Kul olayım kalem tutan ellere Fatma Pekşen Sayı:
69 - Temmuz / Eylül 2011
Günler günlere ulanıp, kışlar baharı, yazlar güzü kovalarken güzel şeyler de oluyor dünyamızda. Gene köpüre köpüre akıyor şelaleler, gene anasına yapışıp karnını doyuruyor pembe ağızlı kuzucuklar, gene yıldızlar ağıyor göğümüzde, gene çiçeğe duruyor bahar dalları. Masa başı hesapları yapanların, bir düğmeye basınca insanla birlikte akla gelebilecek cümle canlıyı yok edenlerin yanı sıra, güzel şeyler de oluyor dünyamızda…
Şükür kelimesinin manasını unutup, şikâyetçi zümreler yığını halini almamızdan kaynaklanıyor olsa gerek, hep olumsuz tarafını görür olduk gidişatın. Morlar karalar hâkim oldu tozpembeleri, camgöbeği mavileri, güvercingöğsü yeşilleri görmeme yolunda gidilen minvalde. Katılaştı yüreğimiz, karardı hayallerimiz.
Niçin bir dilim kavunun çekirdek kısmından kabuğuna kadar olan kısmındaki renk tonlarına alıcı gözle bakmayız? Niçin aynı salkımdaki üzümün çilli halini, pembeli morlu esvabını görmezden geliriz? Niçin soğanın, havucun, maydanozun, mor lahananın tahta üzerinde doğranışındaki sesler bizi heyecanlandırmaz, tabağa alınışındaki renkli ahenk bizi cezp etmez? Farkına varmak, gözlemci olmak istemeyişimizden midir bu? Burnumuzun dibinde değil de ötelerde, daha ötelerde midir huzur, sükûnet, renk cümbüşü ve haz?
Akşamüstleri evlerin saçaklarında, ağaçların tepelerinde dolanan sığırcıkların telaşlı sesini, karga düğünlerini, kedi kavgalarını, kirpilerin fosurtulu gezinişlerini niçin fark edemeyiz ki? Neden bir saca damlayan yağmurun tıpırtısı, bir kalemin kâğıt üstündeki gıcırtısı kulağımıza kadar ulaşmaz? Gürültü, patırtı, hengâme, ses kirliliği haline gelmiş olan müzik dünyası mı, bu sesi dinlemeye gönüllü olmayan bizler mi?
Her neyse; farkına varmak olmak olsun tek sıkıntımız. Farkına varmak ve onun tadını çıkarmak…
Asırlar öncesinden kalma, Pir Sultan Abdal şiirlerinden birinin satırıydı başlığımız. “Kâtip arzuhalim yaz yâre böyle” diye de sürer giderdi. Radyolardan, türkülerden biliriz. Ben de kalem tutan ellerden bahsetmek istiyorum bugün. Krizdi, dalgalanmaydı, az okunuyordu, hiç okunmuyordu, sıralamada sonlardayız derken, bardağın dolu tarafının billur görüntüsüne ayna tutmak ve bizlere, okurların beğenisine sunulan kitaplara dergilere kendi penceremden göz atmak istiyorum.
Batı'dan hayli geç geldi dense de romanlar, hikâyeler, denemeler, fikir yazıları, mizahi yazılar ve benzerleriyle yekûnu epeyce tutan yazarçizer takımımız var çok şükür. Ki milletimizde hoyratı, türküsü, halk hikâyesi, masalı, divan şiiri vs. ile zaten güçlü bir sözlü kültür, kuvvetli alt yapı vardı. Er de dense geç de dense kalem erbaplarınca okunası eserler yazıldı tarihten bu yana.
Kimisi kaleminin ve dahi kelamının gücüyle memleketin en ücra köşesine kadar, hatta sınırlar ötesine kadar gitmeyi başardı, kimisi de ancak ki kendi etrafını aydınlatabildi. Bu aydınlık, cılız ziyalar şeklinde de olsa aydınlattı neticede. İster nasip diyelim buna, isterse şans. Ama insan bir kere bulaşmaya görsün kalem hastalığına, sadece kendisi için de olsa mutlaka kalemini oynatacak, diline geleni, gırtlağına düğümleneni, yüreğini coşturanı kâğıda dökecektir.
Okullar için, öğrenciler için okumaya teşvik, edebiyatı anlama maksatlı liste tartışılsa da- 100 temel eser projesi geliştirildi son yıllarda. İyi de oldu. Okunası eserler elbette bu listedekiyle sınırlı değil. Damakta tat bırakan daha niceleri var kenarda. Lâkin bu bile başarıdır okumaya teşvik açısından. Devamı da gelir inşallah.
Yayınevleri kolları sıvadılar bu proje karşısında. Pıtrak gibi döküldü klasikler; birçoğunda bu acelecilikten kaynaklanan hatalar, sadeleştirme adı altında yapılan dil kıyımları olsa da adı anılan eserler renk renk boy boy sıralandılar vitrinlere, tezgâhlara.
Sadece bir şiiri anlamak, anlamını çözmek için dünya kadar zaman harcansa da, bir şiir tek başına bir kitap haline gelmiş olsa da kitabı, okumayı öğrencilere sevdirmeye çalıştılar, öğretmenler müdürler yayınevleri yazarlar.
“Okuyoruz!” kampanyaları açıldı, il il, ilçe ilçe. Ev hanımları altın/dolar günlerini okuma günlerine döndürdüler kimi yerlerde. Ciddi ciddi tartışılır oldu yeni çıkan kitaplar. İnternetten okuma kolaylığı geldi insanlara, matbaa kokusunu, kâğıt hışırtısını vermese dahi.
Bu kadarı kâfi mi? Asla! Daha, daha, daha diyorum. Uzakdoğu'nun, Avrupa'nın diğer ülke insanlarının okuma alışkanlıkları sık sık gündemimize gelmekte. Hastanelerde, hapishanelerde, toplu taşıma araçlarında, fırsat bulunan her yerde elinde kitabı olan insanlar görüntülenmekte. Alışveriş listesinde, kitabın hangi sırada yer aldığı belirlenmekte ülke ülke. Kitabın ihtiyaç listesinde cennet vatanımızdaki yerini tahmin edersiniz.
Pahalılık mı? Sanmıyorum efendim. Çok düşük gelirlilerde dahi iyi marka sigara ihtiyaç listesinde yer alıyorsa, en iyi televizyonlar/uydular, en pahalı cep telefonları boy gösteriyorsa kitap pahalılığından söz etmemek gerekir. Diğerlerine bulunan para, eğer istenirse buna da bulunur.
Çok şükür ki şehirlerimizde, hattâ küçücük ilçelerimizde yıllanmış, kabul görmüş okunası gazeteler çıkıyor. İçinde nefes aldığımız kentin ahvalini, kültür-sanat gündemini, sporunu, siyasetini öğrenme imkânımız oluyor böylelikle. Göğsümüzü gere gere isimlerini sıralayabiliyoruz. Ertesi günü merakla bekleyebiliyoruz. Saçlarını bu yolda ağartmış, bellerini bu yolda bükmüş gazetecilerin heyecanına ortak oluyoruz; ne güzel.
Türk Edebiyatı, Yağmur, Kubbealtı, Sühan, Kırkikindi, Taka, Erciyes, Berceste, Güneysu, Kardelen, Aşkar, Dergâh, Hece, Varlık, Temrin, Kümbet, Somuncu Baba, Semerkant…
Büyük şehirleri, -ille de İstanbul'u- bir kenara koysak dahi, yurdun pek çok yerinde, okul gazetelerinden, dergilerinden tutun da okurda tat, hafızalarda ad bırakmış nice dergi yol aldı yazı dünyasında; almaya da devam etmekte. Gayretkeşlerin himmetiyle nice sayfa doldu geleceğe miras kalması için. Evlâdiyelik olan bu dergilerde ustalıklarını döktürdüler kalemşorlar. İlçelerimizden de gazeteler, dergiler kanatlandı okuyucusuna doğru. Yol gözlendi meraklı karilerce. Hatta yıpranıp kaybolmasına tahammül edemeyenler, ciltlettirip kütüphanelerinin bir kenarına dizdiler. Hatıralar, halk kültürünün her türlü örneği, şiirler, hikâyeler, denemeler, hatta çizimler yer aldı bu dergilerde. Bugün isim yapmış nice edip, güvenlerini, geçmişte yer aldıkları sayfaların arasında kazandılar.
Yurdumuz dergi mezarlığı dense de, biri kapanırken diğeri doğdu. Teknik imkânların çeşitlenmesiyle renklendi, kanlandı canlandı; görselliği arttı. Kimisi hayatını sürdürdüğü şehirlerden yazdı çizdi bu dergilere, kimisi karnını doyurduğu şehirden. Ama yazıldı. Çizimler yapıldı, fotoğraflar çekildi. Hem okuyucuyu, hem de sayfaların izleyicisini, sadece fotoğrafla yetineninin gözünü gönlünü doyurdu. Unutulanı, kenarda köşede kalanı gündeme taşıdı. Taşımaya da devam ediyor.
Bir kuruma, bir yayınevine bağlı kalmadan, şahsî olarak basılanlar da oldu haylice. Gönlü bedenine sığmayan nice ozan, yüreklerinin telini bu özel basımlarda titrettiler. İyi de ettiler. Nice gence, nice eli kaleme yatkın olana da yol açmış oldular böylelikle.
Yıllanmış yayınevleri ağırbaşlılığını muhafaza ederken, yenileri çiçek açmaya başladılar piyasada. Eserler çeşitlendi. Kâh şehir kitapları sıralandı vitrinlere, kâh yemek kitapları, kâh da edebî olanlar. Şiir Günleri'nin bir anısı olarak antoloji haline getirildi nice şiirler.
Yani uzun lâfın kısası, kalem tutan eller çalıştılar, hazırladılar, yürek yangınlarını ağır sancılarla doğurdular; uzun yıllar doğurmaya da devam edecekler. Tecrübe edinmiş kalemler, adım atılan bu yolda bilgilerini daha genççe olanlarla paylaşmaya, onlara yol gösterici olmaya başladılar. Neticede okunası kitaplar/dergiler yer aldı raflarda, kütüphanelerimizin başköşelerinde. Araştırmacılara yol gösterici olundu. Okur olarak bizler de bu eserlerden istifade etmeli, bilgi dağarcığımıza yenilerini ekleyerek çekilen emeklerin karşılığını vermeliyiz diye düşünüyorum.
|