Mevlid-i şerif İbrahim Buğalı Sayı:
69 - Temmuz / Eylül 2011
Mevlid: “Kâinat'ın yüzü suyu hürmetine yaratılan, âhir zaman Nebisi Sevgili peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem Efendimiz'in dünyaya teşriflerini, bütün mahlukâtın devam üzere beklediği mukaddes hadisedir.”
Bu mukaddes hadise, Âdem Aleyhisselâm'dan itibaren bütün peygamberlerin geleceğini haber verdikleri ve bunu kendilerinden sonra geleceklere bildirmekle görevli oldukları Nübüvvet vazifesidir. Bu gerçeği Cenâb-ı Hakk, Sûre-i Âl-i İmrân'da açık olarak beyan buyurmuştur.
Sûre-i Âl-i İmrân ayet 81: “Yâdet o zamanı ki, Allahü Teâlâ bütün peygamberlere hitaben, size kitap ve hikmet verdim, sonra sizin nezdinizdekini (sizin elinizdeki şeriatı) tasdik ederek bir Resûl gelecektir. (Yani Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem) O'na elbette iman ve yardım edeceksiniz diye peygamberlerden bir müekked ahid aldıkta buyurdu ki; ikrar ettiniz mi? Ve bunun üzerine benim o ahdimi alıp kabul eylediniz mi? Onlar da ikrar ettik dediler -Cenâb-ı Hakk da- buyurdu ki; öyleyse şahit olunuz, ben de sizinle beraber şahitlerdenim. Artık bundan sonra kimler yüz çevirirse işte fasık onlardır.”
İZAH
Allahü Teâlâ Vetekaddes Hazretleri, bütün Peygamberlerden Server-i Âlem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in nuru ecli için ahd alıp, O Nur-ı Mübarek ile Şeytan arasına yetmiş hicab koymuştur. Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in nurunu hamil olan kimseler, haramdan, zinadan ve putlara secde etmekten daima uzak durmuşlardır. Ne zaman ki, “ŞİT” Aleyhisselâm dünyaya teşrif ettiler, Nur-i Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem ona intikal etti ve Cenâb-ı Hakk Âdem Aleyhisselâm'a emir eyledi ki, evlâdından ahd al mü'mine hanımlarla tezevvüc etsinler ve emanete hiyanet etmesinler. (Yani âhir zaman Nebisine Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e) Âdem Aleyhisselâmı dahi emri şerife imtisal edip Şit Aleyhisselâm'dan ahzi misak ettiğinde Cebrâil Aleyhisselâmı yetmiş bin Melâike-i Kiram ile nazil olup nurdan bir kalem ile Cennet ipeklerinden bir ipeğe ol misakı yazıp Melâike-i Kiram'ı şahit tutup ol ipeği bir tabuta koyup, Ol Nur-i Şerifi ve diğerlerini nurlandırıp melekler arasında bu Nur-ı Muhammedi Sallalahü Aleyhi ve Sellem diye nida olundu.”
Yine rivâyet edilen bir hadis-i şerif'de buyuruluyor ki: “Ecdad-ı Peygamberi Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in her biri, evlâdına Nûr-ı Muhammedi Sallallahü Aleyhi ve Sellemi muhafaza etmelerini ve daima mü'mine olan hanımlarla tezevvüc edip tahire olan kadınlara ibdaını (intikal ettirilmesini) vasiyet ederlerdi” Nuh Aleyhisselâm'a gelinceye kadar böylece devam etmiş. Nuh Aleyhisselam da oğlu Sam'dan ahz-ı misak almıştır. Keza İbrahim Aleyhisselâm'dan da ahz-ı misak alındı ve İbrahim Aleyhisselâmı da oğlu İsmail Aleyhisselâm'dan ahd almıştır. Ta Haşim'e, Abdülmuttalib'e ve muhterem pederleri Abdüllah'a gelinceye kadar bu şekilde devam edilmiştir.
Merhum Süleyman Çelebi, Vesiletü'n-Necât isimli eserinin Nûr bahsinde bu gerçekleri Türkçe, kısa ve öz olarak açıklamıştır. Fakat şimdiki Mevlidhanlar bu bölümü hiç okumazlar.
NÛR BAHSİ
Hak Teâlâ Çün yarattı Âdemi
Kıldı Âdemle müzeyyen âlemi
Âdeme kıldı Feriştehler sücûd
Hem ana çok kıldı ol lutf ıssı cûd
Mustafa nûrunu alnında kodı
Bil habibim nûrudır bu nûr dedi
Kıldı ol nûr ânın alnında karar
Kaldı ânın İle nice rûzgâr
Sonra Havva alnına nakl etti bil,
Durdı anda dahi nice ay u yıl
Şît doğdı, ana nakl etti bu nûr
Ânın alnında tecelli kıldı nûr
İrdi İbrahim ü İsmâil'e hem
Söz uzanur ger kalanın der isem
İş bu resmile müselsel muttasıl
Ta olunca Mustafaya müntekıl
Geldi çün ol Rahmetenlilâlemîn
Vardı nûr anda karar etti hemin
Hâsılı kelâm, Âdem Aleyhisselâm'a emânet olarak verilen Nûr-i Muhammedî (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) her asır, her zamanda ve her ana-baba da dâima sefayı aslıyesiyle, seçilerek, ikram olunarak ve hürmet edilerek intikâl ede ede gelip sahibi hakikisinde karar kılmıştır.
Fâtıma-i Hasamiye, çok güzel, zengin ve sâliha bir hanım idi. Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in pederleri Abdüllah'ın alnında bulunan nûru müşahede edip kendisiyle evlenme niyetinde olduğunu bildirdi. Eğer beni Âmine üzerine tezvîc ederse, ben ona cariyesi gibi hizmet edip bütün malımı ona bezl ederim dedi. Abdüllah dahi razı olup nikâh işinin ertesi güne bırakılmasını istedi. Biemrillâh, Nûr-i Muhammedi Sallallahü Aleyhi ve Sellem o gece Âmine validemize intikâl etti. Ertesi günü nikâh işleri yapılmak üzere iken, Fâtıma, Abdüllah'ı görüp ol nûr'u müşahede eylemediğinde, Âmine'ye intikal ettiğini istidlal edip teessüfle benim nikâhdan muradım o nûr'un bana intikali idi, müyesser ve mukadder değilmiş deyip nikâh işinden vazgeçip çok mükedder oldu.
Havva'dan Âmine'ye kadar bilcümle Ümmehât-ı Nebî, Âdem Aleyhisselâm'dan pederi muhteremleri Abdüllah'a kadar bilcümle âbâ u Ecdâd-ı peygamberi Sallallahü Aleyhi ve Sellem ihtiyar edile edile, seçile seçile gelmişlerdir. Bu gerçeklerin ispatı hususunda bir çok ayet-i celîle ve Buharî, Müslim gibi bir çok hadis erbabının rivâyet ettiği hadis-i şerifler zikr edilmiştir. Iz'an ile okunduğunda, erbâb-ı ukûl gerçekleri anlamakta güçlük çekmez. Bu husus çok mühim olduğu için ehl-i imânın dikkatli olmaları icap eder. Ufak bir hata ve inanç noksanlığı, imânı götürdüğü gibi tövbenin bile kabul olmasına mâni' olur. Cenâb-ı Hakk, cümlemizi muhafaza buyursun. (Bu izahat ve Ali İmran Sûresi'nin Meali, Es- Seyyid Abdülhakim Arvasi Kuddise Sirruh Hazretleri'nin, Ecdad-ı Peygamberi Sallallahü Aleyhi ve Sellem isimli eserinden alınmıştır.)
KÂİNATIN EFENDİSİ FAHRİ ÂLEM MUHAMMED ALEYHİSSELÂM
Peygamberimiz “Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e ve bütün peygamberlere inanmak ve onlara sevgi ve saygı ile itaat etmek imanın esasını teşkil etmektedir. Bir peygamberi inkâr etmek, Allahü Teâlâ'yı inkâr manasına gelir. Nemrûd, İbrahim Aleyhisselam'a ve Firavun da Musa Aleyhisselam'a tabi' olmadıkları için iman nimetinden mahrum kalarak en azılı kâfir olmuşlardır. Âhir zaman Nebisi sevgili peygamberimizi ve onun getirdiği dini kabul etmeyip tatbik etmeyenler de aynı şekildedir.”
Sûre-i Ahzâb'da Cenâb-ı Hakk buyuruyor ki: “Muhakkak Allahü Teâla ve onun melekleri Nebi üzerine salât (yani Allah rahmet, melekler istiğfar) ediyorlar. Ey iman eden mü'minler sizde salât (dua) ediniz. Ve ona, tebliğ ettiği dine de tam bir teslimiyetle teslim olunuz.”
Sûre-i Nûr'da: “Ey mü'minler, sizler Resûl'e hitap ettiğiniz ve seslendiğiniz vakit, kendi aranızda hitap ettiğiniz gibi, ismi ve künyesi ile çağırmayınız”
Yani Yâ Muhammed, Yâ Ebel Kasım gibi sözlerle seslenmeyiniz. İsim ve künyesini asla kullanmayınız. Belki ona ta'zim, tekrim ve saygı ifade eden kelimeleri söyleyiniz. Meselâ Yâ Resûlallah, Yâ Seyyide'l-Evvelîn ve'l-Âhirîn, Yâ Seyyide'l-Mürselîn, Yâ Nebiyyallah, Yâ İmâme'l- Mürselîn, Yâ Resûle Rabbi'l-Âlemin, Yâ Hateme'n-Nebiyyîn gibi güzel sözlerle hitap edin. İşte bu Ayet-i Celilelerden anlaşılıyor ki hürmet ve ta'zim ifade etmeyen sözlerle Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e nida etmek (seslenmek) hayatında da vefatından sonra da asla câiz değildir. Bu gibi sözlerle Peygamber Efendimiz'i hafife almak vardır. Böyle saygısız hareket eden kimse, dünya ve âhirette imansız ve mel'undur. Hücurat Sûresinde ise: “Sesinizi Nebinin sesinden yüksek bir şekilde çıkarmayın, birbirinizle konuştuğunuz gibi de konuşmayınız. Edep ve ta'zimi gerektiren şekilde söyleyiniz. Aksi halde bütün amellerinizin sevabı farkında olmadan elinizden çıkar.” buyruluyor.
(İkinci Sultan Abdülhamid Han Hazretleri, Hicaz demiryolunu yaptırırken, otuz kilo metre mesafeden bizzat irâde-i şahane ile Resûl-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem'i rahatsız etmemek için, demiryolu raylarına keçe döşettirmiştir. Çünkü O, büyük Hakan Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hayatı ile vefatı arasında bir fark olmadığını biliyordu.)
İşte bu şekildeki sevgi ve saygı, peygamberimiz hakkında olduğu gibi bütün İslâm dini hakkında da aynıdır. Aynı edep ve terbiyenin talebe ve hocası arasında da olması gerekir ki, feyiz ve bereket hâsıl olsun. 1400 küsur senedir İslâm ahlak ve fazileti yakın bir tarihe kadar bu inanca sahip olanlar sayesinde devam ede gelmiştir. (Celâleyn tefsirinin haşiyesi Sâvi, sayfa: 149 ve Fahrurrazi tefsiri sayfa: 44)
“Tirmizi'nin, Enes'den (radıyallahü anh) rivâyet ettiği hadis-i şerif'de, Peygamber Sallallaü Aleyhi ve Sellem, hane-i saadetlerinden çıkıp, Ensâr ve Mühacirin hazaratının yanına teşrif buyururlardı. Ebu Bekir ve Ömer (radıyallahü anhüma) hazretleri de aralarında olurdu. Ashab'tan hiçbir kimse mübarek yüzlerine bakamazdı, ancak Ebu Bekir ve Ömer radıyallahü anhüma hazretleri tebessümle bakarlardı, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem de onlara aynı tebessümle bakardı.”
Üsametübni Şerik (radıyallahü anh), şöyle rivâyet ediyor: “ Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'i gördüm, Ashab'ı etrafında toplanmışlar, sanki başları üzerinde kuş vardır.” (Yani başlarındaki kuşun ufak bir hareketle uçmasından korkan kimseler gibi)
Urvetübnü Mesûdü' s-Sakafî (rasıyallahü anh), Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e, Kureyşliler tarafından “Hudeybiye anlaşması için gönderilmişti. Huzuru Risâlete gelince, ashab-ı kiram'ın, Peygamber Aleyhisselama gösterdikleri sevgi, saygı ve son derece hürmetkâr olduklarını görünce, son derece hayrette kalıp şöyle demiştir: “Ashab-ı Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem, O'nun abdest suyunu, âb-ı hayat bilip gözlerinin çukurlarına korlardı. Tükürse veya sümkürse, avuçları içinde ovalayıp bereketlenmek için vücutlarına sürerler, bedenlerinden düşen tüyleri hemen almaya çalışırlar, mübarek ağızlarından bir söz çıksa yerine getirip onu birbirlerine ulaştırırlardı.
Ne zamanki Urve, Kureyşlilerin yanına döndü ve dedi ki, Ey Ma'şeri Kureyş! Ben, Kisra, Kayser ve Necâşî gibi büyük devlet reislerinin makamına gittim, fakat Muhamed'in (Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in) ashabı'nın gösterdiği sevgi, saygı, edep ve itaati hiçbir devlet reisine yapıldığını görmedim, demiştir. (Urve, o zaman daha Müslüman olmamıştı.)
“Enes radıyallahü ahn, and olsun ki, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'i gördüm, berber traş ediyordu, ashabı ise etrafını çevirmişler, mübarek saçlarından bir teli yere düşürmeyip, bir kimsenin eline geçmesine gayret gösteriyorlardı.”
Enes (radıyallahü anh) şöyle buyurmuştur: “Resûlüllah'ın (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) evinde bir kuyu vardı. Suyu tuzlu idi. Mübarek ağzının suyundan o kuyunun içine kattı. Kuyunun suyu tatlılaştı. Medine-i Münevvere de ki kuyular arasında o kuyunun suyundan daha tatlısı yoktu.
“Hâlid ibni Velid (Seyfüllah-Allah'ın kılıcı) radıyallahü anh, devamlı olarak sarığının altına bağladığı örtüsünde, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in saçlarından bir miktar saç bulundururdu. Bir muharebede bu örtü başından yere düştü ve onu hemen alabilmek için muharebe anında sarığı almaya çalıştı. Hâlbuki o anda çok kimseleri de katl etmişti, onun bu halini, ashab-ı kiram (radıyallahü anhüm) hoş karşılamadılar. Hâlid ibni Velid hazretleri buyurdu ki, ben sarık için geri çekilmedim, onun arasında, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in saçlarından bir miktar saç vardı, kâfirlerin eline geçmesin diye sarığı almaya çalıştım, buyurdu.”
“İbni Ömer (radıyallahü anh), Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in, Minberde oturduğu yere elini sürer, sonra bereketlenmek için elini yüzüne sürerdi.”
Hazret-i Ayşe validemiz (radıyallahü anha) Yâ Resûlallah! Helâya gidiyorsunuz, fakat sizden çıkan şeylerden bir eser görünmüyor, dedi. Buyurdu ki: Yâ Aişe, bilmez misin ki, peygamberlerden çıkanı yer yutar.
“İmam-ı Malik (rahimehüllah), devamlı Medine-i Münevvere de otururdu. Hiç ata binmemiştir. Sebebini soranlara, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in medfun olduğu toprağı atıma çiğnetmekten Allah'tan korkarım demiştir.”
Yine İmam-ı Malik Hazretleri, malik olduğu bir sürü atları, İmam-ı Şafii Hazretlerine hibe etmiştir. İmam-ı Şafii Hazretleri de, hini hacette binersin, hiç olmazsa bir tanesini yanında bırak deyince, aynı sözleri söylemiştir. (Şifâi Şerif Tercümesi Cilt 3, sahife: (1076) Dersaadet Şems Kütüphanesi Sahipleri. 1317)
Zamanımızda bazı kimseler, Allahü Teâlâ, Peygamberimiz ve İslâm büyüklerinden bahsederken (C.C.), (S.A.S.), (R.H.) gibi rumuzla mukaddes isimleri geçiştirmeye çalışmaktadırlar. Bu ise, bir nevi hürmette kusur olup, böyle yazılması da mekruh olduğu için Selef-i Salihîn kitaplarında ve konuşmalarında rumuz kullanmamışlardır. Tarih buna şahittir. İkinci Sultan Abdülhamid Han Hazretleri'nin tahttan inmesine kadar yazılan eserlerde böyle bir eksiklik görülmemiştir. Allah Celle Celâlühü, Cenâb-ı Hakk, Allahü Teâlâ, Rabbimiz, Kâinat'ın Sahibi gibi saygı ve hürmet ifade eden sıfatlarla yâd edilmiştir. Peygamberimiz'e ise, Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Eshab-ı Kiram'a Radıyallahü anh, Ulemâ'ya Rahımehüllah kelime ve cümleleri ile hürmet yapıp, saygı duymuşlardır. Bu husus, mu'teber fıkıh kitaplarımızda ve Tahtâvî Cilt 1, Sahife 13 de çok güzel bir şekilde açıklanmıştır.
Bu gün hemen bütün kitaplarda, bu isimler rumuzla yazılmakta, okuyanlar da ben bunların ma'nasını biliyorum diyip, değil Salâvat getirmek, S.A.S. diye harfleri bile okuyan görülmemiştir. İstanbul'un meşhur Vaizlerin den birisini, bir camide dinlemiştik: “İbrahim Aleyhisselâm'dan bahsederken, İbrahim şunu dedi ve bunu dedi gibi, bir peygamberden böyle bahsediyordu. Yine aynı şahıs, Ömer Radıyallahü anh'dan bahsederken, belki sekiz dokuz def'a Ömer şöyle dedi ve böyle yaptı, diye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu. Bu zamanda camilerde buna benzer hürmet dışı hadiselere rast gelmek mümkündür. Hâlbuki insan konuşurken, velev ki kendi seviyesinde veya daha aşağıda bulunan bir kimseye sadece kendi ismi ile hitap etmesi bile nezakete aykırıdır.
Asırlarca Gönüllerde Çağlayan Bir Ses Mevlid-i Şerif
(Kardelen Dergisi Sayı: 68)
Zannımıza göre, “Hacı Lüy” kardeşimizin, Mevlid'den kasdı, Süleyman Çelebî merhumun yazdığı mersiyesi değil de, yukarıda izaha çalıştığımız, kâinat'ın sebeb-i hılkatı sevgili peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Aleyhi ve Sellem olmalıdır. Yoksa Süleyman Çelebi'nin yazdığı gibi “Mevlid-i Şerif” Türkçe, Arabî, Farisî, Kürtçe sayısız eserler ve Na'tlar yazılmıştır. Fakat lisanımız Türkçe ile yazılan eserlerin arasında, Süleyman Çelebî merhumun eseri çok tutulmuş ve sevilmiştir. Bu sebepten, düğün, sünnet düğünü, mübarek gün ve gecelerde iştiyakla okunup salâvat-ı şerife getirilmesine, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in sevgi ve saygısının artmasına vesile olmaktadır.
Bir de Mevlid kitabında, peygamberimizin hayatı anlatılmaktadır denilmektedir. Bu esere peygamberimizin hayatı nasıl sığdırılır? Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'in hayatı nedir ve nasıldır, bir misal ile izaha çalışalım. Efendi Hazretlerinin Eshab-ı Kiram Risâlesinden: “Hadis-i Şerif Meali: “Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem, Cebrâil Aleyhisselam'a, Ömer Radıyallahü Anh'ın fazâili hakkında suâl edince şöyle buyurmuştur: “Ben ki Cibrîlim, Âlem'in yaratılışından sonuna kadar, İmam-ı Ömer'in fazâilini ve kemalâtını söylesem bitiremem. Bununla beraber, İmam-ı Ömer, Ebu Bekir'in hasanâtından bir hasenedir.” Hadis-i Şerif Meali: “Eğer benden sonra bir peygamber gelecek olsaydı, Ömer peygamber olurdu.” Radıyallahü Anh. (Eshab-ı Kiram risalesi, S. 33)
Ebû Bekir ve Ömer (radıyallahü anhüma) hazretleri peygamber değillerdir. Fakat peygamberlerden sonra dünyaya ayak basan en büyük kimselerdir.
Mevlid kitabının yazılmasına sebep, bir vâiz'in, “Peygamberler arasında ayırım yapılmaz” Ayet-i Celilesi değildir. Çünkü peygamberler, peygamber olarak hepsi bir olup, fazilet yönünden farkları vardır. Bunda hiçbir şüpheye mahal yoktur. Çünkü Ayet-i Celileler, bu hususları kesin olarak açıklamıştır. Asıl gaye, Râfizi, Şi'î inançlı ve meşrebini gizleyen bir vâiz'in, İsâ Aleyhisselam'ı üstün göstermeye yeltenerek, Ali radıyallahü anhın peygamber olduğunu zımnen de olsa ispata çalışmasıdır. Bunların, Cennet mekân Timurlenk tarafından fitneleri önlenince, müntesiplerinden bazıları, Anadolu'ya ve İslâm ülkelerine sığınarak, Tekke ve bazı İslâmî merkezlerde kendilerini ve meşreplerini gizleyip zamanla batıl inançlarını yaymaya çalışmışlardır. Cennet mekân Fatih Sultan zamanında bunların bir kısmı suret-i haktan görünerek saraya kadar sokulmuşlar, bundan çok rahatsız olan “Mahmut Paşa” bu hadiseyi şöyle önlemiştir:
ŞEYHÜ'L-İSLÂM FAHRE'D-DÎN ACEMİ EFENDİ
Fahre'd-dîn Acemi Hazretleri, Fatih Sultan Cennet Mekân hazretleri devrinin güzide ulemasındandır. Fatih Sultan kendisini çok sever ve büyük değer verirdi. Molla Fenârîden sonra, ikinci olarak Osmanlı devletinin Şeyhü'l-İslâmı oldu. “Fahre'd-dîn Acemî” hazretleri salâbet-i diniyye ile muttasıf idi. Otuz sene müddetle bu görevde bulundu. Bu sıralarda, Fadl-ı Tebrizînin batıl inancı yayılmaya başlamış, Fatih Sultan, bunlara meyil ile bazılarını da Saray-ı Hümayun'a almıştı. Vezir-i A'zam Mahmûd Paşa, bunları iyi bildiği için çok rahatsızdı. Bunların bozuk inancını Padişaha arz edip büyük tehlike olduklarını bildirmek istiyordu. Fakat bir türlü cesaret edemiyordu. Nihayet bir gün mes'eleyi Fahre'd-dîn Acemiye arz etti. Müfti efendi, kendisine arz edilen sözleri taraftarların lisanından işitmek istedi. Mahmûd Paşa, birgün Fadl-ı Tebrîzi taraftarlarını konağına yemeğe davet etti. Müfti efendiyi de kimsenin göremiyeceği bir yere sakladı. Yemekden sonra Mahmûd Paşa müsafirleri ile sohbete başladı. Söz, Fadl-ı Tebrîzinin fikirleri ve mesleğine intikal etti. Fahre'd-dîni Acemi söylenen bütün sözleri saklandığı yerden dinliyordu. Bütün bozuk inaçlarını birbir anlattı, sonunda bu sapık, Allahü Teâlâ insanlara, meselâ Fadl-ı Tebrîziye hulül etmiştir dedi. Bu zamana kadar saklandığı yerde sabırsızlıkla bekleyen Müfti Efendi, bulunduğu yerden fırlayıp hışımla mülhidin üzerine atıldı. Sapık doğruca saraya kaçıp padişahın huzuruna kadar vardı. Peşinden giden Müftü Efendi, mülhidi orada yakalayıp dövdü. Fatih Sultan Hazretleri ise, Şeyhü'l-İslâm Hazretlerine büyük saygısı olduğu için bir şey söylemedi. Fahre'd-dîn Acemi hazretleri, bununla iktifa etmeyip muarızını Edirne'de üç şerefeli camiye getittirdi ve halk huzurunda bütün fikirlerini tek tek açıklayıp, kâfir ve zındık olduklarına hüküm verdi ve öldürmelerinin vacip olduğunu bildirdi. Öldürmelerine yardım edenlerin büyük sevap kazanacaklarını bildirdi. Sonra bu sapıkları sahanlığa getirip, başkanlarını yaktılar. Hatta ateşi Müfti Efendi üfledi. Geri kalan sapıkların hepsini de öldürdüler. Böylece ilhâd (küfür ateşi) söndürülmüştür. (Salname tarihçesi sahife 320-340)
Hurufilik, İslamiyeti yıkmak için kurulan bozuk yollardan biridir. Kurucusu bir Acem (İran) Yahudisi olan Fadlullah bin Abdurrahman Tebrizîdir.
Kurduğu bozuk yolun esaslarını anlatmak için Cavidan adında Farisi olarak bir kitap yazdı. Kitabında, Kur'ân-ı Kerimdeki harflere ma'nalar vererek, kendisinin Tanrı olduğunu bildirdi. Bütün dinleri inkâr ve İslamiyet'le alay etti. Kurduğu bu bozuk yola, Yahudilik, Hıristiyanlık, Zerdüşlük gibi inançları da karıştırdı. Bunlarla iç içe oldu.
Nitekim Yahudi Sabataist Ilgaz Zorlu, Bektaşiliğin içine nasıl sızdıklarını şöyle ifade ediyor; “Sabataycılar kendi din adamlarını Melamilik tarikatı içinde yetiştirmişlerdir. Bu çok ilginç; adam hahamdır, ama dışarıdan baktığınız zaman Melamilik, Mevlevilik ve Bektaşilik tarikatları içinde din adamı gibi görünür.” (Eğitim-Bilim Dergisi, Kasım 2000)
Hurufiliğin bu bozuk inanışları İslam ülkelerinde cahil halktan bazı kimseler arasında yayılmaya başlayınca Timur Han'ın oğlu Miranşah, babasının emri ile 1393 senesinde Fadlüllah-ı Hurufiyi öldürdü. Bacağına ip takıp sokaklarda sürükledi. Böylece Timur Han, İslamiyet için çok tehlikeli olan Hurufiliğin yayılmasını önledi. Bunun için Bektaşi ismi altında kendini gizleyen Hurufiler, Timur Han Hazretlerini sevmezler, hep kötülerler.
Fadlüllah-ı Hurufi öldürülüp Esterabat şehri yakılınca dokuz yardımcısı kaçtı. Bunlardan Aliyyü'l-A'la adında bir kimse, Anadolu'ya gelerek bir Bektaşi tekkesinde Cavidanı gizlice yaymaya ve cahilleri aldatmaya başladı. “Hacı Bektaşi Veli'nin yolu budur” dedi. Hacı Bektaşi Veli'nin yolundan ayrılmayan hakiki Bektaşiler, bunlardan tamamen ayrıldılar.
Mevlid makalesinde Hacı Lüy Bey kardeşimiz, Cennet mekân Timurlenk'e, Ankara savaşından sonra ordusu ile Bursa'ya girip, Vesiletü'n-Necat isimli Mevlid kitabının yazarı Süleyman Çelebi'nin imamlık yaptığı “Ulu Camii'ni” ahır yaptı diye büyük bir iftira yapmıştır. Timurlenk'in islâm'a yaptığı hizmetleri saymakla bitiremeyiz. Gerçek tarih kitaplarımız ve yapılan hizmetler buna en büyük şahittir. Yukarıdaki hadise bile buna hüccet olarak kâfidir. Eğer Timurlenk'in Hurufileri yok etmesi olmasa idi bu gün Türkiye'nin İran ile bir farkı olmazdı. Yavuz Selim Cennet Mekân ve biricik oğlu Kanuni Sultan Süleyman bu hususa çok dikkat etmişler, bizler bu gün onların sayesinde Ehl-i Sünnet inancını yaşayabiliyoruz. Fakat bu günlerde bu hususta büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Zannımıza göre, Hacı Lüy bey, Timurlenk ile Hulagu'yu birbirine karıştırıyor. Çünkü Hulagu keferesi Bağdat'ı işgal ettiği zaman, İslâm'ın bütün kaynak eserlerinin bulunduğu, Bağdat kütüphanelerindeki kitapları kerpiç olarak kullanıp hayvanlarına ahır yapmış, def' olup giderken de bütün eserleri Dicle nehrine attırmıştır. Bu büyük zulüm asla unutulmamaktadır.
“İmam-ı A'zam ve diğer dinde müctehidler olmasa idi, Kur'ân-ı Kerim-İslam dini, Tevrat-ı Şerif ve İncil-i şerif gibi tahrifata uğrar, aslı kalmazdı. Büyük Âlim ve büyük Mutasavvıf Abdüllah Tüsteri (kuddise sırrüh) hazretleri şöyle buyurmuştur: “Eğer Musa Aleyhisselam'ın ve İsâ Aleyhisselam'ın ümmetleri arasında İmam-ı A'zam gibi büyük âlimler olsa idi, Musa Aleyhisselam'ın ümmeti Yahudi ve İsâ Aleyhisselam'ın ümmeti de Hıristiyan olmazdı.”
İbni Hacer-i Mekkî, Hayrat-ül-Hisan isimli eserinde şu hadis-i şerif'i zikr etmiştir: “Âdem Aleyhisselam ve bütün peygamberler, benimle öğündüğü gibi, ben de, ümmetim içinde Ebu Hanife ve İsmi No'man olan bir kimse ile öğünürüm ki, ümmetimin ışığı olacaktır. Onları, yoldan çıkmaktan, cehalet karanlığına düşmekten koruyacaktır.” Buyuruyor. “Yüz elli senesinde dünyanın zineti gider.” Hadis-i Şerif'i de İmam-ı A'zam'ın, (150) senesi yetmiş yaşında vefatına işarettir.
“Timurlenk Cennet mekâ'nın hizmetleri olmasaydı, bu gün Anadolu, İran'a benzerdi.”
“Eğer Yavuz Selim Cennet Mekân ve Oğlu Kanuni Cennet Mekân olmasa idi, dünyada Ehl-i Sünnet kalmazdı. (Bu gün bu tehlike bütün İslam ülkelerini sarmıştır, kim önleyecektir?”)
SÜLEYMAN ÇELEBÎ ve VESİLETÜ'N-NECÂT
Süleyman Çelebi ve pek kıymetli eseri Mevlid kitabı, bu hususta söz söylemek ve fikir yürütmek bizim için büyük bir saygısızlık ve noksanlıktır. Ancak, çok hassas konularda, dinde hüccet-delil sayılan büyüklerin görüşlerine kulak verip hassasiyetle üzerinde durmak onların görüşleri ve inançlarını muhafaza etmek de en selametli yol olduğunu bilmek her mü'min üzerine düşen bir vazifedir. Onların şu mübarek sözleri, ne kadar manidar ve düşünülmesi gereken en büyük nasihattir: “Hasanâtü'l-Ebrâr, Seyyiâtü'l-Mükarrebîn.” Yani iyi insanların yaptığı güzel ameller, Mukarrebîn-Allahü Teâlâ'ya yakın kimselerin, yaptığı seyyi'e olarak-günah olarak değerlendirilir.
Mevlid risâlesi, kitap olarak Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'i hatırlatmak ve salavat-ı şerife getirmeye vesile olmak bakımından değeri çok büyüktür. İbadet kastiyle olmayıp, güzel gün ve gecelerde meclislerde güzel sesle okunması matluptur. Daha önceleri, yani yüz sene önce camilerde okunur mu okunmaz mı diye fetva soruldukta, eğer Mevlid faslından Kur'ân-ı Kerim kısmı daha fazla olur ise, hüküm çoğunluğa olduğundan okunması caiz olur denilmiştir. Aksi olursa cevaz verilmemiştir.
Hadis-i Şerif: “Mevtalarınıza “Yâsîn Sûresini okuyunuz.” Mevtalarımıza, Kur'ân-ı Kerim okunur ve sevabı bağışlanır, yani dinde ibadet sayılan amellerin sevabı bağışlanır. Bunlarda fıkıh kitaplarında açıklanmıştır.
Ahkam-ı İlâhiye terk edildikten sonra, Hıristiyanlık âlemi tahakküm etmeye başlamış, Müslümanların gençlerini sigara sinema ve eğlence ile, yirmi yaşından yukarı olanları şehvet ve fuhuş bataklığına itmekle, kırkından yukarısını da dininiz budur diye, Mevlid ile oyalamak suretiyle yozlaştırmak için planlar hazırlamışlardır. Bu yapılan plan ne derecede tutarlı oldu bunu ibretle görüyoruz. (Bu mes'eleyi bundan elli sene önce ehlinden dinlemiştik.) Bu gün 2011 yılı, İsviçreli bir subay Müslüman olduğu için, ordudan atılmak üzere hakkında dava açılmıştır. Bizde ise, diyalog namı altında Hıristiyan keferesini, Müslümanların kardeşi yapmaya çalışıyorlar.
Bu gün camilerde, ölülere mevlid okutmak maksadıyla, korkunç seslerle kubbeler yıkılırcasına bağırarak kasideler, Mevlid bölümünden de uzun olarak okunur, kısa kısa aşr-ı şeriflerle iktifa edilir. Hadis-i Şerif'de: “Kıyamet alametlerinden biri de camilerde seslerin yükselmesidir.” Allaü a'lemü, herhalde bunlara işaret edilmektedir. Halk bunları şöyle değerlendirir: “Okuyan para, dinleyen şeker ve okutan hava alır.”
Bizim yukarıda etraflıca izah etmeye çalıştığımız konu, Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e Cenâb-ı Hakk'ın emir buyurduğu ve O'nun Eshabı'nın tatbik ettiği gibi sevgili ve saygılı olmak mecburiyetinde olduğumuzu izah etmeye çalışmaktır. Şimdi Süleyman Çelebi'nin eserinden örnekler vererek bu cümlelerin ehli tarafından nasıl değerlendirildiğini göreceğiz. Allahü Teâlâ Hazretleri ile sevgilisi arasındaki hassasiyeti ve nezaketin ölçüsünü açıklamak, kimsenin gücü dâhilinde değildir.
Mİ'RÂC BÖLÜMÜNDEN
Yâ Muhemmed deyuben çağırdılar-Bir sadabirle yürekler deldiler
Merhabembik Yâ Muhammed didiler-Ey şefaat kâni Ahmed didiler.
Hakk Teââladan erişti bir nida-Yâ Muhammed ben sana kıldım atâ.
Hem dedi kim Yâ Muhammed ben seni-Bilürem görmeğe doymazsın beni.
Hakk Teâlâ'dan nida geldi hemîn-Yâ Muhammed dedi Rabbü'l-'Alemîn
Yukarıda Peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem'e “Yâ Muhammed” diye hitap edildiği (Sallallahü Aleyhi ve Selem) görülmektedir. Kur'ân-ı Kerim de sayısı belli olmayan emirler yasaklar mevcuttur. Bu emir ve yasakların muhatabı peygamberimizdir. Hiçbir yerde Yâ Muhammed diye bir hitap mevcut değildir. Mi'rac'da Yâ Muhammed gel beru ve diğer cümlelerin, Cenâb-ı Hakk'a izafe edilmesi, büyük İslam Âlimi ve Mutesavvıfı Molla Fenârî'yi rahatsız etmiştir.
İşte bu hitapları gören, Osmanlı'nın ilk Şeyhülislam'ı “Molla Fenâri” rahimehüllah, Süleyman Çelebi Merhum'a, korkarım Cenâb-ı Hakk, seni ağma kılar dediği ve Süleyman Çelebi'nin de ağma olarak vefat ettiği bilinmektedir. Orhan Gazi Cennet mekân kütüphanesinde bir eserde bu hadisenin yazılı olduğunu kıymetli bir hoca efendiden öğrenmiştik. (Biz bunu anlatmaya çalışmıştık.)
KÂİNAT'INSEBEBİ HILKATI MUHAMMED ALEYHİSSELÂM
Sûre-i Enbiya ayet 107: “Ey Nebiyyi zişan! Seni bütün âlemlere bir rahmet olarak gönderdik.”
Sûre-i Sebe' ayet 28: “Ya Habibim! Seni ancak insanları Cennet ile müjdelemek ve Cehennem azabı ile korkutmak için bütün insanlara, peygamber olarak gönderdik. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.”
Hadis-i Kudsî: “Seni yaratmasaydım, seni yaratmasaydım, bütün âlemleri yaratmazdım.”
Hadis-i Şerif; “Ben devirden devire ve aileden aileye, intikal eden Âdemoğullarının en soylusu ve en hayırlısından nakil olunarak geldim. Nihayet zamanın en soylu ve hayırlısı olan ailesinden (Haşimi) den geldim.”
Âdem Aleyhissellâm, Cennet 'de yasak olan ağaçtan yedikten sonra pişman olduğu vakit, şöyle duâ buyurdu: "Yarabbi şu Evlât (Muhammed Sallallahü Aleyhi ve Sellem) hürmetine, bu Babaya merhamet et, onu bağışla." Duâsı ile Âdem Aleyhisselâm, tevessül edince, Cenâb-ı Hakk, "Yâ Âdem! Sen benden Muhammed'i (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) vesile ederek af talep ettin. Eğer, yerde gökte bulunanlar için de O'nu vesile eyleseydin, seni onlara da şefaatçi kılardım." Buyurdu.
İşte O Nebiy-i âhir zaman, bütün zaman ve mekânın ve bütün mahlûkatın peygamberidir. Allahü Teâlâ, iki cihan sultanlığını, ebede kadar O'na vermiştir. Nihayetsiz nimetler ihsan edilen, Kevser Havuzu'nun sahibi ve Allah sevgilisi, buyuruyor: “Bütün insanlığa peygamber olarak gönderildim..” Bu hadis-i şeriften anlaşılan ma'na, kendisinden evvel geçmiş ve daha sonra gelecek bütün beşeriyete peygamber olduğudur.
Biz, Eshab-ı Kiram, Tabiîn ve Tebe-i Tabiîn'den sonra İslam dinine en çok hizmet eden Türk Milleti'nin ve bilhassa Osmanlıların, peygamber Sallallahü Aleyhi ve Sellem sevgisini simgeleyen Şâir Nâbi'nin şu şiirini aşağıya alıyoruz. Zannımıza göre ondan sonra bunun benzerini yazan ve söyleyen olmamıştır. Selçuklu ve Osmanlı Türkleri, Muhammed (Sallallahü Aleyi ve Sellem) ismini asla çocuklarına isim vermemişlerdir. Bunun yerine “Mehmed” ismi verilmiştir. Bu ismi Türkler, peygamberine has olarak kullanmışlardır. İslam harfleri ile yazıldığında “Muhammed ve Mehmed” aynı harflerle aynen yazılır. Türkler bunu Mehmed diye telaffuz ederler. Bu sevgi ve saygı Türklere mahsustur. Osman Gazi, Kur'ân-ı Kerim bulunan odada yatıp uyumadığı için nesline 650 senelik dünya saltanatı verilmiştir. Keza Osmanlı ordusu her seferinde “Ebâ Eyyûbe'l-Ensârî” radıyallahü anh hazretlerini ziyaret etmeden sefere çıkmamıştır. Her seferinde galip olarak dönülmüştür. Sadece ikinci Viyana seferinde bu ziyaret terk edilmiş, netice mağlubiyetle dönülmüştür. Cenâb-ı Hakk, bizleri şefaatlerine nail eylesin, âmin.
Mahmûd Gaznevî Cennet mekân, hizmetinde bulunan vezir-i a'zam'ın oğlunu, devamlı olarak ismi ile çağırırdı. Bir defasında vezirin oğlu diye hitap etti. Bundan çok üzülen vezirin oğlu, hadiseyi babasına söyledi. Babası da bir hata veya kusur işlendiğini zan ederek özür diledi. Cevab: “Ben onu her çağırdığımda abdestim olurdu, o anda abdestim yoktu, ismi peygamberimizin ismi “Muhammed” olduğu için ismini abdestsiz söylemekten hayâ ettiğim için vezirin oğlu dedim, olmuştur.” İşte Mekke-i Mükerreme de doğan güneş, az zamanda dünyanın her tarafına ulaştı. (Amerika, Japonya ve bütün ülkeler dâhildir). O, nura saygısı olan her millet şanla şerefle yaşadı ve yaşıyor. O'na yüz çevirenler ise, en kötü hayat tarzı içinde dünya hayatını yürütüyorlar. (Hangi ülkede ve hangi millete mensup olursa olsun, ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, içki, kumar, domuz eti ve fuhuş bataklığında zaman öldürenlerin beğenilen bir tarafı olur mu?) Akl-ı Selim bunu anlamakta asla güçlük çekmez. Netice önlerinde sonsuz cehennem hayatı da onları beklemektedir. (Vesselamü alamenittebealhüda.”
|