YAĞMURLU ÂMİNLER Ayşe Eylül Sayı:
65 - Temmuz / Eylül 2010
Yağmuru ağlamadan anlatmayı beceremediğim günlerin birinde "hiçbir havayı sevemedim dünyadan, yağmurda ıslanmayı özlediğim kadar..." diye şarkı söyleyen çocuğa rastladım.
Büyük/lendiğim aklıma ters gelen çocukça şeyler anlattı ufak seslerle...
Mantıklı ol, dedim. "Gerçek" denilen dağlar var burada. Korkup geri dönmesi için; içinde sakladığını, en çok çocuk yanıyla sevenleri yiyen canavardan bahsettim. Korkmadı. Korkmadan sordu üstelik.
Sen hiç gördün mü canavarı?
?!
Var diyorsam vardır, bunu böyle bil!
"Peki" dedi, utançla başını yere eğdi. Yere henüz değmeyen ayaklarını salladı tebessümle...
Kızdım, düzgün oturması için.
Üzüldü.
"Ben, kendimi yakın hissetmiştim size, o yüzden..." dedi.
Yakın hissetmek?! Yakın hissetmek zorunda olduklarının dışında birine mi yakın hissettin kendini?
........
Kendime kızdım, "hizaya gel" dedim. "Bu ciddiyetsizlik(!) çoluğu çocuğu nasıl söylettiriyor bak" Kararlı moduna ayarladım yüzümü. "Büyükler her şeyi senden daha iyi bilir" dedim.
"Bu şartlarda mümkün değil. Kesinlikle olmaz. İmkânsız"
"Neden?" dedi usulca, biraz ürkek, hâlâ umut gözlerinde...
...
Yazdıklarımdan bahsettim ona. Bişeyler öğrenir de adam olur belki diye. Etkili olma sanatı üzerine çok bilgim olduğunu söyledim. Güldü... İlgisiz, alaycı...
"Nasıl yazılır peki?" diye sordum.
İçinden geldiği gibi...
İçimden geldiği gibi!?
"Ben yazamıyorum, anlatmak istiyorum tüm olanları, hissettiklerimi. Onu da dinlemek istiyorum. Ama o beni dinlemek istemiyor sanırım..."
İstemsiz fark ettim, çok kırgındı, buruk yüreğinin sesi yankılandı yüzünde...
İçindeymiş hepsi... Güzel günlerde, hep onun yanında olduğu mutlu sabahlarda anlatmak için biriktiriyormuş. Saklamış en derine, gönlünün bilinmeyen yerine...
...
Kuşlardan, uçurtmalardan, uzun orman yürüyüşlerinde ağaçlara sarıldığından, topraktan yaptığı yemeklerin lezzetinden, atlarla konuştuğundan, arıların üzülmesini istemediğinden bahsetti.
"İşim var"dedim." Vaktim yok senin börtü böcek masallarını dinlemeye..." Vaktim yok...
Yaşamda farkındalığına olan ihtiyacımı hissedeceğim hiçbirşeye...
Vaktim yok...
Çocuk yanımın sahipsizliği hatırlatacak anılara...
Vaktim yok seni dinlemeye...
Kendimi dinlemeye...
...
Gözlerini kocaman açarak bana baktı. Cevapsızlığıma dayanamayıp gitmek için izin istedi. "Nereye?" diye sordum.
Hayal kurmaya?
Katıla katıla güldüm.
Hayal...
Adı üstünde.
Gerçek değil ki bu.
Kime faydası var?
Çok kırılmış güldüğüm için.
......
Yanına gittim. Yatağın üzerinde oturmuş, nefes aldığından bile bihaber, düşüncelerde...
Çok ağlamış...
"Senin için bi hayal kurdum" dedi. Tüm olanları, kırıldığını, ağladığını unuttuğunu bile unutmuş tebessümle...
"Dilerim...
Uyuduğunda iki melek beklesin seni başucunda...
Gözlerini bile kırpmadan... Nefes bile almadan...
Biri sağında, biri solunda...
Tüm duaları ve âminleri senin için... Fecre kadar...
Elleri semada
Yeryüzüne inişleri kucak kucak umut sana/bana/bize/ikimize/hepimize...
......
İki melek uyandırsın seni vuslat/a düş/en uykulardan...
Gülümsemeleri güneşten önce doğsun hasretimin simasına...
Uzaklığımdan bir parça taşısınlar yakınına yakınlığına özlemim daha da uzak kalmasın sana..."
Ayakuçlarına basıp bana uzandı. Kulağıma iki kelime fısıldadı. Meleklere koyduğu isimler... Sonra yüzüme baktı. Maziden, içten, derinden...
"Sırrımızı, kimseye söyleme..."
......
Odadayım. Saat bile esnemeye başlamış yorgunluktan. Gece yarısı isyan ediyor ısrarlı beklemelerime. Uyku; seni düşlemeyi bana bıraktı, gitti uyudu çoktan.
Bekliyorum çocuk yanımın en sevdiği, en çok çocuk yanımla sevdiğim...
Gece yarısı, kalem, kâğıt, saat 3, uykusuzluk, yıldızlar, kelimeler, cümleler, yazıdaki baş harflerin... Hepimiz toplandık seni bekliyoruz.
......
Önümdeki aynaya yakınlaşıyorum. Yağmurda ıslanan çocuğun sırılsıklam gözlerine daha yakından bakmak için...
|