YUSUF’un gülüşü Ahmet Alp Atay Sayı:
64 - Nisan / Haziran 2010
Şehrin sokakları güzel ve düzenliydi. Yayaların gezebilmesi için iki araç yolunun arasına, iki yanı da ağaçlarla kaplı olan yollar inşa edilmiş. Bu ağaçlar hem uzun hem de sıklardı. Neredeyse yaya yolunun yanlarından geçen araçları görmek mümkün değildi. Bahar mevsimiydi ve ağaçların üzerine tünemiş kuşlar şakıyorlardı. İnsanlar etraflarına bakarak ve arkadaşlarıyla konuşarak bu güzel günün tadını çıkarmaya çalışıyorlardı.
Ilık bir meltem yüzüne vurdu Hakan'ın. İçinde kıpır kıpır duyguların varlığını derinden hissetti. Şehrin canlılığı bu havada daha da bir belirli olmuştu. Aklına talebeleriyle güzel bir piknik yapmak geldi. Hemen plânlayıp haber vermek lâzım ailelerine ve sonrada çıkmalı güzelim Tanrı dağlarının eteklerine. Hem geçen sene yaptıkları piknik hâlâ talebelerinin hafızalarında canlılığını koruyorken bu tam da vaktinde olacak. Akşamdan etleri güzelce sirke ve de kefirle terbiyelemek lâzım, diye düşündü. İleri de yolun üzerine kurulmuş çadırları gördü ve merakını celbettiği için oraya doğru yöneldi.
Yolun iki kenarına yerleştirilmiş çadırların içinde ressamlar kara kalemlerini beyaz kâğıda dokunduruyorlardı. Öyle güzel resimler çıkıyordu ki ortaya. Bazı insanlar oturmuş resimlerini çizdiriyorlar, bazıları ise daha önce çizilmiş portreleri seyrediyorlardı. O kadar çok at resmi çizilmişti ki, bu durum tam da ülkenin at sevgisini ortaya koyuyordu. Eski eğitim sistemlerinin de sayesinde sanata olan merak bütün ülkede vardı. Bu resim çizmede göründüğü kadar her evde bulunan piyanolara kadar belli oluyordu. Kendi talebelerinin çizimlerine bile yetiştiremiyordu çiziklediklerini.
Bu ülkeye geleli iki yıl olmuştu ama çoktan memleketi gibi hissediyordu. Bunda talebelerinin büyük payı vardı. Hele aileleri! Evlerine davetli olarak her gittiğinde karşılaştığı o ilgi ve misafirperverlik kendisini çok mahcup ederdi. Eve girer girmez misafiri 'dastarkon' dedikleri sofraya alırlardı ve kalkana kadar da ikramdan patlayacak hale getirirlerdi. Yeter de denemezdi ki bu güzel insanlara. Çünkü yemediği zaman beğenmedi zannedip üzülürlerdi. Hepsiyle de şimdi tek bir aile gibiydiler.
Bu düşüncelerle arşınlıyordu yolları. Cebindeki walkmanını çıkarıp içine Kur'ân kaseti yerleştirdi. Kulaklıklarını da taktı ve dinleyerek yürümeye devam etti. Kâinat kitabına bir de Kur'ân dinleyerek bakmak istemişti. Uzun yolu böyle daha rahat geçiyordu. 'Kur'ân okuyan kari 'hâlâ akledip düşünmez misiniz?' ayetini okurken acaba şu ana yolun sonunda zirvesinde karlarla eteğine kadar görünen dağı görseydi nasıl okurdu bu ayeti' diye düşündü.
Uzun yolu bitmiş, eve varmak üzereydi. Mahallede tanışık olduğu insanlara selâm verip ilerliyordu. Arkadaşlarıyla beraber oturduğu bina 9 katlıydı ve kendileri 8. kattaydılar. Apartman kapısını açtı ve içeriye girdi. Asansöre yöneldi ve düğmeye basıp çağırdı. Birazdan asansörün kapısı açılmıştı. İçeriye girmişti ki kapı kapanırken biri durdurdu. Bu kapı komşuları olan ailenin kızıydı. Selâm verip asansöre o da binmişti. Hakan utanarak inmek istemişti ama kızın kapıda duruyor olması buna engel olmuştu. Çıkacakları katın düğmesine basmışlardı. O kadar utanmış ve de sıkılmıştı ki, yüzünün yandığını hissediyordu. Biran önce bitseydi şu hal.
Asansör sanki her zamankinden daha yavaş hareket ediyordu. Başı yerde olmasına rağmen beraberindekinin ona baktığını fark edebiliyordu. Daha önce de ona evden çıkarken rast gelmişti ve her seferinde kızın gülümseyerek selâm vermesi karşısında yüzünü başka yöne çevirip selâmına karşılık vererek yürüyüp gitmişti. Hele bir seferinde bu bakışların biraz da farklı şeyler yüklü olduğunu mimiklerinden anlamıştı. O gün bugündür görmemeye çalışmıştı onu. Ama bugün mukadderat ikisini aynı asansöre koymuştu.
Asansörün hareketi iyice yavaşlamış gibiydi. İçerideki lâmbanın ışığı titriyordu ve sonunda tamamen söndü. Asansör sert bir hareketle durdu ve içeridekileri sarstı. Bir anda Hakan boynunda iki kol olduğunu fark etti. Sarsılmanın etkisinin bahanesiyle beraberindeki Hakan'ın boynuna sarıldı. Biran ne olduğunu anlayamayan Hakan da asansörün duvarına dayandı. Yüreği küt küt atıyordu. Bir an böyle geçti. Ellerini süremiyordu ona. Asansörün lâmbası titreyerek tekrar yandı. Durumu gözleriyle de görebiliyordu artık. Elini cebindeki walkmanına götürdü zorla. Dinlediği Kur'ân ayetlerinin sesini daha da açtı. Yusuf suresi okunuyordu. O iffetli Yusuf'un kıssası. Sesler kulağından yüreğine akıyordu. Dolduruyordu orayı. Başkasına yer kalmamıştı. Ellerini bir hışımla muhatabının omuzlarına değdirdi ve itti kendisinden onları. Şaşkın bakışlarına kendi sert bakışlarıyla karşılık verdi.
Kat 8. Asansör kapıları açılmıştı. Bir duvarda Hakan bir duvarda da diğeri vardı. Hemen atıverdi kendini dışarıya. Anahtarı çıkarıp kapıyı açtı ve içeriye girdi. Kapıyı kapatırken bulunduğu tarafa bakan o gözleri gördü. Kapatmıştı kapıyı onların üstüne. Sürgülemişti hem kapıyı hem de yüreğini onlara.
Hakan, odasından sabaha kadar çıkmadı o gün. Kapısına gelen arkadaşları içeriden gelen hıçkırıkların anlamını bilemediler hiç. Ertesi gün ise ona bakanlar yüzünde tatlı bir tebessümün olduğunu gördüler. Ama içindeki saadetin sebebini melekler bile çevresinde dolaşırken bilemiyorlardı. Kimse tahmin edemedi o gece rüyasında Hz. Yusuf'un (as) ona nazar edip gülümsediğini. Kimse bilemedi artık Hz. Yusuf (as) ile dost olduklarını.
|