Bir y?yk d??m?? Anadolu'ya, Hind diyaryndan... Mustafa Kınıkoğlu Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
Müdürüm, bir projeye destek olmam için Hindistan'a gidebileceğimi söyleyince, dışarıdan duyulacak şekilde çok hevesli olduğum anlaşılmasın diye, farketmez havalarında "tabiî" dedim. Ama içimden geçen duygular farklıydı.
Belki hatırlarsınız, bir önceki sayımızda Londra'ya yaptığım bir seyahatin notlarını paylaşmıştım sizlerle. Hattâ o notları Yeni Delhi'de kaleme aldığımı da yazmıştım. Bu seyahatten sonra, farklı kültürlerdeki her yerin, gezilip görülecek yerleri çok olmasa da, gidilebileceği düşüncesi oluştu bende.
Hindistan'a gitmek o yüzden hiç sorun değildi. Neden sorun olsun ki diyenleriniz vardır. Şirketimizden daha önce Yeni Delhi, Mumbai gibi şehirlere gidenler, benim gitme ihtimalim üzerine "Ne işin var, sıcak bir yandan, koku, pislik bir yandan, aç da kalırsın" gibi yorumlarını iletmeye başladılar. O yüzden hevesli olmam veya en azından sorun yapmamam onlar için garipti.
Ancak benim yeni kültürler görme merakım harici, ikinci bir sebebim daha vardı Hindistan'a gidişime sevinmem için. O da, İstanbul'da bir kaç yıl her hafta sohbetine katıldığım, çok değerli bir ağabeyimin Yeni Delhi'de olmasıydı. Bülent Ağabey, dört yıl önce İstanbul'dan ayrılmıştı ve ailesi ile beraber Delhi'ye "hicret" etmişti.
İlk önce gideceğimi haber vermeyip, büyük bir sürpriz yapmak niyetindeydim. Ancak bir arkadaşımın "Belki İstanbul'dan bir ihtiyacı vardır." demesi ile fikrim değişti. Hemen bir e-posta ile geleceğimi haber verdim. İyi ki de vermişim, ailesi onlar için bir çanta hazırladı ve havaalanında bana ulaştırdılar. Muhtemeldir içinde Hindistan'da olmayan bizim damak tadımızın vazgeçilmezleri vardı.
* * *
Yine geçen yazımdan hatırlarsanız, uçaklara karşı bir merakım var. Gezi yazılarımda (daha ikinci yazı ama hemen gezi yazıları oldu) kısa da olsa uçaklardan bahsetmek ayrı bir güzellik benim için.
Londra'ya gidişimde özellikle Boeing 777'yi seçmiştim erken saatte kalkmasına rağmen. Kısa mesafe seyahatlerde sürekli kullanılan Airbus 321 veya Boeing 737'lerin de menzili Londra için uygun ancak dört motorlu Airbus A340'dan bile büyük olan 777'lere binmek benim için ayrı zevkti.
Kısmet, normalde Yeni Delhi'ye Airbus A330'lar uçarken, sanırım o dönemde 330'ların bakımda olmalarından dolayı yine bir 777 ile uçtuk Delhi'ye. Pazar akşamı 18.45'te İstanbul'dan kalktık ve ertesi sabah 04.00 sularında Delhi'ye indik. Dönüşte de daha önce binmediğim A340'la uçmak seyahate güzel bir nokta koydu.
* * *
Uçak seyahatlerinde genelde cam kenarını seçerim. Bulutları, binlerce metre aşağıdaki hayatları düşünmek ayrı bir tat, bazen de hüzün bırakıyor insanın gönlünde. Bulutlara bakarken içimden geçiriyorum, acaba gökyüzü sakinleri buralarda mı yaşıyor?
Türkiye'nin doğusu, İran, Afganistan, Pakistan üzerinden geçiyor uçuş hattı. Gece, belki İran üzerindeyiz, belki Afgan hava sahasına girdik. Aşağıda parıltılar... Benim kafamda yine aşağıdaki hayatlar...
Uçak alçalmaya başladığında bir sis tabakası içinde, düz bir şehir karşıma çıkıverdi. Delhi'yi sisler kaplamıştı. Kalacağımız otelden gönderilen araç ile otele transfer olduk. Gün doğmuştu.
Birkaç saat uyumak için sözleştik arkadaşlarla. Ancak benim plânım, daha erken kalkıp hemen emaneti yerine ulaştırmaktı. 3 saatlik bir dinlenmeden sonra çantayı kaptım ve lobiye indim. Daha önce aldığım adresten ve google haritasından baktığım kadarı ile gideceğim yer yürüme mesafesindeydi. Ancak yine de lobideki görevlilere adresi sordum. İyi ki de sormuşum, baktığım yerin hatalı olduğunu, gideceğim yerin uzakta olduğunu öğrendim.
Ve Delhi'ye gün ışığında atılan ilk adım... Bindiğim taksiye adresle beraber taksimetreyi de mutlaka açmasını söyledim. Yurt dışında böyle durumlarda hoş olmayan sürprizlerle karşılaşılabiliniyor. O yüzden tedbiri elden bırakmamakta fayda var.
Taksiler İngiliz taksilerini andırıyor, onlara göre biraz daha ufaklar. Öğrendiğime göre çoğu da bir İngiliz markasıymış zaten. Trafik de soldan akıyor.
Takside dikkatimi çeken aracın konsoluna konulmuş aksesuarlardı. Buda heykeli, Buda resimleri.. Hindistan din açısından "zengin" bir ülke. Değişik inançlar, mezhepler var. Aksesuarlardan biri de nazi sembolü olan SS resmiydi. Sonradan öğrendim, o da Budizm’le ilgili bir sembolmüş.
Ve Delhi trafiği... Otelden çıktıktan sonra bende Hindistan'la ilgili en büyük izlerden birini bırakacak olan trafik ile karşılaştım. Delhi trafiği gerçekten ilginç... Araçlar bir birlerine teğet geçiyorlar çoğu zaman. Çoğu aracın dört yanı çizilmiş. Üstelik araçlarda neredeyse yan aynalar hiç yok. Böyle olunca teğet geçmeleri kaçınılmaz zaten.
Ancak ilginç olan Hintliler trafikte hiç agresif değiller. O kadar badire atlatılıyor her dakika, ancak ne karşılıklı bağırma, ne camdan koca sopa çıkarma... Böyle şeyler olmuyor. Bir keresinde tek aracın geçebileceği yerde iki araç karşılaştık. Biraz beklediler, içimden dedim buraya kadar, şimdi kapışacaklar... Ama hayır, birisi geri çekildi, normal konuşma tonu ile birbirlerine bir şeyler söylediler ve herkes yoluna devam etti.
Delhi yollarında en çok göreceğiniz şeylerden biri de dilenciler. Hindistan zengin-fakir uçurumunun çok fazla olduğu bir ülke... Nüfusu da fazla olunca metrekareye düşen dilenci sayısı da fazla oluyor. İstanbul'da gerekli uyarıyı almıştım, eğer birine para verecek olursan onlarcası yanına toplaşabilir.
Daha ilk ışıkta durduğumuzda, bir anne kucağında bebeği ile araca yaklaştı ve elini açtı. Para vermeye niyetim yoktu ama cebimde ziyaretine gittiğim ağabeyimin çocukları için aldığım gofret ve bisküviler vardı. Gofreti anneye uzattım. O gofret o ufaklığın nasibiymiş demek.
Eğer taksiye biniyorsanız kapalı kabinde trafiğin "zevkine" bir yere kadar varabiliyorsunuz. Ancak asıl zevki "rikşaya" binince tadıyorsunuz.
Rikşa, bizim triportör olarak bildiğimiz üç tekerlekli bir araç. Hindistan, Malezya, Bangladeş gibi ülkelerde sık kullanılan bir ulaşım aracı. Taksiye göre daha ucuz. Yolcunun oturduğu bölüm açık... Sadece üstünde tente var.
İlk kez çalışacağımız yere giderken bindik rikşaya. Ve asıl o zaman anladım Delhi'de trafik ne anlama geliyor. İlk gün tesbitimi yapmıştım zaten, Delhi'de trafik atari oyunu gibi. Siz oyunun içindesiniz, bir sağa bir sola gidiyorsunuz, üzerinize arabalar, kamyondan bozma Tata marka otobüsler geliyor. İlerlerken sola bir bakıyorsunuz, 10 santim yanınızda her tarafı yağlarla kaplı debriyaj, gaz pedalları ve onun üstünde terlikleri ile bir otobüs şoförü. Otobüsün şoför mahallinin o kısmı tamamen açık olduğundan böyle bir manzarayla karşılaşabiliyorsunuz. Arabalarla teğet geçe geçe ilerliyorsunuz.
Hindistan'da ulaşım ve Telekom hizmetleri ülkemizdekine göre hayli ucuz. Özellikle rikşa için pazarlık yapılınca çok küçük miktarlara ulaşım sağlanabiliyor. Ancak pazarlık yapmadan binerseniz yüksek bir fiyat isteyebiliyorlar. Örneğin ülkemizde 10 liraya gidilecek mesafeyi sadece 2 liraya gidebilirsiniz.
Hindistan'da şehirlerarası hizmet veren taksiler de mevcut. Bunlar da hesaplı miktarlara hem güvenli hem rahat bir yolculuk yapmanızı sağlıyor. Ben İmam-ı Rabbanî Hz.lerinin kabrine gitmek için böyle bir girişimde bulundum ancak Delhi'ye beş saatlik bir mesafede olmasından dolayı gerçekleşemedi. Örneğin, Delhi'den İmam-ı Rabbanî'nin türbesinin bulunduğu Serhend'e 130–140 dolara taksi tutabiliyorsunuz.
Gündüzleri çalışarak geçen günlerin akşamlarında Bülent Ağabey ile buluştuk. Orada yaşayan diğer Türk arkadaşları ile tanıştık, Delhi'ye öğrenci olarak gitmiş bir arkadaşın restoranında tavuk döner yedik, çay içtik.
Esas gezimizi ise hafta sonu yaptık. Aslında şirketten arkadaşlarım ile Hint tapınaklarını kapsayan bir gezi plânlıyorduk ama Bülent Ağabey'den gelen yorum reddedilecek gibi değildi: "Ne yapacaksın tapınakları, ben seni mübareklere götüreceğim"
* * *
İlk olarak içinde Nizâmeddin Evliyâ hazretlerinin kabrinin de bulunduğu dergâha gidiyoruz. Dergâh müslümanların yaşadığı bir bölgede... Hindistan'ın yaklaşık % 20’si ki bu oran iki yüz milyonun üzerine tekabül ediyor, müslüman...
Dar sokaklar, açıkta satılan yemekler, dilenenler, keçiler... Müslüman mahallesinin sokaklarında bunlar karşılıyor bizi. Dergâhtaki büyüğü ziyaret için bizim kapalı çarşı misali dükkânların arasından geçiliyor. Çoğunda gül yaprakları satılıyor. Burada kabirlere gül atmak bir sevgi, hürmet göstergesi olarak gelenekleşmiş. Ziyaret ettiğimiz kabirlerin çoğu gül yaprakları ile kaplı...
Dergâhta dua edenler, yemek yiyen fakirler var. Hayli kalabalık. Hindistan'daki mübarek kabul edilen yerler için bir kural var, sadece mescit ve türbeye değil onların bulundukları avluya da ayakkabı ile girilemiyor.
Nizâmeddin Evliyâ hazretleri, Çiştiyye tarikatı silsilesindeki önemli velilerden bir tanesi. Hindistan'da doğmuş bir tarikat olan Çiştiyye, Muînüddin Hasan Çiştî tarafından kurulmuş.
Dergâhtaki mescitte iki rekât namaz kıldıktan sonra gezimize devam ediyoruz. Çıkışta peşimize iki dilenci takılıyor. Bülent Ağabey tecrübeli, az da olsa verdiğimizde peşimize onlarcası takılacak. Vermemek için ne kadar inat ettiysek de dilencilerden tamamen karalara bürünmüş bir tanesi bizim gibi kararlı. Peşimizi bırakmıyor. "Baba, baba" diye sesleniyor sürekli. Onların dilinde de mânâsı aynı demek ki. Aracımıza kadar bu ısrar devam ediyor, en sonra araca binerek kendimizi garantiye (!) aldıktan sonra Ağabey birkaç rupi uzatıyor.
Nizâmeddin Evliyâ Hz.'nin makamından sonra sırada Şah Abdülkadir Hz.lerinin kabri var. Burada da gelenek bozulmamış, hem hazretin hem de diğer kabirlerin üstünde gül yaprakları var.
İkindi gibi oradan çıkınca soluğu, Delhi'nin ünlü Lodhi bahçelerinde alıyoruz. Açıkçası ilk gördüğümde şaşırdım. Delhi'de kimi yerde düzensizlik ve kargaşa had safhada iken, bu park gibi bazı yerlerde de tam aksi bir durum var... Parkın içinde Sikandar Lodi tarafından yapılmış bir cami... Şu an kullanılabilir durumda değil. Kirişlere işlenen Arapça yazıların -sanırım Kur'ân’dan ayetler- çoğu halâ sağlam ve okunabilir durumda.
Lodi bahçelerinden çıktıktan sonra ilk olarak küçük bir mescide gidip ikindiyi kılıyoruz. Bu küçük, çok da bakımlı gözükmeyen mescit, tam da Delhi'nin en önemli bulvarlarının birinin dibinde bulunuyor. Bu bulvar bir tarafında parlamentonun, diğer tarafında ise Indian Gate, Türkçesi ile "Hint Kapısı" dedikleri büyük anıt. Parlamento tarafından bakıldığında Indian Gate'e doğru uzanan bulvar ayaklarınızın altında güzel bir görüntü veriyor. Resimlerinden gördüğüm kadarıyla Paris'in ünlü Şanzelize'sini ne kadar andırıyor bu bulvar?
Hava kararırken bugünlük bu kadar yeter diyoruz. Ertesi gün aynı hızla devam inşallah..
* * *
Ertesi gün ilk olarak Delhi'nin en büyük camisi olan Jama (Cuma) mescidinin bulunduğu mahalleye geliyoruz. İnşallah bu camide öğle namazını kılacağız, ama önce buradaki bir dergâhı ziyaret ediyoruz.
Mahallenin girişine arabayı bırakıp, bir rikşaya atlıyoruz. Ancak bu rikşa motorsuz, bir bisikletle çekiliyor. Ağabeyin ve benim kilolarımız toplamını düşününce adamcağızın işi zor diyorum ama bana mısın demiyor.
İlk olarak dergâhta medfun mübarekleri ziyaret ediyoruz. Burada altın silsileden mübarekler yatıyor. Mazhar-ı Cânı Cânan Hz., Abdullah Dehlevî Hz... Bu iki Allah dostu Anadolu insanına yabancı değil. Çünkü Anadolu'daki tarikatların bir çoğunun silsilesinde yer alan Mevlânâ Halidî Bağdadî Hz., Abdullah Dehlevi Hz.'nin müridi. Abdullah Dehlevi hz.'leri de Mazhar-ı Cânı Cânan Hz'lerinin talebesi.
Evet, İmam-ı Rabbanî hazretlerinden gelen ışık, Mazhar-ı Cânı Cânan Hz. ve Abdullah Dehlevî hz.'den sonra Mevlânâ Halidî Bağdadî hz.leri vesilesi ile Anadolumuz'a gelmiş. Bunu bilerek onların makamında olmak ayrı bir güzellik benim için. Allah şefaatlerine eriştirsin.
Bu dergâhta, yine İmam-ı Rabbani hz.lerinin soyundan gelen kırklı yaşlardaki şeyh ile tanışıyoruz. Eski medreseleri anımsatan çalışma odasında bize meyve suyu ikram ediyor. Sıcak havada serin serin çok da makbul olmuştu doğrusu. Biraz muhabbet ettikten sonra Jama mescidine gitmek üzere ayrılıyoruz.
Jama mescidi Hindistan'ın en büyük camisi. avlusuna türbelerde olduğu gibi ayakkabı ile giremiyoruz. Avluda bir havuz... İnsanlar o havuzdan abdest alıyorlar. Neredeyse cemaatte takkesiz kimse yok. Burada takke takmaya çok büyük önem veriyorlar.
Namaz sonrası durağımız yine halkımız tarafından bilindiğini tahmin ettiğim bir Allah dostunun kabri. Şah Veliyullâh Dehlevî.
Şah Veliyullâh Dehlevî Hz. büyük bir âlim. Yazdığı eserlerin bazıları dilimize de kazandırıldı. İlk aklıma gelen bir kaç sene önce kütüphaneme eklediğim "İslâm Düşüncesinin İlkeleri" adlı eseri.
Şah Veliyullâh Dehlevî Hz.lerinin bulunduğu yerde, avluda kriket oynayan gençler dikkatimi çekiyor. Bizim memleketimizde sokaklarda oynanan futbol neyse Hindistan'da da kriket o.
Bugünün son durağı, bir müslüman mezarlığı içinde yer alan Seyyid Nur Bedayûnî Hz.lerinin kabri. Bedayûn'i Hz.leri de altın silsileden... Ve daha önce ziyaret ettiğimiz Mazhar-ı Cânı Cânan Hz.lerinin mürşidi. Böylece, Mevlânâ Halidî Bağdadî Hz.lerine uzanan silsilenin üç halkasının makamlarını ziyaret etme bahtiyarlığına erişmiş oldum. Seyyid Nur Bedayûnî, Mazhar-ı Cânı Cânan ve Abdullah Dehlevî hz.leri...
* * *
Hindistan'ı gördükten sonra ağabeye sormadan edememiştim, buralarda nasıl yaşıyorsunuz diye? O da "Büyüklerin himmeti olmasa, dayanamayız." demişti. Bu ziyaretleri yaptıktan sonra ne demek istediğini daha iyi anladım.
Her ne kadar akşam otele yorgun da gelsem, bir iki saatlik uyku sonrası dönüş uçağına yetişmek için yola çıkacak da olsam, yorgunluğuma sonuna kadar değecek iki gün yaşadım. Şimdi yazarken daha iyi anlıyorum onların yanında bulunma bahtiyarlığını. Allah şefaatlerine eriştirsin inşallah.
Ve düşünüyorum... Bir tarafta düzenli, tertipli, modern Londra... Bir tarafta tozu, toprağı, kalabalığı, sıcağı ile Hindistan. Tercih imkânı olsa ve zahiren bakılsa saniye düşünmemek gerek değil mi?
Ama Hindistan'da sadece toprağın üstüne bakarsanız aldanırsınız... Hindistan'da asıl kıymetler toprağın altında.
|