??LEME Soner Kaya Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2009
Esmer ve zayıf bir köy çocuğuydu. Etsiz yüzünü canlı kılan gözleri siyah birer misket gibi parıl parıldı. Sürekli dudaklarını yalayıp durduğu için dudakları gözlerine inat kupkuruydu. Kulak memeleri, her daim çekildiğinden kulaklarına göre biraz daha iri ve renkliceydi. Güneşin bozarttığı saçları, hiç yerinde durmayıp sürekli koşuşturduğu için sırılsıklam olurdu her vakit.
Kirden gri görünen beyaz yakalığı, kendi teni gibi bozarmış olan önlüğünün üstünde seçilmekteydi her şeye rağmen.
Kendisi de yakalığının biraz fazla kirli olduğuna inandığı için birisi dikkatlice yakalığına bakacak olursa hemen utanır, sıkılırdı. Ve derken hırçınlaşır, ilk fırsatta etrafına zarar verirdi. Bu hassaslığına rağmen, pantolonunda fakirliğinin ispatıymış gibi duran kocaman yırtıkları hiç önemsemiyordu. Evet, tahtaya çıktığında önde oturan kızların dizlerine baktığı anların dışında bu kocaman yırtıkları hiç önemsemezdi... Sadece o anlarda fakirliğin utanılacak bir şey olmadığını unutuyordu ve hemen büyüyüp para kazanmayı, güzel elbiseler almayı sonra pantolonundaki kocaman yırtıklara bakan şu kızlardan hiç olmasa birinin karşısına çıkmayı istiyordu. Onun dışında annesinin hep söylediği cümlenin, fakirlik ayıp bir şey değil, doğruluğuna inanıyordu. İşte bu inançla koşturup duruyordu her fırsatta. Hiçbir koşmalı oyunu es geçmiyor, her oyunda liderliği üstleniyordu.
Yeni öğretmenin geldiği gün herkes gibi o da heyecanlanmıştı. Yeni öğretmenini merak ediyordu hâliyle. O merakla vaktin nasıl geçtiğini bilememiş, bir anda kendini sınıfta bulmuştu. Derken arkadaşları gibi kendisi için de hayli zevkli geçecek ders başlamıştı. Öğretmen, ufak tefek garip emirler (!) verdi ama en azından dayak ve azar yoktu. Ders bittiğinde hâlinden memnundu, ta ki aynı zamanda komşusu olan sıra arkadaşından top isteyene kadar. Arkadaşına,
“Serkan oğlum topu ver haydi!”dediğinde öğretmeninin bunu duyacağını hiç düşünmemişti. Bunu düşünmeden hareket ettiği için kendisine kızdığında öğretmeni onu yanına çağırmış, nasıl konuşması gerektiğini anlatıyordu.
“...Arkadaşından bir şey isterken nazik olman daha doğru değil mi sence de? Bundan sonra bir şey isterken 'Lütfen!' demeyi unutma, olur mu?”
Öğretmeninin sözleri karşısında afallamıştı. Arkadaşlarının içinde kendisini uyardığı için kızmak istiyordu ama yapamıyordu. Kendisini önemseyip konuştuğu ve herhangi bir şiddet uygulamadığı için teşekkür etmek istiyordu ama bunu da yapamıyordu. Hâline bir anlam vermeye çalışırken zil çalmıştı. Ve öğretmenine teşekkür etme düşüncesini kafasından atmıştı. Çünkü teşekkür edecek bir şey yoktu. Aksine küçük düşürüldüğü (!) için kızması gereken bir durum vardı. Kendini geçmişe hasret kalacağı günlerin beklediğine inanmaya başlamıştı.
Aslında giden öğretmeni falan özlediği yoktu. Giden öğretmen “Sallabaşını al maaşını!”zihniyetine yakın olmasa da idealist öğretmene yakın olduğu da söylenemezdi. Yapması gereken her şeyi angarya gördüğü için ürünlerinde sevgi sihri eksik olurdu hep. Belki de bu yüzden öğrencisi de onu hiç sevmezdi. Ancak yeni gelen öğretmenle aralarında daha farklı bir sorun vardı. Sorunun ne olduğunu tam bilmiyordu ama bildiği bir şey vardı ki yeni gelen öğretmenin canını sıktığıydı. Sürekli onunla uğraşıyor, gözünü ondan ayırmıyordu. Tıpkı eski öğretmenin ilk geldiği zaman yaptığı gibi... Ancak yeni gelen öğretmenin üslubu biraz garipti (!). Sürekli uyarıda bulunmasına rağmen garip bir sıcaklık vardı cümlelerinde. “Yapın!” ya da “Yapmayın!” demiyordu asla. Bunun yerine daha tatlı uyarılar kullanıyordu. Ancak bu uyarılarda bir emrivaki sezildiği için öğretmenin bu tatlı uyarıları bile ona çok geliyordu.
“Yakalığını düzeltirsen daha yakışıklı görünürsün!”,
“Sessiz olur musun, arkadaşların rahatsız olabilir?”,
“Ödevini hep eksik yapıyorsun, bu beni üzüyor.”gibi cümleleri duymaktan bıkmıştı iki günde. Garip bir durumdu. İnsanın karşı gelesi geliyordu ama an geçmiyordu ki bu düşüncesinden ötürü pişman olup utanmasın. İki arada bir derede kalıyordu. Emirlerden nefret ederdi. Kolay kolay da hiçbir emri yerine getirmezdi. Bu emirleri de yerine getirmek istemiyordu. Fakat bunlar garip emirlerdi. Yani emir gibi değildi. Rica gibi hiç değildi. Kafası allak bullaktı. Ne yapacağını bilmiyordu ama bir şeyden emindi: giden öğretmeni, yeni öğretmenine kendisi hakkında pek hayırlı olmayan yani oldukça objektif bilgiler vermişti. Evet, evet... Aynen böyle olmuştu. Yoksa niye bu kadar uğraşsındı ki kendisiyle? Hem de ilk günden...
Devam eden günlerde öğretmeni o garip üslubuyla (!) bütün arkadaşlarını “Lütfen!”i kullanmaları konusunda uyardı. Kendisine yönelik özel bir uygulama yoktu lakin gene de öğretmenin gözünü üstünde hissediyordu. Bir şey yapsa hemen öğretmeni garip üslubuyla (!) uyaracaktı sanki. Nitekim öğretmeninin kendisini izlediği düşüncesinin kafasında olmadığı bir teneffüste özgürce oynuyordu. Oyun gereği peşine tazı düşmüş tavşan gibi koşarken birinci sınıflardan birine çarptı. Çarpış da ne çarpış hani... Kızcağızın bizimkinin kafasına çarpan kaşı, yere düştüğünde çoktan yarılmıştı. Beri yanda bizimki bir sineğe çarpmış da fark etmemiş gibi koşmaya devam etti. Ancak bir süre sonra aklına aniden öğretmeni geldi. Olayı duyunca ne yapacaktı acaba? Önce, “Her zamanki garip üslubuyla (!) uyarır herhâlde.” diye geçirdi içinden. Fakat hatasının bu sefer hayli büyük olduğuna inandığından bu düşüncesini hayli iyimser buldu. Ardından öğretmenin her zamanki gibi yumuşak olmayacağına kanat getirdi.
Olayı öğrenen öğretmeni onu yanına çağırdı. Olayı bir de ondan dinledikten sonra biraz kızdı. Ama kızdığı şey kıza çarpması değil, özür dilememesiydi. Öğretmeni gene de sakin davrandı. Dayak atmayı bırakın en ufak hakaret bile etmedi. Sadece o her zamanki garip üslubuyla (!) böyle durumlarda “Özür dilemek gerek.”diye anlatmaya çalıştı. O da anladı. Evet, bu öğretmeni kızdırmamak çok kolaydı. “Lütfen” ve “Özür dilerim”demek yeterliydi bunun için. O günden sonra ara ara unutsa da bu iki sözcüğü kullanmaya dikkat etti. Öğretmeniyse kullanmadığı zamanlara denk gelince uyarmaktan geri durmadı.
Öte yandan zaman zaman öğretmenine karşı iyi şeyler hissedecek oluyordu. Mesela öğretmenini hayli yakışıklı bulmaya başlamıştı. Üstelik çok da şık giyiniyordu. Tahtaya esmer ve zayıf, pantolonunun dizleri yırtık olarak çıkmayı değil de böyle öğretmeni gibi şık ve yakışıklı çıkmayı ne kadar isterdi... O zaman önde oturan kızlar, dizlerinden yayılan fakirliğe değil göz alıcı şıklığına bakardı. Ayrıca öğretmeni çok da nazikti! Bütün bunlar öğretmenine karşı gizliden gizliye bir hayranlık, bir saygı duymasına neden oluyordu. Bu hislerin sonu sevgiye varacaktı besbelli. Ancak o, bu hisleri yok etmeye çalışıyordu. Çünkü o bir öğretmeni sevemezdi; hiçbir öğretmenin onu sevemeyeceği gibi(!)...
Günlerini öğretmenini sevse mi sevmese mi diye düşünerek geçiriyordu. Öyle ki başka hiçbir şey yapmıyordu. Teneffüslerde hiçbir koşmalı oyuna iştirak etmez olmuştu. Bu yüzden terlemiyordu. Saçları daha canlı ve yakalığı daha temizdi artık. Ama düşünceliydi her zaman...
Bir gün derste kaleminin ucu kırıldı. Kalem açacağı yoktu. Yanında oturan Serkan'a
“Kalem açacağını ödünç verir misin, lütfen?”dedi. Bu esnada öğretmen başka şeyle ilgilenmekteydi. Kalem açacağı Serkan'dan aldıktan sonra kalemini açmak için parmak kaldırıp öğretmeninden izin aldı. Çöp kutusunun yanına gitti. Kalemini açtı. Hoplaya zıplaya yerine gitti. Mutluydu. İçindeki o çocuksu mutlulukla daha yerine oturmadan kalem açacağı Serkan'a atarak,
“Al, Serkan!”dedi. Bunun gören öğretmeni onu hemen yanına çağırdı. Öğretmenin yanına giderken “Lütfen demem mi gerekiyordu yoksa özür dilerim mi?”diye düşündü bir an. İkisine de gerek yoktu. İyi ama öğretmen neden çağırmıştı ki o zaman?
Öğretmeni yanına gelince ona birisinden bir iyilik gördüğü zaman teşekkür etmesi gerektiğini her zamanki o garip üslubuyla (!) anlattı ve en sonunda,
“Bundan sonra 'teşekkür ederim'i sık sık kullanırsan mutlu olacağım!”dedi.
Öğretmenini bir türlü anlayamıyordu. Ne kadar garip şeylerden mutlu oluyordu! Ama dediğini yapa-caktı. Geldiği günden beri tek kez dövmemişti onu. Dövmek bir kenara bir kerecik olsun hakaret etme-mişti. Üstelik sadece kendisine değil hiçbir arkadaşı-na yapmamıştı bunları. Ayrıca öğrencilerini önem-siyor, onlarla yetişkin adamlarmış gibi konuşuyordu. Hem yapıldığı zaman insanı mutlu eden şeyleri emrediyordu(!) hep. Bu yüzden istediği şeylerin yapılmasında bir sakınca yoktu bizimkine göre.
*
Günler geçiyordu. Artık gerektiğinde hiç çekinmeden “Lütfen”, “Özür dilerim” ve “Teşekkür ederim” diyordu. Üstelik öğretmeni olmayınca da bunları kullanıyordu. Ayrıca evde de bunları kullanmaya başlamıştı. Başlangıçta kardeşleri, annesi hattâ babası dalga geçtilerse de bir süre sonra onlar da övünmeye başladılar oğullarının bu davranışından. Eve misafir gelince 'Göster ablalara maharetini!' tadında cümleler kurarak çocuğu bu yönde teşvik ediyor, istekleri yerine gelip de gururları okşanınca da gizli bir kasıntılık içine giriyorlardı.
Oysa dayak ve hakaret dolu günlerini unutmaya başlamıştı. Derse katılıyor, kimseyi rahatsız etmiyor-du. Teneffüslerde çok oynayıp terlememeye özen gösteriyordu. Kimseye ilişmiyor, kimseyle didişmi-yordu. Tam anlamıyla durulmuştu artık. Hattâ onun bu durulmuşluğunu fırsat bilen arkadaşları geçmiş günlerin hıncını çıkıyormuşçasına ona rahat vermez-ken bile o sabrediyor ve öğrendiği üç şeyi düşünü-yordu sadece. Aklında ve gönlünde yalnız bu üç şey vardı: 'Lütfen!', 'Özür dilerim!' ve 'Teşekkür ederim!’
Bir gün derste okuma çalışması yapılıyordu. Herkes kendilerini sevgi ile yoğurmaya çalışan idealist öğretmenlerinin hayallerini yıkmak istemiyormuşçasına harıl harıl kitap okuyordu. Sınıfta iki şeyin sesi vardı sadece. Birincisi, sayfalar çevrilirken çıkan ve gerçek bir okura keyif veren ses; ikincisi, o yaştaki çocukların kitap okurken dudakla-rını oynatmalarından dolayı çıkan ve bir dervişin 'Huu...'sunu andıran sesti. İnsana huzur verme ihtimali hayli yüksek bu iki sesle kuşatılan çocuk, aklında o üç şey dalıp gitmişti. Zihninin derinlikle-rinde bir yerde o üç şeyle bir ritim tutturmuş, dünyadan kopmuştu. Bu ritim ona öyle güzel şeyler yaşatıyor olacaktı ki yüzünde neşe dolu anlara has bir ifade vardı. Derken öğretmeni onun kitap okumadığını gördü. Canı sıkıldı. Ve ona üst perdeden adıyla seslendi. Adını duyan çocuk hayal âleminden öyle bir koptu geldi ki o hengâmede adının neden telâffuz edilmiş olabileceğini tasavvur edemedi.
“Kesin birinden bir şey istedim.” diye düşündü önce ve yüksek sesle, “Lütfen!”dedi. Salise geçme-den buna gerek olmadığını anladı. Derken, “Kesin özür dilemem gereken bir durum var!”diye düşündü. Akabinde, “Özür dilerim!”sözcükleri döküldü ağzın-dan. Yine saliseler geçmedi ki buna da gerek olmadı-ğına kanaat getirdi “O zaman 'Teşekkür ederim' de-mem gerek!”diye düşündü ve son şansını kullanarak, “Teşekkür ederim!”dedi. Oysa bunların hiçbirine ge-rek yoktu. Başka zaman olsa öğretmeni ismiyle sesle-nildiği zaman 'Efendim' demesi gerektiğini her za-manki o garip üslûbuyla (!) anlatırdı. Ancak durum öyle garipti ki çocuğun ağzından 'Teşekkür ederim!' sözcükleri çıktıktan sonra öğretmeni kendini tutama-dı ve gülmeye başladı. Çocuklar zaten zar zor dikkat-lerini toplayarak okudukları kitaplarındaki âlemler-den kopup gelmişti çoktan. Derken onlar da olanlara anlam verdiler ve gülmeye başladılar. Az sonra bu gülmeler kahkahaya dönüştü. Tabiî bunun öncülü-ğünü de öğretmenin kahkahası yaptı. Bütün bunlar olurken bizimki önce ne yapacağını şaşırdı. Utandı, sıkıldı. Sonra o da hâlinin komik olduğuna karar verdi. Önce gülümsedi. Sonra kahkahalara eşlik etti.
|