Şark odaları Fatma Pekşen Sayı:
71 - Ocak / Mart 2012
Mucidi kimdir? Hangi hemcinsim isim babalığını yapmıştır bilemem; lâkin “şark odası” tabiri hayatımızın içine öyle bir giriş girmiştir ki, çıkarabilene aşk olsun!
Sahiden, şark odası nedir? Neye yarar, kim kullanır? Şark nedir, şarklı kimdir? Şark, bir odaya hatta salonların küçük bir köşesine- tıkıştırılacak bir şey midir?
Ortaya atılmış bir kilim, duvara asılmış nakışlı bir çorap, sininin üzerine oturtulmuş bir ibrik, duvara yaslanmış kağnı tekeri, yanına dayanmış yaba, yan yatırılmış bir küp, üstünü pas bürümüş birkaç anahtar, makas, fener… Eğer mevcut eşyanın yanına bir iki de kapaklı sahan, gaz lambası, çarık, yemeni filan konulmuşsa değme gitsin.
Sahi bu mudur şark odası, ya da köşesi?
Bu sorunun cevabını alabilmek için, geleneksel sanatlarımızın zirvede olduğu bir geçmiş zaman evine girebilme, birkaç gün yaşayabilme şansına sahip olabilseydik keşke. Dolap kapaklarından tavanına ahşap oymanın, ocak yaşmağından çiçekliklere alçı işlemenin, peşkir sinisinden kuzu lengerine bakır işlemeciliğinin zevkine varabilseydik…
Sonra dışarı çıkıp, kuş evlerinden minare âlemine, zarif pencere demirlerinden şahnişinlere, dinlenme taşlarından kapı tokmaklarına gözlerimize bayram ettirebilseydik.
İşlemeli şerefelerden kulağımıza ulaşsaydı ezan-ı Muhammedi.
Anamız tunç havanda ceviz dövse, iki sac arasında kadayıf pişirse, ablamızla babamıza üç gözlü sefertası içinde aş götürseydik. El yapımı yemenilerimizle aşsaydık eğri büğrü sokakları. Dudağımız birbirine yapıştığında zincirli bir tasın ucundaki kalaylı tasla su içebilseydik, bir hayır sahibinin yaptırdığı çeşmeden. Ruhuna Fatihalar gönderebilseydik minnet duygularıyla…
Eve geri döndüğümüzde minderli, örtülü sedirler kucaklasaydı bizi. Zarif bardaklardaki şerbetlerle şımartılsaydık. Kilimlerin nakışlarını seyrederken dalıp gitseydik “çarşıdan alınmaz, mendile koyulmaz”ın tadına doğru…
Dokumacılığımız millet olarak zirve yapmıştır, biliriz. Ki dokumacılığın hayli geniş bir yelpazesi vardır. Kıl çadırdan heybeye, halı yastıktan beşikörtüsüne, tülüceden aynalı kilime, çoban dolağından ipek bürümcüğe uzar gider. Her biri ayrı araştırma konusudur.
Dokuyucuya keçi kılı, koyun yünü, tavşan tüyü, ipekböceğinin teli fark etmez. Maharetli parmaklar sayesinde, günler hatta aylar süren çalışmalar neticesinde, ipler, tüyler, kıllar eğrilip bükülerek sanat eserine dönüşür. Çiçek böcek, dağ tepe fark etmez; hepsinden ayrı ilham alır, ayrı anlama büründürür.
İşte bu düşünceden hareketle boş duramamıştır analarımız. Daha gökte yıldızlar varken ayaklanmış, inek sağmış, koyun kırkmış, kazanlarda yün boyamış, kıl eğirmiş, tezgâh başına oturmuştur.
Asırlar boyunca makaslar, kirkitler, mekikler, tezgâhlar, tığlar, şişler işlemiş, elibelindeler, koçboynuzları, çarkıfelekler, yedi dağın çiçekleri vücuda gelmiştir. Bu gayret sayesinde, tamamen insan emeğiyle, meşakkatle, alın teriyle hazırlanan, bir o kadar da sıhhi olan, evladiyelik eserler kullanıma hazır edilmiştir.
Yazın ayrı kışın ayrı işlemiştir çalışkan insanımız. Eğirdikleri, işledikleri, dokudukları çevre olmuş, yağlık olmuş, bohça olmuş, çeyizlik olarak sandıklara girmiş, sümbül, gül, lale oyası olmuş, çitil gibi bir zeybeğin başlığına dolanmıştır.
Parmakların ucundaki hammadde gece gündüz şekilden şekle girmiş, makat halısı olmuş, halı yastık olmuş, misafirleri buyur etmiştir. Duvar halısı olmuş gözleri gönülleri şenlendirmiştir. Maharetli eller çalışmış ve hayal gücünü ortaya koyarak mangaldan enfiye kutusuna, Kur'ân kabından seccadeye, helâliye gömlekten para kesesine kadar ince zevkini her bir objeye nakşetmeyi becermiştir.
Silâh, post, minder, nargile, peşkir, tespih, baston, cicim, kanaviçe işlemeli örtüler, simli çevreler, beşik, şamdan, idare lâmbası, bakır bakraçlar, ibrikler…
Ebrular, hat levhalar, çini tabaklar, bindallılar, cepkenler, üçetekler…
Hane sahibinin variyetine göre döşenen evlerde, daha düne kadar kullanılmaktaydı adını andığım eşyalar. İçlerinin en güzelini misafir odasına ayıran Anadolu insanımız, hacatını ihtiyaca göre evinin her tarafında ayrı ayrı bulundururdu.
Mutfağın mutfağa göre, oturma odasının oturma odasına göre, misafir odasının misafir odasına, yatak odasının yatak odasına göre kurulu olan bir düzeni bulunurdu. Bağın bahçenin, ahırın, arılığın bile kendine has eşyası vardı. Her birinde ayrı göz nurunun ve zarafetin bulunduğu bu avadanlıklar insanoğlunun kahrını, nazını çekerdi.
Asırlardan beri elimizin altında bulunan, onsuz olamadığımız pek çok eşya, naylonun icadı ile ilk silleyi -ve dahi ilk tekmeyi- insanımızın elinden yedi. Heybenin, sepetin yerini alan poşetler buyur edildi başköşelere.
Alüminyumun icadıyla tökezleyen bakırlarımız, tez elden kapı dışarı edildi. Önceleri parlatılıp temizlenip kullanıma hazır edilen, her biri ayrı ustalıkla ortaya çıkarılan bu eserler gözümüze lüzumsuz görünmeye başladı. Hane halkı sinileri, lengerleri, aşırmaları, kazanları, okka çeken cezveleri hangi kapı arkasına gizleyeceğini şaşırdı. Bir eskicinin arabasına istifleyerek kurtuldu onlardan.
Zengininden fakirine herkesin oturduğu, minderli, işlemeli yaygılarla süslü sedirler, asrileşmeye niyetlenince birer ikişer evlerden çıkarıldı. Onların yerine vitrinler, komodinler, etajerler, şifonyerler, gardıroplar, berjerler kuruldu başköşelere. Kimi evlerimiz “Amerikan bar”larla bile tanıştı.
Öğretilen, alıştırılan, kolay hayat diye sunulan nimetlerden yararlanmak, çağdaşlaşmak için milletçe seferber olundu. Atmak, satmak için elimizden gelen yapıldı. Bir başka deyişle teknoloji getirdiği kadar da götürdü.
Lâkin gün geldi vakit çattı; insanımızın elinin tersiyle ittiği bu ata yadigârları rahat vermemeye başladı. Üç beş naylon leğen, bir avuç mandala değiştirilen, ruhen yakınlık duyulan, huzur bulunan bu ata dede dostu eşyalar yeniden buyur etmeye başlandı evlere, işyerlerine.
Eski dostlarla gönül diliyle halleşme düşüncesinden hareketle boylar olundu eskiciler, antikacılar, sahaflar. Gün geldi Hafız'ın bir karasakız plâğı ayakları yerden kesti, gün geldi sapı nakışlı bir baston ya da el yapımı çerçeve içindeki bir taraklı ebru...
Gramofondan Yağcıbedir seccadesine, gümüş tabakadan gelin pabucuna, Siirt battaniyesinden Yörük heybesine bütçe neye yettiyse birer ikişer buyur edilmeye başlandı. Daha dün kapı dışarı edilen eşyalar hasretle asıldı saten alçılı duvarlara, laminant döşemeli tabanlara. Yüz senelik olanı ile henüz bir hafta önce imal edilmiş olanı omuz omuza aynı çatının altını paylaşmaya başladı.
Ev sahipleri misafirlerini gururla buyur ettiler Şark odalarına ya da köşelerine. “Şu kadar paraya mal oldu şekerim” li sohbetlere konu edildi asırların izlerini taşıyan eşyalar.
Bürolar, muayenehaneler, berberinden manavına, çayhanesinden lokantasına birçok işyerinde bulunmaya başlandı bu köşelerden. Birazcık da oryantalizm katılarak, tütsülerle, çubuklarla donatılarak, parayla adam tutarak döşenir oldu mekânlar.
Ama ne var ki, hasret giderilecek, manevi huzura erişilecek derken, sapla saman birbiriyle karıştırılır oldu. Sedirin yanı başında kağnı tekeri, onun berisinde yaba, sininin ortasında ibrik yer almaya başladı. Mekânlara Şark sitili tatbik edilecek derken, balya balya samanlar bile kullanılır oldu.
Evet, belki hepsi de eskiden kullanılan işe yarayan şeylerdi ama hepsinin yeri yurdu ayrıydı. Hiçbir zaman insanımız evinin başköşesine kağnı tekerini, yabasını, dirgenini getirmemiştir. Evlerde boy boy yer alan, eski zamanların lavabosu sayılacak ibrikler, hiçbir zaman bir sini üstüne oturtulmamıştır. Onun yeri leğenin üstü ve kapının yanıdır. Küpler testiler de öyle. Hele ot/saman asla oturulacak, yaşanacak mekânlarda yer alacak şeyler değildir.
Mensubu olmakla gurur duyduğum milletimin hiçbir ferdi kaba, anlayışsız, oturma, yemek yeme yerleriyle, diğer mekânlarda kullanılacak eşyaları ayırt edemeyecek kadar görgüsüz değildir.
Dışarıya kaçırılan nadide Hereke'lerimizin, el yazmalarımızın, çinilerimizin, oymalarımızın, altın, gümüş takımlarımızın ve daha nice eserimizin, batılı hemcinslerimizce evlerde sergilenmesinden ilham alarak oluşturulduğunu sandığım bu köşeler insanı düşünmeye sevk ediyor.
Niyedir bu sergileme kargaşası? Büyük şehirlere yapılan göç yığınağının tezahürü müdür? Masum çocukluk günlerine duyulan özlem midir? Yoksa tamamen kopya mıdır?
Ata dede yadigârı olan eşyalar elbette baş tacımız olarak yer alacaktır. Gözümüzü gönlümüz bir yerlerde çürümeye terk edilmesine asla tahammül etmeyecektir. Ama, aması var işte…
Bir odaya ya da bir köşeye sığdırılamayacak kadar köklü bir geçmişin mirasçısı olan insanımıza, bu tabirin isim babasına, bu nesnelerde şark'ı aramamalarını, aradıkları şeyin içimizde olduğunu, kiliminden halısına, nakışından türküsüne bizi yansıtan bir miras olduğunu hatırlatmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bilmem yanılıyor muyum?
|