D?NYA Kürsü Nizam Sayı:
67 - Temmuz / Eylül 2009
(İman ve İslâm Atlası’ndan)
MÜSPET BİLGİ
İslâm'ın, boyuna karşısına diktikleri müspet ilim (pozitif) bilgi umacısından korkusu yoktur.
Bilmek gerektir ki, müspet bilgi marifeti nereye varsa İslâm'ı tekzip kudretine eremez.
Bu bakımdan maddeyi tefahhus, tarassut ve tasarruf mânâsına gelen kendisini daha ziyade (teknik-fen) tabirinde özleştiren müspet bilgilere İslâm, hadlerini tanımaları ve daha ileri mânâlara geçmemeleri şartiyle saygı besler.
Felsefede "metafizik-fizik ötesi arayıcılık", fezada milyarlarca ışık senesi yol almakla hiçbir yere varamayacağı bir yana, bağlantısız aklın ıstırabını haykırmaktan başka bir şeye yaramaz. Fizik dairesi ise maddeyi yararlandırma ilmi, "tecrübeyle sabit" düsturunda görüldüğü üzere İslâm'ın himayesi ve emirleri altındadır.
Yer çekiminin, manivelânın, elektriğin, mikrobun, radyomun, atomu çatlatmanın ve daha nelerin ve nelerin keşfini görenler ve görecek olanlar, kavramalıdır ki, bütün bunlar, Allah'ın maddeye nakşettiği hikmetler yolunda mesafe kazanmaktan ibarettir; asla mutlak olana vardırıcı ve onu kuşatıcı değil; ve hattâ kıymetleri bakımından, dümdüz bir satıh üstünde sonsuzluğu arşınlama işi olan tekerleğin keşfi derecesinden bile aşağıdadır. Mağrur ilme İslâm'da yer yok...
Bunlara dayanarak eşya ve kâinatın sırlarına tahakküm edebileceğini sananlar ve ruh (fenomen)ini göremeyenler ve zaten demiri dövmekten, su üzerinde tekneyi yürütmeye kadar her icadın Peygamber eliyle geldiğini, onlar olmasaydı bugün insanlığın dağlarda ot toplayacak olduğunu kavramayanlar... Bunlar vasıtayı gaye sanmanın ve aslında gayeyi, ufuk misali varılamaz bir hedef bilmemenin simsiyah gafleti içindedir. Asrımızın baş hastalığı da budur.
Evet, bu hastalığa "ilim ve akıl gururu" teşhisi kondurabilir ve tedavisinin İslâm'dan başka bir yerde olmadığını mahyalaştırabiliriz.
İslâm'ın bu tedavi kefalet ve kifayeti, biri bünye yapısının su fazlalığından çatladığı, öbürü de su eksikliğinden kuruduğu, Batı ve Doğu dünyalarını beraberce kuşatır ve iki tarafı da dengeye kavuşturur.
Bu hal, "niçin"i ve "nasıl"ı muamma çapında girift, İlahî bir cilvedir ve Batılının papaz istibdadına karşı aklın intikamı diye isimlendirdiği (Rönesans)tan beri İslâm temsilcisi ülkelerin başına gelenler, hep, kendisinin ihmal edip de Batının gözden kaçırmadığı müspet bilgiler tuzağına düşmekten gelmiştir. Hâlbuki bu hak İslâm'a aitti.
Doğu, mücerrette muallâ olan İslâm'ı müşahhasta süflîye indirirken, Batı, kendi hâkim müşahhasiyle onu falakaya yatırmış, canını çıkarmış ve bu hale bakıp esir ettiğinin ulvî mücerredini göremez olmuştur. Ayrıca falakayı Batı âlemine tatbik edebilecek hale gelmeden İslâm'ın şanına ermeye yol yoktur.
Bugün insanlara ölü kalbi dikmekten tüpte çocuk yetiştirmeye, aya gitmekten elektronik beyinlere fikir şırınga etmeye kadar giden ve sınırını her tecavüz edişinde apışıp kalan mağrur hokkabazlığın burnunu kırmak ve hakikat derecesini göstermek, aynı madde teshiri işine, sınırı içinde İslâm'da yer aramakla olur. O yer hazır ve asırlardır boş...
GÜZEL SANATLAR
Edebiyat, musikî, tezyin sanatı, mimarî, resim, minyatür, heykel, tiyatro, raks şubelerinde mütalaâ edilen güzel sanatlar, İlâhî vecd, tefekkür ve telkine hizmetleri mikyasınca dinen makbul, hayvanî ilcalara, günaha ve küfre yol açma istidadınca da merdut (reddedilmiş)... Ve güzel sanatlar öyle müesseselerdir ki, hem insanı kapıp uçurma, hem yere çalma, hem bağlama, hem de bağlarını çözme bakımından korkunç bir sihir sahibi...
EDEBİYAT
Kuru kuru tebliğden ziyade için için nüfuz ve telkin vasıtası diye gösterebileceğimiz güzel sanatların başında söz sanatı, edebiyat gelir. Edebiyat çok şubeli ve ilmi de kucaklayan tarafları olmasından ötürü, kuru fikre muhtaç olmayan öbür sanatlardan farklı... Ama kanatlarının çokluğu ve genişliği, hem saf tefekkür, hem de tahassüste onu birinci mevkide oturur ve güzel sanatların başına geçirir. Şiir, nesir, roman, hikâye, hitabe, kitabe nevileriyle edebiyat, İslâm'ın kanadı altında koruduğu ve azizleştirdiği bir sindirme, kana geçirme ve büyüleme vasıtasıdır. Söz bizzat güzel sanat...
Şiir söz sanatının en (pürifiye-saffet bağlamış) şekli... İslâm'ın (senfonik) çapta başlıca tahassüs aleti... Evvela Arapta tecelli eden ve büyük dil Arapçada önceden hamurlaşan İslâmî ruh, şiire öylesine yatkındır ki, baba ölüm döşeğinde bile, kızlarının, tek tek arkasından okuyacağı mersiyeleri dinlemeden ruhunu teslim edemez. Nitekim mucize de, edebiyat ve şiirden mücerret ve münezzeh Kur'ân'la kelâm yolunda geldi.
Nice hadisle methedilen, bazı şairlerin mısraları hadis içinde bile yer alan şiir, Varlığın Tacı tarafından taçlandırılırken, bir hadiste, her iyi şeyde olduğu gibi ne zaman kötü olacağını gösterici delâleti ele alıp asıl delâleti görmemezlikten gelen bazı zâhir ehli şiiri tümüyle suçlandırmaya kadar gitmişse de emekleri boşa çıkmış ve şeyhülislâmlardan sultanlara, şiir söylemedik gerçek şahsiyet kalmamıştır. Geriye kalan edebiyat nevileri, muhtevalarına göre hüküm giyecek, fakat neviyetleriyle küçümsenemeyecek şekiller...
MUSİKÎ
Kâinatta her şeyin kendisine göre ses çıkardığı, suyun şırıldadığı, kuşun öttüğü, koyunun melediği, telin inlediği ve göğün gürlediği bir âlemde, perde perde nispet helezonlariyle, mutlak hakikat arayıcılığından başka bir şey olmayan musikîyi, asliyle nasıl inkâr edebiliriz?..
Davut Peygamber'in, erkek sesine sıfat olan yakıcı sedasiyle Zebur'u okurken etrafında insanlar ve cinlerden ölenler bulunduğunu biliyoruz. Fakat buna âdi mânâsiyle musikî diyemeyiz.
Sâf mânâsiyle musikî ve bilhassa insan sesi (semâ), İlâhî tefekkür ve tahassüse hizmet ettiği, sır ve hikmetleri düşündürdüğü nispette helâle, göbek ve nâra attırmaktan ibaret kaldığı çapta da harama kaçar, iki kutuplu bir sanattır ve bu kıstas içinde İslâmîdir.
Satıh üstü zâhir ehli bu inceliğe de el ve dil uzatmış fakat zâhirle bâtını toplayıcı büyükler bu yasak hükmüne iltifat etmemiştir. Biz zâhirden bâtına ve bâtından zâhire geçenlerin izindeyiz. Hakikat planını çift gözle görenler onlardır.
Yedi perdeli nağmelerin, iç içe dönen yedi kat gökte, yedi renk içindeki sayısız tonlara eş ne ses ve (ritm) muadeleri ördüğünü ve nasıl bir mânâ gergefi dokunduğunu kulaklariyle dinleyen bâtın kahramanları, musikînin şeraitteki hükmünü de en iyi bilirler ve helâl-haram kutuplarını bir ibre hassasiyetiyle gösterirler. Ama bu demek değildir ki, musikî, burnunu ibadete kadar sokabilir ve âyinler şeklinde tecelli edebilir. Hayır; burada akan sular durur; ne namazda, ne Kur'ân tilâvetinde, ne de âyin edası altındaki bazı sonradan eklemelerde musikî kabul edilebilir. Olamaz!.. Doğrudan doğruya ibadetlerde tecrit ve tenzih o mertebeye yükselir ki, kalbin yedi kat gök musikîsinden sâf (ritm)den başka bütün nağmeler haram olur. Musikî, ibadet eşiğinin dışında tefekkür ve tahassüs planında güzeldir; eşikten içeriye adım atmasına izin yoktur; kötülüğe yamaklık ettiği yerlerde de kat'î haram...
TİYATRO
İslâmî edep ve kaideler noktasından birçok meselesi olan büyük telkin kıymetinde sanat müessesesi... İslâm davası uğrunda pürüzlü taraflarına katlanılabilir. (10) vâhitli bir tam sayının (9) vâhidini büyük faide, (1) tanesini de zarar olarak gösteren tesir ve telkin vasıtası... Belâsı, roman gibi mücerret olmamak ve müşahhas olmaktan geliyor. Ama kuvvetini de bu hususiyetinden alıyor. Ama öyle bir alet ki, faydaları uğrunda bazı uymaz taraflarına katlanmak gerekiyor. Affa sığınarak onu İslâm davasında kullanabiliriz.
|