KİBRİTÇİ Mehmet Ferah Sayı:
66 - Ekim / Aralık 2010
Kıştı. Kar yoktu sokaklarda ama ilikleri donduran bir soğukla kaplıydı şehir. Rüzgâr uğulduyordu insandan azat edilmiş caddelerde. Geç saatlerde zaten pek kimse de olmazdı yollarda. Bugünse soğuk kilitlemişti evlerin kapılarını. İşten geç çıkmış bir garson günün yorgunluğu sırtında yavaş adımlarla evine yürüyor, az ilerideyse bardan çıkmış bir çift cadde üzerinde sarılmış taksi bekliyordu. Onlar da gidince kimsesi kalmadı şehrin. Gece yine bütün yalnızlığıyla çalmıştı kapıyı ama soğuktu ve kapıyı açan olmadı. Bu kentte geceyi kimse sevmezdi. Akşam olduktan sonra herkes evine kapanır ve yalnızlığı dışarıda bırakırdı. Yalnızdı çünkü sokaklar. Yalnızdı bütün o uzun gecelerde şehir. Rüzgâra göz kırpardı sarı trafik lâmbaları. Çöpçüler ezandan önce evlerine dönmenin telâşıyla dolaşırlardı sokaklarda. Kimse yaşamazdı bu yalnızlığı. Kimse şehirle bir olmaz; onun bu yalnızlığına, bu üşümüşlüğüne ortak çıkmazdı. Ayyaşlar küpeştelerde çöp tenekelerinde sızar, evsizler kartonlarını kapatırlardı kendi yalnızlıklarına. Evet gece üşür, üşütür, yalnızlığa boğardı bu koca kenti.
Bir tek o dinlerdi sokaklarda uğuldayan yalnızlığın türküsünü. Rüzgâr titreyen teninde nağmelerini çalarken o bu şehri yaşamaktan vazgeçmezdi. Geceler onundu, o ise kimsenin. Bu kentin kızıydı o. Hakkıydı bu kenti yaşamak. Geceleri ondan başkası dolaşmazdı bu sokaklarda. Gündüz işine giden, akşam evine dönen esir yaşantılardan muaftı. Sonuçta ne bir işi vardı, ne de bir evi. Bir yıl mı olmuştu bu yalnızlığa düşeli iki yıl mı? Kendisi de bilmiyordu ne kadar zaman geçtiğini; takvimlerden de azattı. Genelde aklına getirmiyordu bu şehirle ilk tanışmasını. Yaşamaya çabalıyordu sadece. Bu şehirle tanışması eski yaşamıyla vedalaşmasının kıyısında duruyordu ve geçmişe dönüp bakmak o kadar zordu ki. Aklına getirmemeye çalışıyordu eski hatıraları.
Gündüzlerini uyuyarak geçiriyordu eski un fabrikasında. Soğukta uyumayı sevmediğindendi gündüz uykuları. Hem gündüzleri arkadaşları çalışmaya çıktığından tek başına daha rahat uyuyabiliyordu. Sahi yeni bir aile de bulmuştu sokaklarda. İlk Ali abisiyle tanışmıştı. Çıkmaz bir sokakta ağlamaktan ve açlıktan bitkin düştüğünde bulmuştu Ali onu. Hiç bir şey sormamıştı ona. Caddedeki dönerciden yalvar yakar aldığı tavuk dürümü uzatmıştı ve “Al” demişti sadece. Günlerden sonra ilk defa gülümseyebilmişti o gece. Yorgundu, bitkindi. Ali onu alıp şimdilerde yuvası olan eski un fabrikasına getirmişti. Ateşin başında toplanmış olan Bayram ve İbrahim ile de o gece tanışmıştı. Başlarda çekingen davransa da bu yeni ailesi onu çok sıcak karşılamış varını yoğunu onunla paylaşmıştı. Bu ufak ailenin en küçüğü oydu. Bayram İbrahim'in abisiydi ve İbrahim bile ondan 3 yaş büyüktü Ali ise en büyükleriydi. Genelde akşamları beraber olsalar da İbrahim'le Bayram şehre daha yakın terk edilmiş bir binada kalıyorlardı.
Ali bir gece ona “Selpak satabilir misin?” demişti. Aslında sakız da satabilirdi selpak da ama o kibrit satmayı istedi. Ali abisi bunu garip karşılamışsa da; “Kibritçi kız ol o zaman sen.” demişti. Gülüşmüşlerdi. O zor ilk günlerinde bile Ali abisi onu ne yapar eder güldürürdü. Gece Ali uyuyana kadar yaptıkları sohbetlerde Ali'nin onun yaşlarında bir kız kardeşi olduğunu öğrendi. “Şimdi sen de kardeşim oldun.” diyordu Ali. Hayat ondan her şeyini almışsa da bir abi vermişti. “Niye kaçtın abi evden?” diye sormuştu Aliye.“O şerefsizden kaçtım” demişti. “Kardeşimi de kurtaracağım onun elinden”. “Kim abi o?” diye sormuştu Kibritçi kız da. “Üvey babam.” deyip susmuştu Ali. Gözleri kızıl alevlere büyük bir kinle bakarken.
Bu küçük dünya onlarındı. Satabildikleriyle, dilendikleriyle ne alırlarsa ortaya koyup paylaşırlardı. Ne patron vardı ne ebeveyn. Kardeşti hepsi. Kibritçi kız zorda olsa çabuk alışmıştı bu hayata. Ne bildiği bir yakını ne gidebilecek kimsesi vardı. Ona kucak açan bu insanların yanında huzurluydu. Dişlerinden arttırdıklarını onun önüne koyuyor “Ye de çabuk büyü ufaklık.” deyip maytap geçiyorlardı. Hüzünlerini içlerine gömen bu yeni yetme gençler küçük kardeşleriyle bütün neşelerini paylaşıyorlardı.
Hepsi sokak çocuklarıydı ama sokak kelimesi bile üstlerine pek uymuyordu. Kentin hiçbir hanesinde olmayan sıcaklık onların yuvasında vardı. Hiçbir abi kardeş dayanışması kan bağı olmayan bu kardeşlerin dayanışmasıyla boy ölçüşemezdi. Hayata ortaktı onlar. Ali doyuramazsa Bayram, onda da yoksa İbrahim doyururdu karınlarını. Ne bir lokma az ne bir lokma fazla yerdi biri diğerinden. Açlığı da paylaşırlardı tokluğu da; Soğuğu paylaşırlardı sıcağı da; Varı da paylaşırlardı yoku da.
İnsanların hor bakışlarına alışıklarsa da Kibritçi Kız'a zor gelmişti bu. Sonradan o da umarsızlaştı. Hayatın ondan çaldıklarına duyarsız, tanımadan hor gören insanlara karşı duyarsızlaştı. Tanımıyorlardı ki onu. Karnını doyurmaya çalışmak ayıpsa o da onları hakir görmeliydi. Bir dükkândan her kovuluşunda yabancılaşıyordu esir yaşantılara. Kendi yaşantısının kalıbına sıkışmış, kör insanları anlayamıyordu. Ona öcüymüş gibi bakan insanlara nefretle bakar oldu. O çakmak çakmak bakan gözleri anlayışsızlıklarla soldu. Edindiği bir köşede kibrit satmaya koyuldu bir süre sonra. Sabahları erkenden işine giden insanlara ateş pazarlıyordu. Acıyan birkaç kişinin bıraktığı parayla kahvaltı ediyor arttırdıklarıyla da akşam için bir şeyler alıyordu. Sabah 9 10 dedikten sonrada gidip fabrikada yatıyordu. Gece işten çıkanlarla sabah işe gidenlerdi müşterileri. Gecenin kalan saatlerindeyse Şehri geziyordu. Sabah namazına yakın camilere uğruyordu bir de: Ezanda bir camiye namaz çıkışı başka camiye. Birkaç kere camiye girmeyi denediyse de imamdan köteği yiyince bu fikrinden vazgeçti.
Annesi geldi aklına. Uyurken saçlarını okşayan o kadın. Sesi çınladı hatıralarında. “Kızım niye yemiyorsun?” demişti ona. O sabah hiç tadı yoktu zaten. “Aç değilim anne” diyebilmişti sadece. Keşke dedi içinden daha çok şey söyleyebilseymişim, keşke. Evden ayrılıp okula gitmişti her gün olduğu gibi. Daha ortaokula geçmesine 1 yıl vardı. Ama o otobüse binerken ne o günün okul hayatının son günü olduğunu, ne de annesiyle son konuşmasını yaptığını biliyordu. Bir taksi hızla yanından geçerken sıyrıldı düşüncelerinden. Okkalı bir küfür savurdu üstüne su sıçratan şoföre. Eskiden tek kelime küfür dahi bilmezdi. Bu sokaklar öğretmişti ona her şeyi. Annesi gibi şefkatli değildi belki ama bütün çıplaklığıyla gerçekleri öğrenmişti bu dünyada. “Anne” diyebildi usulca. Kaç zamandır söylememişti bu kelimeyi. Şaşırdı kendine. Diline yabancı gönlüne çok boş gelmişti ilk başta. Peşi sıra taşıdığı bir yığın hatıra olmasa dediğinin anlamını bile hatırlamayacaktı. Gözleri dolmasa kalbinin attığına inanamayacaktı.
Ayakları onu bir harabenin önüne getirdi. Her tarafı kararmış müstakil bir binaydı bu. Çatının sağ tarafı çökmüştü. Bahçe demeye bin şahit otlarla dolu bir boşluk vardı önün de. Aylardır tıraş olmamış yüzü, gözleri karanlık, saçı başı dağınık bir derbedere benziyordu bina. Evet o yangın çıkana kadar evimdi burası dedi içinden. Şimdi ev kelimesi de benliğinde anne kadar boştu. Kirli ceketinin koluna sildi gözlerini. İçinde kabaran boşluk onu boğar hale gelmişti artık. Kimliğini, hayatını bıraktığı bu viraneyi tekrar görene kadar burada bırakmıştı. Şimdi bütün hatıralarıyla birlikte cebindeydi. Bu yükü omzuna almayalı çok zaman olmuştu. Geçmişini, ailesini düşünmeyeli aylar hatta yıllar geçmişti. Canını yakmaya kasteden bu düşünceler ne zaman aklına gelse bugün kaç kişiye nerde nasıl kibrit satsam diye düşünmeye başlayıp hatıraları beyninden uzaklaştırırdı. Eğer bu yükün altına girip saatlerce günlerce ağlayacak olsa bütün gün hiçbir şey yapamaz ve gece aç kalırdı. Ama şimdi kurtulamıyordu bundan. Koşar adım uzaklaştı binadan. Bütün geçmişinden uzaklaşmaya çalışır gibi. Gözyaşları yanaklarından süzülürken koşmaya başladı. Koşarak kaçtı kendinden. Bu yük küçük kalbine ağır geliyordu. Her adımı kalbini daha da sızlatıyordu. Yaş dolu gözleri eski sokağını ve yıkık dökük binaları seçemiyordu artık. Hıçkırıklar boğazında düğümlenirken o hala koşuyordu. Yolun sonuna geldiğinde yavaşlamadı. Arkasına bakmadan köşeyi hızla döndü...
Evini ve annesini alan alevler 3 yıl sonra çıkagelmişti gene. Bu sefer Ali abisini almış ikinci ve son yuvasını da harap etmişti. “Neden!” diye haykırdı “Neden!”. Bu bağırışları duyan insanlar şaşkın gözlerle ona bakıyordu. Ama Onun gözleri mutlu günleri görüyordu sadece. Annesiyle geçirdiği günleri… Hayatını alevler saran Kibritçi Kızdı o. Kimse bilmedi onun hikâyesini. Ne o gün balkonda oturan eski komşuları tanıyabildi onu Ne de eskiden Annesiyle gelip çikolata aldığı caddedeki o bakkal. Zaten onu tanımayanlardan başka da kimsesi kalmamıştı. Ve hikâyesini de kimseye anlatmadı küçük kız. Ne hayal meyal tanıdığı bakkala anlatabildi ona iri ve şaşırmış gözlerle bakarken nede başına toplanan insanlara anlatabildi ben o yangından kurtulan küçük kızım diye. Kimse bilmedi onun hikâyesini; ambulansta saçlarını okşayıp gözleri dolan doktor da bilmedi, o köşeden çıktığında ona çarpıp kaçan şoför de bilmedi.
|