Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     5407 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Karadut çıkmazı
Fatma Pekşen

  Sayı: 70 - Ekim / Aralık 2011

Çocuk, sabırsız kıpırdadı oturduğu bankın üstünde. Toprak renkli, diz altına inen boydaki pantolonunun alt tarafından görünen güneş yanığı bacağına baktı birkaç dakika; sonra da sarılı beyazlı çizgilerle bezeli çoraplarına, uçları aşınmış spor ayakkabılarına gözlerini indirdi...

Nefes alış verişleri, birini bekliyormuş gibi huzursuzdu. Küçük göğsü hızlı hızlı inip kalkıyordu. Yaşıtı birçok çocuğun haline benziyordu kıpırtılı tavırları. Aceleci, canlı, muhakkak yetişmesi lâzım bir meselesi varmış gibi.

Bankın öbür ucunda oturan da fitilli kadifeden, açık kahverengi pantolonunu süzüyordu gözleriyle. Bakışları oradan basık ökçeli, hakiki köseleden ayakkabılarına iniyor, sonrasında da hafif bir çamur izi bulunan toprak zeminde noktalanıyordu.

Onun gözlerindeki bu süzüşte acele hareketler değil, sabrın, tevekkülün, güngörmüşlüğün ağırlığı seziliyordu.

Üstlerindeki salkımsöğüt, anaç bir kadın gibi eğilmişti akşamüstü sıcaklığına dayanmakta güçlük çeken iki kişinin üzerine. Belki, birbirine yakın olsalardı yaşça, bu kadar eğilmeyecekti. Kendince korumaya aldığının birisi onlu yaşlarını süren bir çocuk, diğeri seksenine merdiven dayamış bir yaşlı idi.

Nedendir bilinmez, çeşmelerin başını böylesi ulu ağaçlar süslerdi hep. Atadan, dededen gelen bir gelenekti galiba bu. Üç sokak aşağıdaki çeşme başını da böylesi bir ağaç süslüyordu. Gerçi buradaki kadar büyük değildi o. Daha narinceydi. Hele üç dört metre solunda, iri bir karadutla omuzdaşlık yapıyor hiç değildi. Buraya, bu sokağa has bir durumdu galiba koca gölgeli bir çeşme başı. Daha daha öncesinde, burada küçük bir mescit olduğu söyleniyordu. Kimse görmemişti ya, söylenmeye devam ediyordu oldum olası. Karadut ağacının da ta, o mescidin zamanından beri burada olduğunu anlatırlardı mahallenin yaşlıları.

Anlatırlarmış daha doğrusu. Mahallenin en yaşlısı kendi dedesiydi işte. Hayal meyal da başka dedeleri hatırlıyordu bu ağaç gölgesi altında dinlenen; ama bugün en yaşlı denecek kimse yoktu bildiği kadarıyla. Aslına bakılırsa umurunda da değildi kimin en yaşlı kimin en genç olduğu. Bildiği bir şey vardı ki, bugün akşamüstü, kocaman bir uçurtma şenliği yapılacaktı bu sokakta! Üç sokağın çocuğu bir araya gelecekler, gökleri arşınlayacaklardı iplerin ucunu süsleyen kâğıtlarla.

Kıpırtılı, sabırsız halleri bundan kaynaklanıyordu işte. En az beş evin avlusunda birikmişler, harıl harıl hazırlık yapıyordu arkadaşları. Yapıştırıcılar, makaslar, kâğıtlar, çıtalar, poşetler, çiviler, ipler… Dizi dizi, koyun koyuna yatıyor olmalıydı asmalı avlularda. Bir saatine göz attı, bir hâlâ kırmızı bir akide gibi duran güneşe baktı. Sonra da her bir çizgisinde ayrı derinlik olan dedesinin çehresine gözlerini sabitledi. Eğer annesi, “saat altıdan önce dedeni eve getirirsen darılırım ha!” dememiş olsaydı, şimdi o sıkı çalışmanın içinde yer alacaktı şüphesiz.

–Saat kaç Efe?

–On altı kırkbeş, şey, beşe çeyrek var dede.

–Daha çok var.

Evet, daha çok vardı. Dedenin eve gitmesine bir saat on beş dakika, şenliğin başlamasına ise iki saat on beş dakika vardı.

Nerden çıkmıştı ki şu Ece denen yaygaracı kız! Ne güzel geçinip gidiyorlardı Esra ablasıyla. Evin küçüğü durumunda olmanın nimetlerini tadıyordu. “Sen büyüksün Esra, kardeşini idare et, o küçük daha, sana daha sonra alırız”lı sözleri sık sık işitiyordu.

Ama şimdi öyle miydi ya! Varsa yoksa Ece! Keşke güzel olsaydı. Güya istememişmiş annesi onu. Kendi kendine doğmuşmuş. Büyüyünce çok akıllı olacakmış… Mış mış mış!

Eğer Ece denen yamru yumru kız hastaneden gelmemiş olsaydı, bu saati arkadaşlarıyla geçirebilecekti oğlan. Gene buluşacaktı onlarla ama uyması gereken kurallar vardı işte. Sabah gezintisini Esra yaptırıyor, akşamüstü gezisini ise kendisi yapıyordu yaz başından beri. Doktor öyle demişti dedesi için: “Mümkün olduğu ölçüde hareket ettirin. En azından sabah-akşam yürüyüşe çıkarın. Ne kadar hareket ederse o kadar iyi olur.”

İşte o zamandan beri sıraya girmişlerdi ailecek. Tam bir buçuk senedir şaşmaz bir düzenle sürüyordu, bu, günde iki sefer yapılan yürüyüşler. Sabah dokuz buçuk-on sıralarında Esra ablası giriyordu dedesinin koluna, akşamüstü de kendisi. Bu bahar, okulda 23 Nisan çalışması yaptıkları günlerde hastaneden getirmeselerdi şu Ece denen kızı, hâlâ annesi gezdiriyor olacaktı koca dedeyi. Bebek doğunca, ikinci öğün kendisine kalmıştı mecburen. Zaten hafta sonları da babasına düşüyordu bu görev.

Neyse ki en hafifinden atlatmışlardı hastalığı. Mahalledeki konu komşu felç diyorlardı bu sıkıntılı gidişata; eve gelen doktorlar tıp dilinden bir şeyler söylüyorlardı. Sabahları içtiği ilâca yenileri ilâve eklenmiş, yürüyüş yapması tavsiye edilmişti. Öyle eskisi gibi çarşıya kadar uzanmıyor, beş öğünü camide kılamıyorsa da, bu yürüyüşler sayesinde az çok dışarıdan haberdar oluyordu evin dedesi.

Gezdirme sırası kimde olursa olsun, dinlenme yeri muhakkak bu salkımsöğüdün altı idi. Salkımsöğüdün ve karadutun altı... İki tane bank vardı. Karşılıklı değilse de yan yana duruyor gibi konulmuşlardı yıllar önce. Eski bir hamamdan gelme diyorlardı bu banklar için. Hamamın olduğu yerden koca bir cadde geçecekmiş de, yıkılması gerekiyormuş da…

Her iki ağaç da kocaman sarıyordu altına gelenleri; daha doğrusu kanepenin üstüne ilişenleri. Bazen bir kuş, bazen de kedi, köpek olabiliyordu bu köşenin konukları. Dikkat etmemişlerdi ama belki kelebek, arı, sinek gibi kırılgan kanatlılar, tespihböceği, karafatma, hamamböceği gibi çok ayaklılar da konuk oluyorlardı. Kim bilir?

Sahi, hayvanlar âleminin bu türlerine ne ad veriliyordu? Tam olarak yani, Latince adıyla… Aman, ne ad verilirse verilsin. Neyine lâzım olacaktı ki?

–Hadi dede, biraz daha yürüyelim.

–Olur. Yürüyelim.

 Sol tarafta kehribar renkli bir baston, sağ tarafta Efe'nin ince omuzu. Adımlar ufak ufak, dikkatli, hesaplı. Sokak da alışıktı bu ağır aksak yürüyüşe, şaşmaz ritmiyle her gün tekrarlayanlar da…

Karadut Çıkmazı. Yaygın adıydı bu sokağın. Her taşın yerini ezbere bilen, civarın en yaşlısı dedenin çocukluk günlerinde ise hafif meyilli olan bu sokağa “Gardiyananne Yokuşu” denirdi. Büyük küçük herkes böyle tarif ederdi bu sokağı. Gardiyananne'ye çıkan yol, Gardiyanne'nin arkasındaki ev filan.

Yaşlı adam, hafifçe iç geçirdi. Bir an kendi çocukluk günlerine gitti. Halkın kendince uydurduğu sokağın adı soğuktu; lâkin içinde bir gardiyan yaşıyordu işte. Hem de kendi annesiydi bu. Hiç alışık olunmayan bir meslekti annesininki. Anneler çalışmazdı o dönemlerde. Tek tük öğretmen olanlar, tek tük de memurluk yapanlar olurdu anneler içinden. Kâtibe denirdi onlara da.  Öğretmenler de muallime… Bir de ebelik, terzilik yapanlar olurdu.

Eğer üç çocukla genç yaşta dul kalmasaydı, çevresinde tutacak dalı bulunsaydı, belki de kadınlar hapishanesinde gardiyanlık yapmayacaktı Hamide hanım. Gerçi gerçek adının Hamide olduğunu kimse bilmezdi. Nerdeyse kendileri bile bilmezdi. Okulda filan lâzım olunca önce duraklar, sonra cevaplarlardı üç kardeş. Mahallenin muhtarının, o sıralarda yeni açılmış olan hapishaneye elaman alınacağını söylemesi üzerine, annesi çok geçmeden kadrolu elemanı olmuştu, o sevimsiz binanın.

–Dede, sen küçükken de var mıydı bu çeşme?

–Vardı ya Efe. Vardı da şimdiki gibi betondan değildi.

–Nasıldı peki?

–Sarı taştan örülmüştü. Kurnası da vardı. Askerler gelip atlarını sularlardı bazen.

Oğlanın cılız omuzları dikleşti birden. Gözleri parladı.

–Sahiden mi? Atlar yanınıza kadar gelirler miydi?

–Gelirlerdi ya. Severdik onları.

–Korkmaz mıydınız?

Dede, iki adımda bir durduğu yerde, oğlanın temiz çehresine bakıp, başını yukarı kaldırdı.

–Korkmazdık. Niye korkalım ki? Püsküllü uzun kuyrukları olurdu. Bazı zaman askerler bizi ata bindirirlerdi.

Oğlancık, yeni öğrendiği bilgiyle heyecanlanmıştı. Demek kendi yaşlarındayken dedesi ata biniyordu ha! Uçurtma şenliğinde bunu muhakkak arkadaşlarına söylemeliydi. Acaba ne kadar kalmıştı ki şenliğe?

Kıvrım büklüm sokağın bahçe duvarlarından aşan asmalar, sarmaşıklar, göğe doğru bakan meyve ağaçları, hepsi ama hepsi güneşin sarı boyasıyla boyanmıştı. İkindi saatini epey geçmiş olmasına rağmen hava hâlâ çok sıcaktı.

İki ağır adım, sokağın sonuna yaklaşmışlardı. Sokakların da sonu olur mu, diye düşünenler olabilir. Evet, sokaklar birinden diğerine, öbüründen ötekine geçişli olurdu çoğu kez. Ama Karadut sokağının çıkış yeri yoktu işte. Küt diye kesiliveriyordu. İşte bu yüzden Karadut Çıkmazı deniliyordu adına.

Küçük bir düzlüğün ardından, kocaman, eğir büğrü gövdeli yaşlı bir iğde ağacı, birkaç küçük çalıcıkla bitiyordu sokak. İğde ağacının hemen arkasından aşağıya doğru uzanan bir patika vardı. Mahallenin gözü pek delikanlıları bazen bir tavşan, bazen de bir kuşun sevdasına inerlerdi oradan aşağıya. Delişmen bitmiş otlar, dikenler, adı sanı bilinmedik yaban ağaçlarla, ta dipte, minik derenin yanı başındaki iri taşlarla, ürkütücü görünüyordu üstten bakıldığında. Bir tek bahar aylarında güzel görünüyordu. Yeşil, körpe, taze…

Bir de yaz sonunda, uçurtma şenliği yapıldığında işe yarar oluyordu burası. Dereden gelen hava akımıyla, koca bir avurttan üfleniyormuş gibi olan rüzgârla birden havalanıyordu uçurtmalar. Avlularda, balkonlarda, kapı önlerinde saatlerce, hatta günlerce emek çekilerek yapılan uçurtmalar göğü kaplıyorlardı.

Mavili, sarılı, yeşilli, kırmızılı, kare, üçgen, beşgen, altıgen sürüyle uçurtma salınıyorlardı göğün orta yerinde. Kimisinin kuyruğu vakitsiz kopuyor, kimi uçurtmaların ipleri birbirine dolanıyor, kimi zaman birisi bir ağaç dalına takılıyor, kimi zaman da göklerin hâkimi benim dercesine en yükseğe çıkıyorlardı. Herkesin uçurtması olmayabilirdi. O zaman büyük bir bağışta bulunmuş gibi “al biraz da sen tut benim uçurtmamı” diyenler çıkıyorlardı içlerinden. Siz deyin yirmi, biz diyelim otuz ayrı ip uzanıyordu iğde ağacının yakınından. İrili ufaklı, kıpırtılı sakin, uzaklı yakınlı, sürüyle…

Düzlüğün kenarındaki iri bir taşın üstüne oturdu dede. Efe de karşısına çömeldi. Ece geleli daha mı küçülmüştü ne oğlancık! Omuzları fırlak görünüyordu. İçi acıdı. Evin veliahtı olacaktı güya.

Çocuk, sıkkınlıkla göz attı saatine. Daha ne kadar zaman vardı acaba, buranın çocuk sesleriyle şenlenmesine… Başlasaydı da doyasıya eğlenselerdi. Bağırsalar, yarıştırsalardı göklerin kâğıt kuşlarını.

Dedeye iyi gelmişti taşın üstü. Bastonunu dizinin üstüne koymuş, iğdenin gerisinden aşağıyı görmeye çalışıyordu. Belki de eski günlerini yad ediyordu. Bir dereciğe inen uçuruma göz atıyordu, bir de sokağa. Kıvrım büklüm sokağın bir kısmı görünüyordu bulundukları yerden. Aşağı sokağa bu yaz başında temeli atılan apartmanların kırmızı tuğlaları başlarını uzatıyorlardı yaprakların arasından. Seneye bu zaman bu görüntüler kırmızılıktan çıkar, renklenirlerdi. Çamaşırlar serilirdi balkonlara.

–Dönelim mi dede?

–Olur Efe. Dönelim.

Temiz havayı teneffüs etmişler, vakti biraz olsun aşmışlar, yavaş yavaş dönmeyi hak etmişlerdi. Başka zaman olsa biraz daha erken gidebilirde de, bugün annesinin misafirleri vardı bir sürü. Sanki çok lüzumluymuş gibi sürüyle kadın geliyordu Ece denen kız için hayırlı olsun demeye. Bahardan beri bitmiyordu bir türlü. Öğlenden sonra misafirlere yapılan ikramlardan nasiplerine düşenleri yiyip içmişler, yürüyüş saati gelince de yola düşmüşlerdi işte dede-torun. Elbet bunun bir de dönüşü olacaktı. İki adım yürüyüp bir duracak, iki adım yürüyüp bir duracak, yolu böylelikle tamamlayacaklardı.

–Dede bu direklerin dikildiği zamanı hatırlıyor musun?

–Tabii ki hatırlıyorum. Askerden döndüğüm seneydi. Direklerin yerlerinin eşilmesi, birer birer dikilmesi epey sürmüştü.

Bastonuna dayanıp, soluklanarak anlatmasına hayretle baktı çocuk. Yüzü nasıl da aydınlanıyordu dedenin. Sanki o yaşlarına iniyordu.

Ampullerin takılıp da elektriklerin ilk yandığı akşam düğün bayram yapılmıştı sokakta. Üç davulcu tokmak vurmuştu. Gençler halaya durmuşlar, türküler söylemişlerdi. İşte babaanneni de o zaman görmüştüm. Kenara dizilip oynayanları izliyorlardı kardeşleriyle. Bizim sokağa misafir gelmişlerdi.

Gerisini biliyordu çocuk. Üç yıl önce ölen babaannesinin ara sıra anlattığı bu meseleyi iyi hatırlıyordu. Gözlerini açıp her türlü teknolojiyi rahatça buldukları için, bu sevinçleri, çalınan davulları, çekilen halayları anlayamazlardı kendi yaş grubunda olanlar. Evde anlatmasalar ilgisini çekmeyecekti elbette.

Yeniden oturdular salkımsöğüdün altına. Tepelerinde tek tük kalan dev karadutun bunca zamandır meyve vermesi, hayret edilecek bir meseleydi. Daha hamken çocuklar ellerini uzatmaya başlıyorlardı dallara. Avuç içlerini boyayan, olgunlaştığında nefis bir tada dönüşen karadutun şerbetini bile yapıyorlardı eski babaanneler. Bir kere içtiğini hatırlıyordu oğlan.

–Dede, siz de şenlik yapıyor muydunuz bizim gibi?

“Anlamadım” der gibi, soran gözlerle, başını sağa sola salladı dede.

–Bizim gibi diyorum, uçurtma uçuruyor muydunuz siz de? Babamlar da uçururlarmış ya eskiden.

Yaşlı adam, “hem de nasıl…” dercesine elini havada salladı. Bol rüzgârlı bir mahallede oturacaklar, uçurtma uçurtmayacaklardı, öyle mi? Kargalar bile gülerdi buna. Onlar da çocukken eğlenirlerdi tabii ama şimdiki kadar kolay olmazdı eğlenceleri. Eskiden tutkal denilen yapıştırıcıyı bulmak ayrı zor, analardan bir kaç metrelik ipi koparmak ayrı zor, renklisini bıraktık, gazete kâğıdını bulmak ayrı zor, üç beş gün çıraklıkla elde edilen çıtaları, çivileri bulmak ayrı zor. Hepsi için ayrı ayrı güçlük çekilirdi.

Ama eğlencesi, ama eğlencesi… Tadına doyulmazdı. O zamanlar şehre yeni gelen sinemaya denk bir eğlenceydi verdiği haz. Yaşı başı ilerlemiş adamlar bile tutmak isterlerdi ipin ucundan.

Dede dilinin döndüğünce anlattı kendi dönemlerinin zevklerini. Başından, ortasından, sonundan, aklına ne gelirse sıraladı. Oğlan kıpırtısız, açlıkla dinliyordu anlatılanları. Sanki dedenin arkadaşlarının bulunduğu grubun içinde kendisini de yer alıyor, daha büyükçe olanlara yardım ediyordu.

Gençleşmiş gibi sıralıyordu yaşlı adam. Hiçbir ayrıntıyı kaçırmıyordu. Keyif duyduğu her şeyi anlatıyordu. Dereden gelen rüzgârın da rolü vardı bu büyük keyfte. Rüzgâr az buz mesele değildi. Yoksa süklüm püklüm dönülürdü eve. Rüzgâr ve iğde ağacının arkası; uçurumun üst kısmı yani...

Dedenin dönemindekiler, daha sonra dedenin oğlunun, yani Efe'nin babasının çocukluk dönemindekiler, şimdi de kendi dönemindekiler, hepsi de nasipleniyorlardı bu dereciğe inen uçurum başındaki şenlikten.

Bilirdi Efe. Ara sıra babası da anlatırdı, bu doyumsuz anları. Göklerin hâkimi akşam kuşlarına eşlik eden kâğıt kuşların verdiği hazzı, mahallenin gelmiş geçmiş çocukları ne sapandan almışlardı şimdiye kadar, ne de kozalaktan yapılan arabalardan.

Basma elbiseli kızlar bile uçururlardı sokağın içinde koşabildikleri yerlere kadar. Kızlar oğlanların şenliklerine katılmazlardı. Küçük olurdu onların uçurtmaları. Özen gösteren olmazdı. Basitçe yapılırdı. Beyaz, üçgen şeklinde ve iki üç metrelik bir ipin ucunda takılı...

Dede aydınlanmış yüzüyle anlatıyor, oğlan ağzı açık dinliyordu.

 O zamanlar evler tek katlı, rüzgâr kuvvetli, hava mis gibiydi. Çatılarda sadece bacalar olurdu. Antenler, güneş enerjisi ısıtıcıları, türlü türlü teller, kablolar bulunmazdı. İpler, güçlerinin yettiği yere kadar uzardı da engel bulamazdı önünde.

Şimdi ise durum çok çok farklıydı. Meselâ iki sokak alttan başlayan yıkımların gidişatına göre, seneye bu zaman “Altınkent” kurulacaktı buraya. Yüzme havuzlu, alışveriş merkezli, parklı, adına site denilen çok katlılardan inşa edilecekti. Bir sürü tel, kablo, alıcı, verici, bilmem ne ile dolacaktı göğün yüzü. Zaten birkaç yıl önce başlayan bu harekât gittikçe hızlanmış, koca mahallede, kala kala bu son üç sokak kalmıştı.  Aşağıdaki dereciğin de üstünün örtüleceği, çevre yoluna katılacağı söyleniyordu.

Dede anlattıkça, oğlan dinledi, daha da darlaşacak olan oyun alanının kaybolacağının sıkıntısı içine oturdu. Kendisinin büyüyeceği yaşa kadar oynayacağı oyunlar, küçük kardeşi Ece'nin oynayacağı oyunların önüne set çekilmiş gibi hissetti. İçi daraldı, yüreği sıkıştı. Tanımadığı bir sürü insanın tıklım tıkış oturacağı çok katlı binada nasıl yaşayacağını düşündü. Kesilecek olan karadutu, salkımsöğüdü, uçurum başındaki eğri gövdeli iğdeyi düşündü…

Evet, son kere göğe çıkacaktı Karadut Çıkmazı çocuklarının uçurtmaları. Sonrasında kış çökecek, bahara da kepçeler yok edecekti sokağı.

Efe, bu yılki uçurtma şenliğinin ne denli önem taşıdığının bilinciyle baktı saate. Zaman hayli yaklaşmıştı. Eve gitmeliydi dede. Dönüş zamanı gelmişti. Birlikte kalktılar ayağa. Birlikte adım atmaya başladılar.

 Ağır adımlı dedesini eve bıraktıktan sonra, arkadaşlarının yanına gitmedi Efe. İçine dolan sıkıntıyla, koşa koşa gidip, iğde ağacının yıllanmış gövdesine yaslandı, bir iki yutkunmanın ardından uçuruma doğru avazı çıktığı kadar bağırdı:

–Verin benim göğümü!!! Yıkmayın benim oyun yerimi! Çalmayın benim çocukluğumu! Özgür bırakın uçurtmamın ipini…

Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Pehlivan dayının elmaları... - Sayı 120
Armudun Son Çiçeği... - Sayı 115
Cılga... - Sayı 112
Gönül hanım... - Sayı 110
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


Sanatımızın, özellikle şiirimizin şu andaki seviyesini güneş ışığının yokluğuna mı, yoksa ondan gelen ışığın yansımasını engelleyip, bizi suni bir güneş tutulmasıyla karşı karşıya bırakanlara mı bağlamalı?..
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14592938
 Bugün : 3479
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 631068
 Bugün : 714
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim