İcatçılık; Sinema ile Edebiyat Arasındaki Gizli Çekişme Mehmet Hasret Sayı:
65 - Temmuz / Eylül 2010
Dünyanın her hangi bir coğrafyasında, coğrafyaları şeritleştiren yer karesinde, yüz görümlüğü olarak bir keyfiyeti kalıba dökmek, oluşturmak, biçimlendirmek ve kalp cebinde bir cevher olarak muhafaza etmek adına, bir tabaka ilham adına çaba gösteren cins ve ehil kafalara, keşif ve icat kürsülerinin borçları büyüktür.
Örneğin sinema, zamanın iç ürperten kabuklanma hallerinden biridir... "Zamanın Kabuğu", demek yanımızda ve yöremizde yara olan, örselenmiş bir şeyler mevcut, gösterilecek, anlatılacak, kavranacak ve yeniden yorumlanacak... deşildikçe yaralanacak; durdukça iyileşmeye kabuk bağlamaya yüz tutacak; ama hep bir daha yaralanıp bir daha kabuklanacak...
Yazmaksa, her harfiyle zamanın dikiş izleri...
İşte tam bu noktada, yara ile dikiş izi arasında bir durup düşünmek lâzım...
Sinema ile Edebiyat çekişiyor...
Kimilerinin gözünden kaçmış olsa bile, bu gizli didişmenin izlerine bazen satır aralarında, bazen film karelerinde rastlarsınız...
Sinemanın girdiği yere, sadece görüntüyle anlatılabileceklere, edebiyat pek elini süremez; ama bir metnin bırakacağı bazı cümle hallerine, üslûp etkisine de sinema erişemez...
Bir galip mi aranıyor; hangisi derin bir zamanı kabartırsa gözlerimizin önünde o galip; kâh biri, kâh diğeri... Ama ikisi de bir büyücülük işi...
Daha çok roman okurken gözlerin önüne gelen resimler olmasaydı, sinema mı olurdu; sinemada cümle ile görüntünün harmanlanmış haline, olağanüstü rafine bir anlatım biçimine, görüntünün diline takılmasaydı kafa, edebiyat hırsından çatlarcasına gelişmek mi isterdi...
Edebiyat sinemayı kimi zaman geçse, kime zaman da sinemaya geçilse bile her zaman bir temel, bir görüntü sıfatlarının edebî kökeni olarak kalacaktır.
Akislerin donup kaldığı bir buzdan soluk gibi...
Şimdi bir hikâye anlatma zamanıdır; hangi usulle bilmem; belki çığırcı bir aksanla, derin yaraları diken bir el ve kalem olarak veya pekâla kabukların hepsini çatlatan, kutlu bir bakışla...
|