Gazeteden Haberler Muhammet Ali Öztürk Sayı:
59 - Ocak / Mart 2008
Saat beş deyip de mesai bitince bütün kaldırımlar yeniden canlanıveriyor bu şehirde. Sokaklar yeniden bin bir türlü sesle çınlıyor. Biran önce evine dönmek isteyen insanlar otobüslere, tramvaylara, vapurlara zor atıyorlar kendilerini. Sadece birkaç saat sonra en kalabalık caddeler bile iyice tenhalaşacak. Köprü altlarında yatan birkaç evsizden ve parkları mesken tutan serserilerden başka kimseler kalmayacak dışarıda. Ve tabi ki eve dönemeyecek kadar içip bir elektrik direğinin dibine sızan sarhoşları da unutmayalım…
İşte böyle bir akşamın ilk saatleriydi. Atölyeden çıkar çıkmaz müthiş bir rüzgâr suratıma sanki bir tokat attı. Paltomun yakalarını kaldırdıktan sonra bir sigara yaktım. Öğle yemeklerini yediğim dönerciye başımı sallayarak selam verdim. Tam selâmıma karşılık verip her zaman ki gibi bir sigara isteyecekken bir sokak kedisi dönercinin dükkânına girdi. Kediyi tutup öyle bir tekme savurdu ki hayvancağız bir an yerden kalkamadı. Toparlanıp ayağa kalkan kedinin ardından kaldırımda yürümeye başladım. Sokak lâmbaları ve mağazaların vitrin ışıkları yanmaya başlamıştı. Büyük bir caddeye açılıyordu sokak. Trafik lambalarının yanında karşıya geçmek için bekleyen insanlar vardı. Kısa boylu ve şişman bir adam gelip ateş istedi. Sigarayı uzattım. Kırmızı ışık yanınca bende diğerleriyle birlikte karşıya geçtim. Diğer kaldırıma varınca kalabalığın çoğu vapur iskelesiyle otobüs duraklarına yöneldi. Az önce benden ateş isteyen adam ve bir iki kişi biraz daha burada kalmaya karar vermiş olacak ki meyhaneler sokağına, balık pazarına saptılar. Belki hiç evlerine dönmeyecek sabaha kadar anason kokulu bir meyhanede kafayı çekip, patronlarına söveceklerdi. Belki birkaç kilo istavrit alıp kayalıklarda soluğu alacaklar, elleri ceplerinde titreyerek mangal yapacaklardı. Kim bilir? Canım eve gitmek istemiyordu. Göbekli adamı takip etmeye karar verdim. Arkadan usulca yanaşıp onun hikâyesini yazmayı istediğimi söyleyip nerden gelip nereye gittiğini, ne iş yaptığını belki de o kadar büyük bir göbeği nasıl yaptığını soracaktım. Ancak ne var ki bütün bu gereksiz soruları soracağımı anlamış olacak ki hemen sokağın başındaki terziye giriverdi. Biraz bekledikten sonra vitrine yanaştım. Ahşap bir tezgâhın üzerine atılmış kumaş parçalarına bakıyormuş gibi yapıp içeriyi süzdüm. Kocaman bir masanın ardına oturup gazete okumaya başlamıştı adam. Birden üşüdüm. Hava adamakıllı soğuktu. Göbekli adamın hikâyesinden vazgeçtim. Terziden bir şey çalmış ta kaçıyormuş gibi koşar adımlarla durağa kadar yürüdüm. Uzun bir sıra yapmıştı insanlar. Anlaşılan kimsenin ayakta gitmeye niyeti yoktu. Fazla beklemeye gerek kalmadan otobüs geldi. Canım eve gitmeyi hiç istemiyordu. Hem eve gidip ne yapacaktım. Pencere kenarındaki sandalyesine oturmuş babam elinde gazetesiyle çoktan sızmıştır şimdi. Annem hep bir şeyler ördüğü şişleri elinden atmadan odama gelir. Gözlüklerinin üzerinden bakarak karnımın aç olup olmadığını sorar. Canımın istemediğini söylesem “hasta mısın” der. Sonra birden yemek bahsi kapanır. Usulca yanıma oturup falancanın kızından bahsetmeye başlar.”aman ne marifetli kız. Okumuş da... Tam bize göre. Gideyim, bir soruşturayım mı oğlum, ne dersin?” Biraz itiraz edecek olsam hemen gözleri dolar ve hep o ağlamaklı sesiyle başlar.”bizim bir ayağımız çukurda oğlum! Biz ölürsek nasıl evlenirsin sen? Hem ölmeden mürüvvetini görsek fena mı olur? Evlenmeyeceksin de ne yapacaksın. Şimdi gönül eğlendirmek hoştur. Vakit geçince istesen de evlenemezsin. İhtiyarlayınca…” hiçbir zaman sözünü tamamlamasına izin vermeden razı olurum. Birkaç gün sonra falancanın kızında bin bir kusur bulunmuştur. Yeni bir aday çıkana kadar evlenmek bahsi kapanmıştır.
Otobüs gelince çaresiz bindim. Sanki itiyorlardı arkamdakiler. Hani mevsim yaz olsaydı köşedeki dondurmacıdan iki liraya dondurma alıp sahilde denizi, martıları ve vapurları seyrederek yerdim. Hep aynı hayali bir gün karşı kıyıda demirlemiş şu kocaman yolcu gemilerinden birine binip uzak sahillere gitmenin hayalini kurardım. Sonra gözüme annemin ağlamaktan şişmiş gözleri gelir oturduğum kayalıklardan kalkıp evin yolunu tutardım. Parayı ödeyip en arkaya geçtim. Otobüs her zamanki gibi kalabalıktı. Daha ilk durakta hareket etmek bile zorlaşmıştı. Her gün aynı saatte aynı otobüse binice artık yolcuları tanımaya başlıyorsunuz. Hafta içlerinin o çalışan insanları kolları bacakları birbirlerine değerek ve hattâ kimi zaman kucak kucağa yolculuk ettikleri halde birkaç kelamı esirgiyorlar birbirlerinden. İşte onlardan biri kocaman gözlükleri ve garip şapkasıyla bizim profesör çoktan yerini almış. Profesör dediğime bakmayın. Belki bir devlet dairesinde memurdur. Bacakları arasına sıkıştırdığı eski bir deri çanta ve elinden hiç eksik etmediği gazete yüzünden ona profesör diyorum. Bir kaç sefer gazeteyi alırken kafamı uzatıp gördüğüm kadarıyla içinde birkaç dosya bir fotoğraf makinesi ve her mevsim bir şemsiye var. Bir gün yağmur yağsa da çıkarsa şu şemsiyeyi sanki otobüsün içinde ıslanacakmışız gibi açsa. Sonra durup dururken bana kendi hikâyesini anlatıverse. Nerden gelip nereye gittiğini, ne iş yaptığını, neden fotoğraf makinesi ve şemsiye taşıdığını anlatsa... Belki diyorum kendi kendime baba yadigârıdır şemsiye. Belki de ufak bir çisede hemen meydana doluşup bir liraya şemsiye satan çocuklardan almıştır. Yok canım! Koskoca profesör sanmam ki bir liraya şemsiye almış olsun. Ya fotoğraf makinesi?
–İzledin mi diziyi?
Hemen arkamda iki liseli kız konuşuyorlar. İsimlerin yabancı olduğundan anlaşıldığı üzere bir Amerikan dizisinden bahsediyorlar. Falanca kızı alıp kaçmış. Kasabaya kadar kilometrelerce yürümüşler. Adamlar köşe bucak bunları arıyorlarmış. Hattâ az kalsın yakalayacaklarmış da. Karanlığa iki üç el ateş edilmiş. Tam da orda dizi bitmiş.
Babam izlettirmiyor ki. Adi herif!
Birden üşüdüm. Camları mı açtı birisi. Bakıyorum yağmur çiselemeye başlamış dışarıda. Aç şemsiyeyi profesör. Islanacağız. Kızlar gülüşüyorlar. Babası belki bankadan yüklü bir kredi çekip ev almıştır. Akşamları işten yorgun argın dönüp o kanal senin bu kanal benim ekonomi haberlerini, açık oturumları izliyordur. Acaba faizler yükselecek mi. Ya yükselirse? Nasıl öder borcunu? Nasıl? Ya dizide ki herif? Ölür mü? “Yok, canım!”,“ölmez” diyor diziyi izleyen. O ölürse dizi biter. Ama adi herif izlettirmiyor ki!
Uzakta bir siren sesi var yaklaşan. Ambulans ya da itfaiye olmalı. Bu trafikte varacağı yere yetişebilirse aşk olsun! Profesör gazeteyi açıp okumaya başladı. Göz ucuyla bende bakıyorum. Petrolün varili fiyatı bilmem kaç doları bulmuş. Dolardaki düşüş bir türlü engellenemiyormuş. Sanki yastık altında binlerce dolarım ya da bodrum katta petrol varillerim var. Sanki benzine zam geldi diye patron maaşımızı artıracak ya da fırıncı ekmeğe zam koyacak? Ev sahibi biraz daha mı arttıracak kirayı? Profesör kafayı kaldırıp suratıma bakıyor.”hiç olur mu?” der gibi. Olmaz tabi. İneyim mi şu durakta. Sabahlara kadar dolaşayım mı sokaklarda. Sonra bir sabahçı kahvesine oturup… Orta sıralarda bir bebek birden bağıra bağıra ağlamaya başladı. Bu soğukta neden dışarı çıkarmış bebeği? Belki hastaneden geliyorlardır. Kız mı erkek mi acaba? Hala ağlıyor küçük bebek. Yolculardan bir kaçı homurdanmaya başlıyor. Kadın mahcup mahcup bakıyor etrafa. Muavin dayanamayıp bağırıyor.
Abla sustur şu çocuğu artık!
Aaa! Ne yapsın ayol! Bebek bu…
Salı pazarından dönen bir kadın elindeki poşetleri bir çocuğa verip genç kadından bebeği istiyor. Bir anlaşılmaz ninniye başlıyor. Profesör kafasını kaldırıp bebeğin ağladığı yere bakıyor. bir şeyler söylerse ensesine bir tokat atmaya karar veriyorum. Sonra yeniden gazetesine dönüyor. “Polis cinnet geçirdi. Kayınpederini…” Bir gün bende cinnet geçireceğim. Fakat önce kimi vurmalı? Kimden başlamalı? Herhalde ev sahibi olurdu. Kirayı üç yüz liradan dört yüz elli liraya çıkardı diye. Sonra sokağa çıkar bayat leblebileri kilosu bilmem kaç liradan satan bakkalla devam ederdim işe. Hazır cinnet geçirmişken patronun evine de gitmeli. Sonra şu profesör… Nerde oturuyor acaba?
Bebek sustu. Fakat bu sefer de neredeyse otobüse bindiğimden beri kesik kesik sesini duyduğum ambulans ve itfaiye yanaştı yanımıza. Sıkışık trafikte kendilerine yer arıyor, emniyet şeridini işgal etmiş arabalar yüzünden zar zor ilerliyorlardı. Yolculardan bir kaçı camı açıp ambulansla itfaiyenin geçişini engelleyen araba sahiplerine sövmek bile istediler. Profesör sakindi. Kısık sesle sadece “yazık oldu” dedi. “Çoktan ölüp gitmişlerdir” Liseli kızlar hararetle yılın modasından bahsediyorlardı. Geçenlerde mağazanın birinde yüzeli liraya bir ayakkabı görmüş diziyi izlemeyen. Yarın diyor okul çıkışı gidip alalım. Birden patronun suratı aklıma geliyor. “Haftada yüz elli lira neyine yetmiyor koçum!” Ah bir cinnet geçirsem!
Mahalleye iyice yaklaşmıştık. Hattâ hep benden bir durak önce inen profesör gazetesini katlayıp deri çantasına koyduktan sonra ayaktaki yolculardan müsaade isteyerek kapıya yanaştı. Az sonra bütün o gazete haberleriyle birlikte arabadan indi. Takip eden durakta bende indim arabadan. Rüzgâr esiyordu. Üşüdüm. Köşeyi dönünce apartmanın önünde bekleyen kalabalığı fark ettim. Otobüsteyken yanımızdan geçen itfaiye ve ambulans da oradaydı. Ne olduğunu anlamak için apartmana baktığımda donakaldım. Her zaman babamın önünde oturup uyukladığı pencereden alevler yükseliyordu. Kalabalığı yarıp yukarı çıkmak istediğimde polisler izin vermediler. Az sonra itfaiye erlerinin taşıdığı iki sedyede anne ve babamı çıkardılar. İkisi de tanınmaz haldeydi. Yağmur yağıyordu. Islak kaldırımın üzerine oturup hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladım. Adamın biri boynuna astığı fotoğraf makinesiyle yanıma yanaşıp;
Ben gazeteciyim. Başınız sağ olsun! Ölenler neyiniz oluyordu?
Dedi. Kafamı kaldırıp baktım. Profesör şemsiyesini açmış karşımda duruyordu.
(Sokak Kedisi)
|