Ya ol, ya ?l! Zamany!.. Zaimoğlu Sayı:
61 - Ekim / Aralık 2009
Birçok ilmin temellendirilmesinin kendi bünyesinde gerçekleştiğine inanan mağrur Batıya göre, metod ilmi de kendisinde gelişen süreçte doğmuştur. Böyle değerlendirmesinde kaynaklarının tek yanlılığı önemli rolü oynar. Batı, Doğudan ne kadar tesir kaptıysa da, bu tesir akademik düzey ve derinlikte olmadı; binaenaleyh Batı, Doğunun öz ve temel kaynaklarına nüfuz edemedi. En önemli ve derinliğine tesir Hristiyanlık vasıtası ile oldu. Bu kadarıyla bile bugünkü yakaladığı seviyeye ulaşmasına vesile olan Rönasansı gerçekleştirmesindeki baş müessir Doğu tercümeleridir. Rönesans'la Batı, Doğu kaynaklarından kendini tekrar keşfetti. Burada vurgulanmak istenen, Batının Doğudan kaptığı tesir yine kendisi ile alâkalı uç ve iliştirilmiş kaynaklarla temas şeklinde gerçekleşmiş olmasıdır. Doğunun özü ve ruhundan yine bir iz bulunmaz. Yani Batı, hiçbir zaman özü doğudan olan eserlerin derinliğine nüfuz etmeyi denemedi, buna lüzum bile görmedi. Doğu ise kendi varından yoksun bir şekilde, sahip olduğu değerleri, iki dünya kurtuluş iksirini Batının beğenisine sunamadı, ilgisini çekemedi. Üstad Necip Fazıl Kısakürek, Osmanlı’nın en büyük eksiklerinden birini, Rönesans öncesi Batıya aradığı eczayı, kendisinden olanı sunamamasında, bu boşluğu fark edememesi olarak tespit eder ve eleştirisini getirir: Eğer Osmanlı, bunalmış, krizini yaşayan Batı adamına o gün "ballar balı"nı tattırabilmiş olsaydı, gelişmeler çok başka seyir izleyebilecekti.
İşte bu buhran içinde Batı, Rönesans’la kendi eski kaynaklarına tekrar ulaşma imkânı buldu. Ama sadece kendini yeniden bir keşifti bu... Böyle bir Batı, Doğunun öz kaynaklarından mahrum bir şekilde, tek taraflı olarak, zannetti ki, Metodolocya da kendisi ile başlamış bir ilimdir: Bu ilmi de kendisi temellendirmiştir. Bu doğru olmayan bir kanıdır. Araştırmacı bildiğimiz Batı nedense bu mevzuda teşebbüse geçmemiş, geçmeye de lüzum görmezken; Doğu da mesuliyetini idrakten uzak bir tavır sergilemiştir. Usul ilmi Doğuda her ilmin öncüsü ve olmazsa olmazıdır. USÜL-Ü KELÂM, kelâm ilminden önce gelir. O okunmadan ve idrak edilmeden kelâm ilmi anlaşılamaz. Keza Fıkıh (Hukuk), Tefsir ve diğerleri usul ve ıstılahsız (terminolojisiz) okunup anlaşılamaz.
Fakat Batı bir ölçüde yine de mazur görülebilir. Zira hep akıl sınırı içinde koşturan bir istidadın kendisine olan güven duygusu, her şeyi zapturapt altına almış tavrının gururu, akıl ötesini görecek gözünü kör eder. Doğu ise hiçbir mazeretin arkasına sığınmayı hak edemez. Zira bunun muhasebesini yapacak bir konuma gelemedi tefekkür alanında.. İşte tam bu noktada tarihi bir (moment) yaşıyoruz: Değişim, globalleşme ve yeni dünya düzeni...Bu kavramların içini kim dolduracak? Rönesans'tan beri Batı ilk defa tekrar her sahada tıkandı; ruhî krizini yaşıyor. Bunalım had safhada... Önceki bunalımından akılla doğrulmuştu. Oysa şimdi onunla geldiği, ulaştığı son noktada krize girdi. Ruh ve cemiyet (ahlâk) plânında yara çok derin: Esasta din ararken, elinde demokrasiden başka seçeneği yok! Bizi adam yerine koymadığından da elimizdeki değerin ehemmiyetini anlamaktan uzak görünüyor. İkinci bir defa bu keşfi öteler mi, esaslı bir merak konusudur. Elindeki tek seçenek demokrasiyi de derinleştiremiyor, mutlaklaştıramıyor! Yani aradığı gerçek manada din... Aradığı dini bulamayınca da demokrasiyi dinleştiriyor, farkında olamadan.
Veya tersinden ifade edersek, İslam'ı temsil liyakatinden düşen ve tekrar toparlanışta başı çekmesi gereken "Müslüman-Türk'e" zaman bir fırsat daha veriyor: "Ceketinin astarı içinde" kaybettiği güneşi bularak göklere asıp, hemen emrine girmek ve insanlığa yeryüzünde ve ötelerde aradığı mutluluğun "bu kadar olur"luğunu, optimal çözümün anlayışını, yaşanırlılığını ve ispatını yapmak...
Batı bizi hiçbir zaman akademik seviyede muhatap almamıştır. Biz ise, bir kum tanesine Elhamra Sarayını sığdırdığımız zamanlarda ona yaklaşmaya tenezzül etmedik. Yani kaba tebliğden ileriye geçmedik. Kafaya ve gönüle girmenin ve inmenin sihirli vasıtalarını kullanmadık. Realist Batı araştırmacılığı ise o seviyeye çıktı ki, idrakte Bergson'un haberini verdiği sancıyı aynel yakin yaşıyor. Problem somutlaştı, agoraya döküldü. Aklın ve ilmin verileri, teknoloji artık onu doyurmuyor: Ona gerçek din gerek. Tesellisini onlarda bulamıyor. İzafilikten, lâftan, teksir teknolojisinden bıktı. Şimdi (genetik)le meşgul; yaratmanın sınırından içeri adım atmak istiyor, âdeta zorluyor.
Mümkün mü?
Bu da onun belki son burun sürtüşü olacak: Ya helâk oluş, ya hak dine eriş...
Ya bizim halimiz? O ne olacak? Acaba bu defa olacak ve olduracak mıyız kendimizle beraber bütün dünyayı, yoksa yok olup gidecek miyiz? İşte bütün mesele...
|