Bu pazar da dağsısız bayım Mücahit Koca Sayı:
70 - Ekim / Aralık 2011
... Şubat/1985
Hava buz kesiyor. Ama beni kim durdurur? Dağ dendi mi kuru bir yaprak gibi hafifliyor, uçacakmışım gibi oluyorum. Yine öyle bir anımdayım. Kimsede telefon yok ki arayıp sorayım; dağa nasıl ve nerede buluşup gideceğiz öğreneyim?
Ne kadar zamandır kitaplıkta bir aşağı bir yukarı gidip geliyorum. Dilimde Yunus Emre'nin mısraları var:
“Gökler gibi gürledim
Yerler gibi inledim
Dereler gibi çağladım
Akdım bir dağ içinde”
Giyinip dışarıya çıktım; gazete alıp geldim. Onlarla oyalanır mıyım diye bir süre karıştırdım. Bir yanda Özal'ı eleştiren yazılar, öbür yanda Evren'e güzelleme yazan makaleler. Bir Pazar günü bazıları için belki de en iyi oyalanma vesilesi olacak gazeteler bana rahatsızlık veriyordu. Beni bugün dağdan başka hiçbir haber ilgilendirmiyor gibiydi.
Gazeteleri sehpanın üzerine atıp kalkarken dilimde yine Yunus Emre yeni mısraları vardı:
“Ayrılmadım pirimde
Aşktan bir kadeh aldım
İçtim bir dağ içinde”
Zaman dağa gitmek için geçmişti.
DAĞA HASTA GİREN USTA, EŞKİYA GİREN EFE ÇIKAR
...Mart/1985
İnsan için kent tek yaşam alanı değil. Herkes için olmasa da dağ gibi bir yaşam alanı daha vardı. Çok kimse bundan habersiz bile olsa böyle bir yer hep oldu. Bence oraya hasta giren usta, ölü giren diri, eşkıya giren efe çıkardı. Orada eline toprak alsa altın almış sanır insan. O âlem ne bu kentin içinde, ne büsbütün dışında.. Akıllıya bir işaret yeter ama hani o akıllı bir göstersen?
Bugün tırmana tırmana bayağı yukarılara çıkmıştık. İbrahim Ünal Usta, bu defa hiç gözümüzün yaşına bakmamıştı. Hava yumuşak, kar sertti. Batmadan rahat yürünebiliyordu. Usta, dağın yorgunluk tadını şırınga eder gibi yürüttü de yürüttü. Yol ve ize aldırmadan tırmandırdı da tırmandırdı. Kız Deresi nere, Bursa nereydi?
Kız Deresi'nin oluşturduğu şelale suyunun en gür zamanıydı.
Her taraf bembeyaz kar ama üşümüyorum. Kamp yerinde ateş. Ateşte çay tıkır tıkır.
Ateşin etrafında sıkı bir duvar olmuştuk. Aklıma Bursa üzerine okurken rastladığım bir anekdot geldi. Yukarıda değindiğim gibi dağın insanı değiştirişine ve tedavi edişine güzel bir önek olacaktı. Arkadaşlara anlattığım yaşanmış durum şuydu: İstiklâl Savaşı başlarında bulunduğumuz bölgede saklanan iki eşkıya varmış. Birinin adı Püskülsüz İsmail, öbürünün adı Abdürrezzâk. Bu eşkıyalar yıllar sonra Bursa'nın işgali üzerine tövbekâr olurlar; kızanlarını toplayıp; “Efe olmanın tam zamanı” derler. Eşkıya ruhunu bir keramet çarpmış gibi iyiliğe niyet edip efe oldular; kendi insanıyla savaşmayı bırakarak işgalci Yunan ile savaşmaya başladılar.
“GÜLÜN KIZILLIĞI ÇOCUĞUMA, ÇOCUĞUMUN SARILIĞI GÜLE GİTSİN.”
...Mayıs/1985
Eskiden hıdrellezin gireceği günden bir gün önce akşamleyin çocukların kollarına bir sarı kurdele, gül dalına da bir kırmızı kurdele bağlanır, bu iş yapılırken de; “Gülün kızıllığı çocuğuma, çocuğumun sarılığı güle gitsin” denirdi. Bunun sonunda da çocuğa sağlık geleceğine; onun o yılı sağlıklı geçireceğine inanılırdı. Gene hıdrellez sabahı, bilhassa kızlar birer çiçek, yaprak koparırlar; mani bilen bir kadının önündeki sepete atarlardı. Bu işlem bittikten sonra bu sepetin üstü örtülürdü. Ardından manici kadın bir mani okur, sepetten bir yaprak çıkarırdı. Onun okuduğu mani o sepetten çıkan çiçeği, ya da yaprağı koparıp sepete koyan kızın talihine çıkmış sayılırdı.
Bugünkü dağcılığımız hıdrellezin tam ertesine rastlamıştı.
Kardeş olan Hızır ve İlyas Peygamberler her yıl aynı tarihte buluşurlarmış. Bu buluşma gününe hıdrellez, denirdi. Onlar, dün yine buluşmuşlar; bu buluşma büyük coşku ve eğlencelerle kutlanmıştı. Sabah namazıyla mahalle aralarından geçerken geceden kalma hıdrellez ateşlerinin dumanları hâlâ tütüyordu. Yorgun düşen canlar çekilmişler; ateşler de yeni günü buruk karşılar gibiydi.
Bugün Hızır ve İlyas Peygamberleri anarak başlamıştık dağcılığa.. Onların taptaze neşeleri bize de geçmiş gibiydi.
Bir çırpıda Kaplıkaya Vadisi'ne girmiştik. Bu güzel günde, yazın böylesi gül kokulu, kuş cıvıltılı, su şırıltılı haliyle bizi en iyi bu vadi kucaklar; bağrına basardı. Öyle olduğunu vadiye ilk attığım adımla anlamıştım. Sanki bir an cehennemden bedenimi çıkarmış, cennete sokmuş gibiydim. İnsan böyle zamanlarda anlıyor Kaplıkaya Vadisi için Evliya Çelebi'nin; “Gönül açıcı yer,” Şair Lâmii Çelebi'nin; “Cennet vadisi,” deyişini..
Bugün çok heyecanlıydım. İbrahim Ünal, her mola yerinde ezberinde olan şiirlerinden birini okurken benim de aklımda hep bu güzelliği anlatacağım mısralar vardı. Bir ressamın tuvale düşüreceği renkler, vuracağı fırça darbeleri gibi benim aklımda da kelimeler vardı. Bir gün mutlaka Uludağ'ı bu doğal ve mistik haliyle anlatacağım bir kitap yazacaktım.
ATEŞ CANI YAKMASIN
...Temmuz/1985
Bugün gazetelerde ve radyoda yangın haberleri.. Ormanlar cayır cayır yanıyor.
Böyle anlarımda çok kötü oluyorum. Kim kötü olmaz ki? Yanan yalnızca ağaç değil ki, bitkiler, kurt, kuş, börtü böcek yanıyor. Sular kuruyor, toprak çoraklaşıyor.
Dağı cansız görenlerin aklına şaşarım. Mevlâna Celâleddin Mesnevi'sinde bakın bu canlılığa ne güzel örnek veriyor:
“Dağın ve taşın gözü, görüşü olmasaydı nasıl olurdu da dağ Davud'a dost olurdu?”
Ben yangının kimin dağında olursa olsun sevinilecek bir şey olmadığını düşünürüm. Onun için de yangın haberlerine hiç dayanamam.
Dağlarda yangını hep insanlar çıkarmazdı. Bazen iki dalın birbirine sürtünmesinden yangın çıktığı gibi; bir cam parçasının da yangın çıkardığı çok görülmüştür.
Biz dağcılar için dağda ateşi yakmak kadar söndürmek de çok özen gösterilen bir şeydi. Ateşi söndürdüm dediğinde bile sönmediğini düşüneceksin. Ateş yaktığın yerdeki toprağın altında bulunacak kökler yanabilir, sen ateşi söndürdüm dediğinde bile ateş devam eder. Bu nedenle biz, ateşi yakacağımız yer kadar su ile söndürmeye ayrı bir özen gösteririz.
MİSTİK DAĞCI
...Ekim/1985
Son günlerde bol bol dağ ve dağcılık üzerine okuyorum. Bir yandan şiirini yazmayı düşünürken, bir yandan da onu nasıl daha iyi anlatırım diye düşünüyorum. Tabii Uludağ ile ilgili iki isim dilimden hiç düşmüyor: Birincisi “Bursa Şehrengizi” isimli mesnevisini padişaha sunan Şair Lâmii Çelebi, ikincisi Keşiş Dağı ismini teklif edip Uludağ olarak değiştirten Bursalı Osman Şevki Uludağ.. Nasıl bir zamanlar Bursa'yı tanımak için Kazım Baykal okumak lâzımsa, yine Uludağ'ı tanımak için de Osman Şevki Uludağ lâzımdı.
Dağın mistik yanı ile ilgilenince daha farklı şeyler okumak gerekiyordu. Ben de son zamanlarda böyle yapıyorum.
Dağın da bir dağı vardı. İşte bizi sürüp götüren bu ikinci dağdı. Onun mistikliği de bu ikinci yanından geliyordu. Her dağa çıkan dağı bilir, ormanı, kayayı, suyu, şelaleyi, tilkiyi, çakalı, elmayı, böğürtleni bilir ama içinde yaşamadan geçmişini bilemezler. Hikâyeyi bilmezler, menkıbeyi bilmezler. Onların aşklardan ve savaşlardan haberleri yoktur. İnkârdan haberleri olmadığı gibi, imandan da habersizdirler.
Hikâyeleri ve menkıbeleriyle dağlar bana öyle ısındı ve tatlılaştı ki; şehir soğuk mu soğuk gelmeye başladı. Akşamdan eksik kalmasın, diye özenle hazırladığım dağ çantamı sırtıma takarken bugün kafam karşılaşacağım şeylerle dopdoluydu.
|