Necip Fazıl hakkında iki kılavuz eser Mustafa Kınıkoğlu Sayı:
92 -
Necip Fazıl, yüzden fazla eser kaleme almış, ülkemizin yirminci yüzyılına damgasını vurmuş, bu etkisi yirmibirinci yüzyılda da devam eden bir mütefekkir. Hemen hemen tüm edebiyat türlerinde eserleri var. Bu eserleri arasında “Necip Fazıl’ı kimden okusak” sualini sormamıza gerek kalmayacak kadar açık yazılmış, kendinden bahsettiği eserler de var; örneğin “O ve Ben”, “Babıâli”, “Kafa Kâğıdı”...
Yine de farklı gözden yapılan değerlendirmelerin katkısı, açtığı kapılar inkâr edilemez. Kardelen’in doksanikinci sayısı için Üstad’ı anlatan iki kitabı inceledim. Bu kitaplar Necip Fazıl hakkında okuma yapmak isteyenler için çok kıymetli birer kılavuz.
Eserlerden ilki merhum Mustafa Miyasoğlu’nun “Necip Fazıl Kısakürek” isimli eseri. Bu eser ilk baskısını 1985’de yapmış, okuduğum nüsha Akçağ Yayınlarından çıkmış olan beşinci baskısı idi. İkinci eser ise 2014’de ilk baskısını yapmış olan kıymetli hocamız Ali Erdal’ın kaleme aldığı “Durun Kalabalıklar” isimli kitap.
"Necip Fazıl Kısakürek"
Miyasoğlu eserinin önsözünde neden böyle bir kitap kaleme aldığını şöyle anlatıyor: “Necip Fazıl öldükten sonra yazılan yazıların ve yayınlanan şahsi hatıraların önemli bir kısmı, onun hem portresini, hem de mesajını çoğu kere belirsiz ve bulanık hale getirmekte, kimi olay ve esprilerle körlerin fili tarifine benzetmektedir. Bu yüzden yeni nesiller, Necip Fazıl’ı doğru anlayamamak tehlikesi ile karşı karşıya kalmıştır.”
Merhum yazarın bu çekincesine katılır mısınız bilmiyorum, ben çok hemfikir değilim. Şöyle ki, kişinin Necip Fazıl hakkında kanaat sahibi olması için yazdığı onlarca eser yeterlidir. Şahsî hatıralar ise genellikle kişisel özellikleri ön plâna çıkartır. Bu noktada Üstad’ın kendini anlattığı kitaplarda yazdığı gibi olumsuz örnekler olabilir ancak bu ortaya konan fikrin önüne geçmez, geçmemeli. Doğru anlayamama ile kastedilen ortaya konan fikirlerin anlaşılamaması ise o zaman şerh tadında eserlere ihtiyaç vardır ki böyle çalışmaların eksikliği malûmunuz.
Miyasoğlu, Üstad’ın şahsiyetini anlatarak başladığı kitabına, eserleri, tesir çevresi ve bu çevreye verdiği mesajlar ile devam ediyor. Daha ilk sayfalarda Miyasoğlu için Üstad’ın ne kadar büyük önem arzettiğini anlıyoruz: “... İslâm adına bu kadar yılmaz bir savaşçı, böylesine pervasız bir mücadele adamı her zaman kolay kolay ortaya çıkmaz. Bu yüzden de Üstad Necip Fazıl âbidevî bir şahsiyettir.”
Miyasoğlu, kitabın ilerleyen bölümlerinde Üstad’ın neden âbidevî bir şahsiyet olduğunu, herkesin sustuğu, memur, bürokrat tahakkümü el birliği halinde milletin yakasına yapışmışken canhıraş feryat ile konuşan tek kişi ve yayın organının Necip Fazıl ve Büyük Doğu dergisi olduğunu ve bu feryatlara soruşturmalar, hapisler, takipler, dergi kapamaların engel olamadığını belirterek anlatıyor. Bu düşüncelerden sonra Miyasoğlu, Üstad’ı koyduğu yeri şöyle belirtiyor: “O artık bizim için Yunus Emre gibi bir ölüm eri, Fuzulî gibi ıstırap adamı, Bâkî gibi “Sultanü’ş Şuara”, Nef’î gibi bir hiciv ve öfke şairi, Şeyh Galip gibi bir lirizm ustası, Hâmid’den ileride metafizik hummalı, Yahya Kemal’den şuurlu tarih muhasebecisi, Mehmet Âkif’ten kararlı bir İslâm savaşçısıdır. Shakespare İngilizler için neyse, Victor Hugo Fransızlar için neyse, Goethe Almanlar için neyse, Necip Fazıl da bizim için odur.”
Miyasoğlu Üstad’ın sadece Türkiye için değil İkbal gibi bütün dünya için bir kültür olayı olduğundan bahsediyor. Ancak buna dair paylaşılan, dişe dokunur bir delil, veri yok kitapta. Verilen tek örnek, Mısır’da, İdeolocya Örgüsü ile ilgili bir doktora çalışması...
Kitabın “Necip Fazıl’ın Eserleri” isimli bölümünde Üstad’ın şiirlerinden, kitaplarından bahsediliyor. Bu bölümün ilgi çeken yanı Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” ve “İdeolocya Örgüsü” adlı kitaplarından ayrı bir bölüm olarak bahsedilmesi… Bu bölümde dikkatimi çeken diğer bir ayrıntı, Üstad’ın bir mizah gazetesi çıkardığını öğrenmem oldu. Kitaptan öğrendim ki 3 sayı olarak yayınlansa da Üstad bir mizah gazetesi de çıkartmış. Böyle bir zekâdan mizah ürünü çıkmaması düşünülemezdi.
Bir konu hakkında okuma yaparken o konuya getirilen eleştirilere de cevap aranıyor. Bu kitapta Üstad’a yapılan eleştirilere çok yer verilmese de kimseye yaramayacak kişisel kusurların tekrarının gereksiz olduğu edep çerçevesinde belirtilerek bu konudaki kanaat ortaya konmuş.
“Durun Kalabalıklar”
“Durun Kalabalıklar” kitabı, kapağında Üstad’ın kalabalık bir topluluğa yaptığı konuşma sırasında hem kendisini hem de kalabalığı alacak şekilde çekilmiş bir fotoğraf ile karşılıyor. Kitabın adı ve kapağındaki fotoğraf çok uyumlu.
Ali Bey sözlerine bu kitabı nasıl yazmaya başladığını anlatarak başlıyor: “Necip Fazıl hakkında bir eser kaleme almak. İçimden bir ses, uzun zamandır, bir saniye durma, diyor… Diğer ses: Haddini bil, yazılanları okumak neyine yetmiyor? Bu baş döndürücü tahterevalliyi, bir kararla durdurmalıyım…” Cümlelerin devamında bu konuda yalnız olmadığını anlıyoruz.
Tek sebep had bilmek midir, bilemiyorum, ancak Üstad’ın eserleri hakkında çok çalışma yapılmaması dikkatimi çeken bir durum. Ali Bey de aynı kanaatte ancak ileride bu durumun değişeceğini söylüyor: “Onun hakkında asıl değerlendirmeler de, gittikçe artarak, ilerde yapılabilecek. Eserleri üzerinde araştırmalar, tezler, şerhler yazılacak; müzakereler yapılacak, kelimelerine varana kadar mercek altına alınacak.”
Ali Hocamızın Büyük Doğu ve Necip Fazıl ile tanışmasını anlattığı bölümler ülkemizin o yıllardaki durumunu göstermesi açısından önemli ve ilgi çekici… “Çocuğu okutacak mısın” diye soranlara “Evet” diyen bir babaya “yeni yazı ile mi, eski yazı ile mi” diye sorulduğu ve cevap olarak “yeni yazı” dendiğinde “gâvur olmasın” denerek böyle bir hassasiyetin hissedildiği yıllar... Bu yıllar aynı zamanda evlerde gaz lâmbası ışığında babaannelerin Muhammediye, Ahmediye okuduğu son yıllar. Şimdi bu kitapları okuyacak babaanne yok, dinleyecek torun hiç yok…
Ali Bey’in, kitabın ilk bölümünde daha yoğun olmak üzere, Üstad ve eserleri hakkında yazarken kişisel hayatından ve ülkenin durumundan bahsetmesi kitabı daha keyifle okunur hale getirmiş. Özellikle Büyük Doğu ile tanıştığı dönem bu açıdan öne çıkıyor.
İlerleyen bölümlerde söz Üstad’ın şiirine ve eserlerine geliyor. Miyasoğlu’nun eserinde olduğu gibi Ali Hocam da Üstad’ı anlatırken “şiirine” özel bölüm ayırmış. Bu bölümde Üstad’ın şiirlerinde kullandığı konular tek tek ele alınarak örnek mısralar paylaşılmış. Aralara serpiştirilen mısralar hem konu ile çok uyumlu hem de çok güzeller. “Mücerret olarak şiir ve şair” isimli bu bölümde özellikle “ölüm” ve “İstanbul” öne çıkan alt bölümler... Üstad’ın “İdeolocya Örgüsü” adlı eseri her iki kitapta da özel olarak değerlendirilmesi açısından dikkat çekiyor.
Yine dikkat çekicidir ki, her iki eserde de Üstad’ın Yunus Emre ile ortak yanları ön plâna çıkartılmış. Bunun nedeni elbette Üstad’ın Türkçe’ye yaptığı katkı… Ali Bey şöyle diyor: “Nasıl bugün Yunus Emre’yi kendisinden öncesi ve kendisinden sonrası farklı şairimiz olarak değerlendirmek yadırganmıyorsa -devrinde kaç kişi idrak etti acaba?- birgün Necip Fazıl için aynı tespit yapılacak.”
Ali Bey, Üstad’ın konferanslarındaki havayı kendisinin bizzat katıldığı konferanslardan örnekler vererek anlatıyor. Üstad’ı ilk görüşü de Eskişehir konferansında oluyor. Daha sonra Kütahya ve Sakarya konferansları… Sakarya konferansı önemli çünkü yazarımız bu konferanstan sonra ısrarlı şekilde Üstad’ın yanından ayrılmıyor ve uzun uğraşlardan sonra kendisini ziyareti için müsaade alıyor.
Bu ziyarette yaşananlar ve kitabın sonunda bulunan diğer ziyaretlerle ilgili hatıralar bana göre kitabın en ilgi çekici yerleri…
Ve son ziyaret: “Hiçbir ziyaret talebimi geri çevirmedi, sadece bir sefer… Son yıllarında… Yakınlarımdan beş altı kişiyle ziyaretine gitmek istedik. Telefon ettim. Mümkün olmadığını söyledi. Hiçbir talebimi geri çevirmemişti. Sebep söyledim, ısrar ettim. Sert başlayıp, yumuşak biten bir sesle: “Kalabalıklara tahammülüm yok!.. Anlamıyor musun Ali!.. Ama sen gel, seni seviyorum” dedi. Gittim, son ziyaretim oldu.”
Necip Fazıl’ı anlamak için kılavuz eserler
Ele aldığımız iki eser de Üstad’ı okumadan önce onu tanımak için iyi birer kılavuz. Her iki yazar da Üstad ile birebir görüşmüş, onun talebesi diyebileceğimiz kişiler. Zaten kitapları okurken “dilleri Necip Fazıl’ı andırıyor” dediğim çok oldu. Ortak birçok alt başlıkları olsa da kitapların kurgulanışı ve üsluplar farklı… Kişisel olarak Ali Hocamın hatıraları ve ziyaretleri ile zenginleşen anlatımın daha çok hoşuma gittiğini belirtmeliyim.
Üstad’a ve Miyasoğlu’na rahmet, Ali Hocamıza da hayırlı uzun ömürler dilerim.
|