ZAMANI GELİNCE Fatma Pekşen Sayı:
39 - Ocak / Mart 2003
–Sen ne yaptığını sanıyorsun Cem?
–Ne yaptım ki hocam?
–Sen daha iyisini bilirsin.
–Valla bir şey anlamadım hocam.
Allah Allah, nereden çatmıştı ki sabah sabah? Her pazartesi sabahı, bayrak töreni öncesi bir öğrencinin kalbini kırmazsa rahat etmezdi bu hoca. Onun için adı Çekiç Rauf’a çıkmıştı.
–Burayı babanın holdingi mi sandın ki elini kolunu sallaya sallaya gire çıkasın?
–Ne holdingi, ne parası? Ceketinin önü düğmeli, eli de dışarıdaydı işte. Diğer elinde bond çantası vardı zaten. Bildiği kadarıyla da saygılıydı her zaman.
–Hiç kılık kıyafet yönetmeliği diye bir şey duymadın mı?
–??!!
–Bu okulda lacivert ceket ve kravat, mavi gömlek, gri pantolon giyilip...
–Ben de aynen öyle giyiyorum hocam.
–Sözümü kesme ukâlâ şey!.. Kıyafet tamam. Ya bu ne?
İri, kıllı eliyle başını gösteriyordu. Bere, kasket filan takmazdı zaten. Kepek filan mı vardı acaba? Utanırdı o zaman. Tam da azalttığını düşündüğü sıralarda yeniden hortladıysa? Üstelik de o kadar dikkat ediyordu... Gün aşırı yıkıyor, iyice kurutuyor, gözü gibi bakıyordu işte.
–Bu ne bu? Diye sorusunu tekrarladı öğretmen.
–Bilmiyorum hocam. Özeniyordum üstelik.
–Özenirsin, özenirsin... Kim için acaba?
–??!!
–Hangi kıza hava atmak için böyle gümrahlaştırdın?
Demek kepekler o kadar çoğalmıştı ha! Namussuzlar. Sıcak su, sıkıca tarama, iyice kurutma da fayda etmemişti. Yazın, karneyi aldığı gün sıfıra verdirip de yüz mumluk ampûl gibi parlatmazsa... O zaman nasıl ürerlerse üresinler bakalım?
–Şimdiii... Bayrak törenini beklemeden gidiyorsuuun, bunları yokedip, öğretmen derse girmeden geri geliyorsun.
Yok devenin nalı. Ev nere, okul nere... Kırkbeş dakikada ancak varılırdı. O da hızlı adımlarla. Bir de geri gel. İmkânı yok yetişemezdi.
–Hocam yarına bıraksak?
–Bak bak baaak... akıl da öğretiyor.
–Ama yetişemem ki. Yıka, kurut, geri gel. Üçüncü derse ancak gelirim.
–Yıkama sende.
–Ama hocam yıkamadan nasıl yok ederim?
“O da yok olursa” diye iç geçirdi öğrenci. Keşke Fazıl’ın sözüne gidip kükürtlü sabun kullanmasaydı. Baksana, azalacağına, öğretmenin dikkatini çekecek kadar çoğalmıştı.
Ama... Ama bu sabah okula gelirken taradığında hiç kepek dökülmemişti lacivert ceketinin omuzlarına? Kırkbeş dakikada bu kadar artmış da olamazdı. Ya arttıysa? Dehşet bir şey olurdu o zaman!
–Akşam yıkasan asaletin mi sarsılır?
Tepesinde hiç saçı kalmamış adamın gözlerinde, “kız arkadaşına çirkin mi görünürsün?” sorusu parlıyordu.
Tövbe tövbeee. Nerden çıkmıştı bu aksi öğretmen karşısına? Solundan mı kalkmıştı yoksa? Ya da yolda gelirken Ayet-el Kürsî’yi mi unutmuştu? Okuduğundan kesin emindi... hem, kendisi unutsa, annesi mutlaka arkasından okuyup üflerdi.
–Ama hocam kuru kuruya nasıl kepek halledilir?
–Ne kepeği?
–Siz dediniz ya!
–Ben kepek mi dedim?
–Dediniz.
Öğretmen, olanca şirinliğiyle (!), deminden beri konuşulanları dinleyen, Cem’in samimi arkadaşına döndü.
–Benim ağzımdan kepek lafı çıktı mı Ömer?
–Hayır hocam.
–??!!
–Bak Cem Bey! Arkadaşın da şahit.
Mağdurun rengi kıpkırmızı oldu. Kepek değilse neydi ya?
Aman Allah’ım! Yoksa bit miydi!!!
Yemen, Çanakkale askerleri gibi bit ha! Bu su bolluğunda!
İmkânsız bir şeydi bu! Çıldırırdı.
Yoksa, bit değil de saçkıran filan mıydı? Asıl o zaman naneyi yerdi. Bu yaşta kellik başlarsa, lise bitmeden, üniversite başlamadan akbabalara dönerse? İmkânı yok Nida onu beğenmezdi. Bakmazdı yüzüne.
Ne demişler? “Tarlanın taşlısı, erkeğin saçlısı makbuldür”
Yok be. O söz “kadının saçlısı” olarak söyleniyordu
Peki, Nida kimlere yâr olacaktı üniversite bitiminde? Ya, kıza çaktırmadan kurduğu hayâller nereye hapsolacaktı?
Aval aval, allana morlana kendisine bakan öğrenciye, okkalı bir söz daha söyledi Çekiç Rauf:
–İstersen örüp, ucuna kırmızı bir kurdele bağlasın annen.
Bitlerin kuyruğu mu vardı? Ya da saçları... Saçları örülecek kadar uzun muydu?
Saçlar!
UZUN SAÇLAR!
–Oğlum, saç-la-rın u-za-mış. Git kestir gel diyorum sabahtan beri. Açık ve net bir Türkçe’yle. Anlamıyor musun?
–Anlıyorum, anlıyorum da...
–Kıza hava atmaktan mahrum kalırsın öyle değil mi?
–Ne mahrumu? Haa, evet. Dediğiniz gibi.
–Bir de itiraf öyle mi? Yani hemen gidip kestirmeyeceksin. Böyle Einstein’ın saçları gibi gezmeye devam edeceksin öyle mi?
–Evet hocam.
–Ben de kanaat notuna sıfır veririm o zaman.
–Canınız sağolsun. Zamanı gelince kestiririm.
Bir dakika sonra öğretmen, o haftaki ‘öğrenci haşlama görevi’ni lâyıkıyla (!) yerine getirmiş olmanın verdiği rahatlıkla, topluca söylenen marşa iştirak etmeye başlamıştı.
Cem, tıraş için, bir haftadan fazla bir zaman annesinin “dul maaşı”nı almasını bekleyeceği için acı, haşin Karadeniz ormanları gibi duran sık tellerin arasında, canlı cansız bir madde olmamasının verdiği huzurla da tatlı duygular içinde bakıyordu al bayrağa...
Nida ona kalmıştı... Saçları da.
|