana hitabı da sevgilim idi.
Kendisi Türkçe'yi en güzel kullanan birkaç kişiden biriydi. Zaten eserlerinden de belli olmuyor mu? Nerede hangi kelimeyi kullanacağını gayet iyi bilen bir zekâya sahipti. Zaten "Efendim, benim Efendim" diye başlayan kelimelerle şiirler yazdığı Efendisi de ona: "Sende iki şey ifrat halinde. Biri: zekâ, diğeri: muhabbet... Zekâ iner çıkar, fakat muhabbet yakıcıdır.". Dememiş miydi? Üstadın tabiriyle: "bilmekle mükellef oldukları mevzuunun cahili" insanların mevzuları ile ilgili konuşmalarına, yazılarına bakın da Türkçe'nin nasıl yazılıp konuşulduğunu görün. Zaten görüyorsunuzdur da...
Zamanımızda insanımız maal'esef Türkçe'yi güzel ve düzgün konuşmaktan, hangi kelime nerede kullanılır, bu kelimenin mânâsı hakikaten benim kullandığım gibi midir, diye düşünmeyi bile düşünemiyor. Bazen eş anlamlı iki kelimeyi bir arada kullanabiliyorlar. Eskiden buna misâl olarak söylenen bir tekerleme vardı: Bir yek atlı süvari bab-ı âli büyük kapısından huruc edip çıkarken tesadüfen rast geldim. Her gün televizyon kanallarına işinin uzmanı diye çıkarılan ve isminin önünde akademik veya meslekî ünvanlar bulunan kişilerin konuşmalarına dikkat edin, Türkçe'nin kaşını patlatıp gözünü nasıl çıkarıyorlar. Örnekleme yapmak gerekirse, 'örneğin, meselâ'dan tutun da, 'nüans farkı'ndan, 'geri iade etmem gerekiyor'a kadar neler neler... Bir şey ya geri verilir ya iade edilir geri iade edilmez. Hele telefonda karşısındakine 'bana bak', 'sana dönerim' gibi acaip hitaplar. Adam sana telefonda nasıl baksın veya sen adama telefonda nasıl dönersin? Ayrılırken 'kendine iyi bak' gibi garip hitap şekli. Adam kendine bakmaktan aciz mi ki sen hatırlatıyorsun. 'Anlıyor musun, anladın mı' gibi karşıdakini aptal yerine koyan sözler. Evvelâ sen bir şeyi anlatabiliyor musun? Bir de magazin programlarına zenaatçı bile olamamış san'atçı geçinenleri çıkarıyorlar ve evvelâ nasılsın diye sorduklarında 'acayip iyiyim', albümün nasıl dediklerinde, 'acaip tuttu' gibi acayip ve garip atıp tutanlar da işin cabası. Harfler üzerindeki şapkalar kalktıktan sonra telâffuz da iyiden iyiye bozuldu.
Bir gün Üstad'ı ziyârete gittiğim de lâf döndü dolaştı IZDIRAP ve ISTIRAP kelimelerine geldi. Üstad bu iki kelimeyi bir güzel izah etti. Şöyle ki: "bir kişi bir kişiye tokat atar, tokat yiyenin canı yanar, ağrısı sancısı vardır bu kişi 'ızdırabım var' der. Canı yandığı için 'muzdarip'tir. Diğeri ise bir olay karşısında bunun acısını kalbinde hisseder. Bu kişide 'ıstırabım var' der. Bu kişi 'mustarip'tir. Hepimizin bildiği bir şarkı var "bu aşkın ızdırabı ne zaman biter?" diye başlayan. Şimdi soruyorum. Aşk acısından ızdırap mı duyulur yoksa ıstırap mı?
Lâfı şuraya getirmek istedim, benim tanıyabildiğim Üstad, cemiyetin halinden fevkalâde mustarip idi. Eserlerinde bunu apaçık görüyoruz. Bizler de biraz mustarip olabilsek, bir şeyleri içimizde hissedebilsek.
Bu vesileyle Merhum Üstad Necip Fazıl' ı anmış olduk. Cenab-ı Hak gani gani rahmet eylesin. Âmin.
|