Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     4586 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Şark odaları
Fatma Pekşen

  Sayı: 71 - Ocak / Mart 2012

Mucidi kimdir? Hangi hemcinsim isim babalığını yapmıştır bilemem; lâkin “şark odası” tabiri hayatımızın içine öyle bir giriş girmiştir ki, çıkarabilene aşk olsun!

Sahiden, şark odası nedir? Neye yarar, kim kullanır? Şark nedir, şarklı kimdir? Şark, bir odaya hatta salonların küçük bir köşesine- tıkıştırılacak bir şey midir?

Ortaya atılmış bir kilim, duvara asılmış nakışlı bir çorap, sininin üzerine oturtulmuş bir ibrik, duvara yaslanmış kağnı tekeri, yanına dayanmış yaba, yan yatırılmış bir küp, üstünü pas bürümüş birkaç anahtar, makas, fener… Eğer mevcut eşyanın yanına bir iki de kapaklı sahan, gaz lambası, çarık, yemeni filan konulmuşsa değme gitsin.

Sahi bu mudur şark odası, ya da köşesi?

Bu sorunun cevabını alabilmek için, geleneksel sanatlarımızın zirvede olduğu bir geçmiş zaman evine girebilme, birkaç gün yaşayabilme şansına sahip olabilseydik keşke. Dolap kapaklarından tavanına ahşap oymanın, ocak yaşmağından çiçekliklere alçı işlemenin, peşkir sinisinden kuzu lengerine bakır işlemeciliğinin zevkine varabilseydik…

Sonra dışarı çıkıp, kuş evlerinden minare âlemine, zarif pencere demirlerinden şahnişinlere, dinlenme taşlarından kapı tokmaklarına gözlerimize bayram ettirebilseydik.

İşlemeli şerefelerden kulağımıza ulaşsaydı ezan-ı Muhammedi.

Anamız tunç havanda ceviz dövse, iki sac arasında kadayıf pişirse, ablamızla babamıza üç gözlü sefertası içinde aş götürseydik. El yapımı yemenilerimizle aşsaydık eğri büğrü sokakları. Dudağımız birbirine yapıştığında zincirli bir tasın ucundaki kalaylı tasla su içebilseydik, bir hayır sahibinin yaptırdığı çeşmeden. Ruhuna Fatihalar gönderebilseydik minnet duygularıyla…

Eve geri döndüğümüzde minderli, örtülü sedirler kucaklasaydı bizi. Zarif bardaklardaki şerbetlerle şımartılsaydık. Kilimlerin nakışlarını seyrederken dalıp gitseydik “çarşıdan alınmaz, mendile koyulmaz”ın tadına doğru…

Dokumacılığımız millet olarak zirve yapmıştır, biliriz. Ki dokumacılığın hayli geniş bir yelpazesi vardır. Kıl çadırdan heybeye, halı yastıktan beşikörtüsüne, tülüceden aynalı kilime, çoban dolağından ipek bürümcüğe uzar gider. Her biri ayrı araştırma konusudur.

Dokuyucuya keçi kılı, koyun yünü, tavşan tüyü, ipekböceğinin teli fark etmez. Maharetli parmaklar sayesinde, günler hatta aylar süren çalışmalar neticesinde, ipler, tüyler, kıllar eğrilip bükülerek sanat eserine dönüşür. Çiçek böcek, dağ tepe fark etmez; hepsinden ayrı ilham alır, ayrı anlama büründürür.

İşte bu düşünceden hareketle boş duramamıştır analarımız. Daha gökte yıldızlar varken ayaklanmış, inek sağmış, koyun kırkmış, kazanlarda yün boyamış, kıl eğirmiş, tezgâh başına oturmuştur.

Asırlar boyunca makaslar, kirkitler, mekikler, tezgâhlar, tığlar, şişler işlemiş, elibelindeler, koçboynuzları, çarkıfelekler, yedi dağın çiçekleri vücuda gelmiştir. Bu gayret sayesinde, tamamen insan emeğiyle, meşakkatle, alın teriyle hazırlanan, bir o kadar da sıhhi olan, evladiyelik eserler kullanıma hazır edilmiştir.

Yazın ayrı kışın ayrı işlemiştir çalışkan insanımız. Eğirdikleri, işledikleri, dokudukları çevre olmuş, yağlık olmuş, bohça olmuş, çeyizlik olarak sandıklara girmiş, sümbül, gül, lale oyası olmuş, çitil gibi bir zeybeğin başlığına dolanmıştır.

Parmakların ucundaki hammadde gece gündüz şekilden şekle girmiş, makat halısı olmuş, halı yastık olmuş, misafirleri buyur etmiştir. Duvar halısı olmuş gözleri gönülleri şenlendirmiştir. Maharetli eller çalışmış ve hayal gücünü ortaya koyarak mangaldan enfiye kutusuna, Kur'ân kabından seccadeye, helâliye gömlekten para kesesine kadar ince zevkini her bir objeye nakşetmeyi becermiştir.

Silâh, post, minder, nargile, peşkir, tespih, baston, cicim, kanaviçe işlemeli örtüler, simli çevreler, beşik, şamdan, idare lâmbası, bakır bakraçlar, ibrikler…

Ebrular, hat levhalar, çini tabaklar, bindallılar, cepkenler, üçetekler…

Hane sahibinin variyetine göre döşenen evlerde, daha düne kadar kullanılmaktaydı adını andığım eşyalar. İçlerinin en güzelini misafir odasına ayıran Anadolu insanımız, hacatını ihtiyaca göre evinin her tarafında ayrı ayrı bulundururdu.

Mutfağın mutfağa göre, oturma odasının oturma odasına göre, misafir odasının misafir odasına, yatak odasının yatak odasına göre kurulu olan bir düzeni bulunurdu. Bağın bahçenin, ahırın, arılığın bile kendine has eşyası vardı. Her birinde ayrı göz nurunun ve zarafetin bulunduğu bu avadanlıklar insanoğlunun kahrını, nazını çekerdi.

Asırlardan beri elimizin altında bulunan, onsuz olamadığımız pek çok eşya, naylonun icadı ile ilk silleyi -ve dahi ilk tekmeyi- insanımızın elinden yedi. Heybenin, sepetin yerini alan poşetler buyur edildi başköşelere.

Alüminyumun icadıyla tökezleyen bakırlarımız, tez elden kapı dışarı edildi. Önceleri parlatılıp temizlenip kullanıma hazır edilen, her biri ayrı ustalıkla ortaya çıkarılan bu eserler gözümüze lüzumsuz görünmeye başladı. Hane halkı sinileri, lengerleri, aşırmaları, kazanları, okka çeken cezveleri hangi kapı arkasına gizleyeceğini şaşırdı. Bir eskicinin arabasına istifleyerek kurtuldu onlardan.

Zengininden fakirine herkesin oturduğu, minderli, işlemeli yaygılarla süslü sedirler, asrileşmeye niyetlenince birer ikişer evlerden çıkarıldı. Onların yerine vitrinler, komodinler, etajerler, şifonyerler, gardıroplar, berjerler kuruldu başköşelere. Kimi evlerimiz “Amerikan bar”larla bile tanıştı.

 Öğretilen, alıştırılan, kolay hayat diye sunulan nimetlerden yararlanmak, çağdaşlaşmak için milletçe seferber olundu. Atmak, satmak için elimizden gelen yapıldı. Bir başka deyişle teknoloji getirdiği kadar da götürdü.

Lâkin gün geldi vakit çattı; insanımızın elinin tersiyle ittiği bu ata yadigârları rahat vermemeye başladı. Üç beş naylon leğen, bir avuç mandala değiştirilen, ruhen yakınlık duyulan, huzur bulunan bu ata dede dostu eşyalar yeniden buyur etmeye başlandı evlere, işyerlerine.

Eski dostlarla gönül diliyle halleşme düşüncesinden hareketle boylar olundu eskiciler, antikacılar, sahaflar. Gün geldi Hafız'ın bir karasakız plâğı ayakları yerden kesti, gün geldi sapı nakışlı bir baston ya da el yapımı çerçeve içindeki bir taraklı ebru...

Gramofondan Yağcıbedir seccadesine, gümüş tabakadan gelin pabucuna, Siirt battaniyesinden Yörük heybesine bütçe neye yettiyse birer ikişer buyur edilmeye başlandı. Daha dün kapı dışarı edilen eşyalar hasretle asıldı saten alçılı duvarlara, laminant döşemeli tabanlara. Yüz senelik olanı ile henüz bir hafta önce imal edilmiş olanı omuz omuza aynı çatının altını paylaşmaya başladı.

Ev sahipleri misafirlerini gururla buyur ettiler Şark odalarına ya da köşelerine. “Şu kadar paraya mal oldu şekerim” li sohbetlere konu edildi asırların izlerini taşıyan eşyalar.

Bürolar, muayenehaneler, berberinden manavına, çayhanesinden lokantasına birçok işyerinde bulunmaya başlandı bu köşelerden. Birazcık da oryantalizm katılarak, tütsülerle, çubuklarla donatılarak, parayla adam tutarak döşenir oldu mekânlar.

Ama ne var ki, hasret giderilecek, manevi huzura erişilecek derken, sapla saman birbiriyle karıştırılır oldu. Sedirin yanı başında kağnı tekeri, onun berisinde yaba, sininin ortasında ibrik yer almaya başladı. Mekânlara Şark sitili tatbik edilecek derken, balya balya samanlar bile kullanılır oldu.

Evet, belki hepsi de eskiden kullanılan işe yarayan şeylerdi ama hepsinin yeri yurdu ayrıydı. Hiçbir zaman insanımız evinin başköşesine kağnı tekerini, yabasını, dirgenini getirmemiştir. Evlerde boy boy yer alan, eski zamanların lavabosu sayılacak ibrikler, hiçbir zaman bir sini üstüne oturtulmamıştır. Onun yeri leğenin üstü ve kapının yanıdır. Küpler testiler de öyle. Hele ot/saman asla oturulacak, yaşanacak mekânlarda yer alacak şeyler değildir.

Mensubu olmakla gurur duyduğum milletimin hiçbir ferdi kaba, anlayışsız, oturma, yemek yeme yerleriyle, diğer mekânlarda kullanılacak eşyaları ayırt edemeyecek kadar görgüsüz değildir.

Dışarıya kaçırılan nadide Hereke'lerimizin, el yazmalarımızın, çinilerimizin, oymalarımızın, altın, gümüş takımlarımızın ve daha nice eserimizin, batılı hemcinslerimizce evlerde sergilenmesinden ilham alarak oluşturulduğunu sandığım bu köşeler insanı düşünmeye sevk ediyor.

Niyedir bu sergileme kargaşası? Büyük şehirlere yapılan göç yığınağının tezahürü müdür? Masum çocukluk günlerine duyulan özlem midir? Yoksa tamamen kopya mıdır?

Ata dede yadigârı olan eşyalar elbette baş tacımız olarak yer alacaktır. Gözümüzü gönlümüz bir yerlerde çürümeye terk edilmesine asla tahammül etmeyecektir. Ama, aması var işte…

Bir odaya ya da bir köşeye sığdırılamayacak kadar köklü bir geçmişin mirasçısı olan insanımıza, bu tabirin isim babasına, bu nesnelerde şark'ı aramamalarını, aradıkları şeyin içimizde olduğunu, kiliminden halısına, nakışından türküsüne bizi yansıtan bir miras olduğunu hatırlatmaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Bilmem yanılıyor muyum?


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Pehlivan dayının elmaları... - Sayı 120
Armudun Son Çiçeği... - Sayı 115
Cılga... - Sayı 112
Gönül hanım... - Sayı 110
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun

 Ne mutlu takva üzere yaşayabilene...Tebrik ederim, sade, anlaşılır ve sıkılmadan okunacak şekilde ka... Ömer Faruk Erkoyun


Tüm gazetelerimizin toplam tirajı, 70milyon nüfusa karşılık, 3,5 milyon…
Elâlemin memleketinde tek gazete bile çift rakamlı tiraja sahip. Mesela Japonya’da günde 13 milyon satan gazete var.
Bizde nüfus artıyor, gazete tirajları yerinde sayıyor, hattâ azalıyor. Demek ki “basın” diye piyasaya sürülen kâğıt parçalarına millet güvenmiyor. Bu güvensizliğe rağmen basından ödleri kopanlara yazıklar olsun!
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1993
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Kardelenden Haberler


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14592916
 Bugün : 3457
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 631061
 Bugün : 707
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 88
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 0
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim