Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     4999 kez okundu.     3 yorum bırakıldı.     Yazara Mesaj

?AY PARASI
Fatma Pekşen

  Sayı: 47 - Ocak / Mart 2005

Para paradır, “çay parası, kahve parası” diye ayrım olamaz diye düşünmeyin hemen.
Olur. Bu ayrım bal gibi de olur. Ufak paradan sayılan bozukluklar, şıngır şıngır süslerler pantolon ceplerini, ceket ceplerini. Anahtarlık türünden başka madenî nesneler ile kaynaşır giderler bulundukları yerde. Bu ufaklık paralar eskilerin keseleri içinde şıngırdarken, şimdilerde ceplerde, cüzdanlarda şıngırtılı bir şarkı terennüm eder oldu.
Çarşıya pazara gidecek olan hal ehli adamlar da tedbirli davranırlar ve ufaklıkları ayrı koyarlar ceplerine. Çay, kahve, tuvalet parası, fakire sadaka parası olarak harcarlar. Daha büyük miktarda olanlarsa, günlük giderler için çıkarılırlar saklandıkları yerden.
İşte mahallenin en yaşlı kişisi olarak, kırmızımtrak çehresini ak sakallar süsleyen adam da, her hafta mutlaka gittiği cuma çarşısı için hazırlık yapmaktaydı.
Önce kahverengi bağa gözlüğünü burnunun üstüne yerleştirerek, belki otuz yıllık, yer yer çillenmiş ayaklı aynasının karşısına geçip, sakalından arta kalan yanağının kıllar bürümüş kısmını tıraş etti. Ardından da itina ile tek tel siyah kalmamış bıyıklarını kırptı.
Ta gençlik yıllarından gelen alışkanlıkla, üzerinde “çiçek usareli” yazılı turuncu tüpteki kremi, boğumları kalınlaşmış parmağına sıkıp, jiletin geçtiği yerlere ince ince sürdü. Tıraş tasını, takımları, ta delikanlılık yıllarından kalma alışkanlıkla tek tek yerine yerleştirdi. Yer yer ambalaj bandıyla yapıştırılmış mukavva kutuyu bildik hareketlerle itti yatağının altına. Haftalık tıraş faslı bitmişti.
Ta karısının zamanından beri katlanıp, aralarına kokulu sabun konularak, plastik dolaba istiflenen çamaşırlarını, torunlarını kollayarak kapı ardında değiştirdikten sonra, çıkanları makineye gitmesi için eline geçen bir poşete tıkıştırdı; sıra diğerlerini giymeye gelmişti.
Evdelik ve dışarlık olarak ayrılan giysilerin, cuma gününe özel olanlarından gözüne kestirdiklerini birer birer indirdi karyolasının yanı başındaki askıdan. Koyu gri dışarlık şalvarını, kahverengi üstüne gri çizgili kışlık gömleğini, üç sene evvel gelininin burmalı modelde ördüğü kahverengi yeleğini yan yana dizdi. Plastik dolabın çekmecesini açıp, kahverengi cumalık çoraplarını çıkardı en son.
Eski günlerinde, örtüsünün kırışmaması için, karısının ucuna bile oturtmadığı karyolanın ayak ucuna oturdu ve sırasıyla, arada bir soluklanarak, birer birer giymeye başladı az evvel hazırladıklarını.
Kahverengi dışarlık ceketinin sağ cebine mendilini, tespihini, esans şişesini, sol cebine ayakkabısının tozunu sildiği kadife parçasını, sigara içmediği halde mütemadiyen taşıdığı çakmağını, küçük çakısını, sakal tarağını aktardı günlük ceketinin cebinden. Cüzdanını şalvarının sol cebine yerleştirip, bozuklukları sağ cebine atarak odadaki giyeceklerini bitirmiş olarak dışarı çıkmaya hazırlandı.
Bu bozukluklar mühimdi kendisi için. Hem de çok mühim. Kahvehanede çay-kahve parası olarak işini görüyor, dost muhabbeti yapmaya, özlediği, eski zamanından yadigar demleri yaşatmaya yarıyordu.
Küçük masanın aynasında kendisine göz atarken, karısının her seferinde “aman hacıefendi bu kadar süslenme, ben ölürüm de taliplin çıkar sonra” deyişini, içi burularak hatırladı ve yüreği hüzünle dolmuş olarak sofaya çıktı.
Gene gelininin ördüğü kahverengi atkıyı ağır hareketlerle boynuna doladı, büyük torununun tuttuğu duman renkli paltoyu giydi, mestli ayaklarını lastiğine sokup, evdekilere “eyvallah”ı çekip, ayet-el kürsi’yi okuyarak, ağır ağır indi merdivenlerden.
*
Yoktu. Gelen giden yoktu işte.
Evden çıkalı şunca saat olmuştu ve henüz görünürde kimsecikler yoktu.
Aslında birileri vardı da aradıkları yoktu. Göz aşinalığı, ortak noktaları olanlardan kimse yoktu.
“Restore ediliyor. Kültür-Sanat Evi olacak” diye yerle yeksan edilen meşhur Abdullahpaşa konağının, naylona bürünmüş, bir türlü ilerlemeyen heyulasını bilmem kaçıncı kere izlemiş, kulağı duymadığı için çarşıda Sağır Nuri diye nam salmış, gençliğinin en okkalı terzisinin dükkanında şunca zaman oturmuş, öğle ile sâlâ arasında rahmetli karısının mezarını ziyaret etmiş, Cuma namazını kılmış ve nihayet kahvehaneden içeriye adımını atmıştı.
“Üniversite olmasa da meslek yüksek okulu var” diye için için sevindikleri ilçelerinin, okullu üç beş tüysüz delikanlısı köşedeki masaya oturmuş, “al papazı ver kızı” muhabbeti yapıyor, namaz için yakın köylerden sabah erkenden gelen birkaç köylü omuzlarını kıstıkları ceketlerinin içinde yarı uyur vaziyette, sandalyelerinde öylece minibüs saatinin gelmesini bekliyor, hararetli hararetli bir arazi meselesi üzerinde fikir birliği yapmaya çalışan kalın bıyıklı, birbirine benzeyen üç adam bir türlü anlaşmaya varamıyor, birileri giriyor, birileri çıkıyordu çatlak çatlak olmuş kahvehane kapısından.
Kış münasebetiyle hayli kilolanmış göbeğini okşarcasına, yeleğinin üstüne düşmüş bir tüyü kovdu, eliyle şalvarının üstünden, gelecek dostları için ayırdığı çay parasını keyifle yokladı ve yeniden çarşı içini seyre koyuldu yaşlı adam.
Arnavut kaldırımı döşeli şu çarşıyı, ta fırına çırak girdiği, yedi sekiz yaşlarından beridir kim bilir kaç kez arşınlamıştı... Eğer Allah ömür verirse daha kaç kez de arşınlayacaktı. Fırının sahibi, baba dostu Ali Ağa da şimdi kendisinin yaptığı gibi arada bir bu kahveye uğrar, birkaç ahbabıyla yarenlik eder, keyifli bir çehreyle dönerdi işyerine.
Sünnet olacağı zaman, babasının kendi ayağıyla sünnetçiyi çağırmaya gönderdiği günü acıyla hatırladı. Şimdilerde darabası inik olan Tuzcu Halil’in dükkânının hemen yanı başında, ufacık bir dükkânda otururdu sünnetçi Hüseyin. Korka sıkıla yanaşmış, ayağının ucuyla dükkan önündeki bir çöpü ezerken, “babam selam etti. Bu Pazar bize gelip beni sünnet edecekmişsin” demişti, anası olmayan cümle çocukların ezik edasıyla.
İşte Nazife’yi, rahmetli karısını da çarşının bu sokağında tanımıştı babasının dükkanına sefertası ile yemek götürürken. Kaşlarına kadar indirdiği siyah örtüsünün altından, ayak uçlarına bakarak yürüyen bir çift siyah göz ile ömrünü birleştireceğini tahmin bile edememişti.
Bu kaldırımları çiğneyerek “hökümet nikâhı” kıydırmaya gitmişlerdi nişanlıyken. Kendisi büyük eniştesi ile, rahmetli karısı da dayısının eşi olan yengesi ile adımlamıştı çarşıyı hükümet binasına bağlayan yolu. Şimdiki gençler gibi yemeğe çıkmak, fotoğraf çektirmek şöyle dursun, utançlarından birbirlerinin yüzüne bile bakamamışlardı.
Gıcırtı ile açılan kahvehane kapısından girene merakla baktı, tanıdıksa masasına çağıracaktı güya ama olmadı işte. Bu seferki de tanıdık birisi değildi. Elinde bir takım kâğıtlar bulunan, kahvenin sahibi ile bir şeyler yazıp çizen bir adamdı.
Yaz aylarında kahvehanenin içini karanlık eden üzüm asmasının pul pul olmuş gövdesine tırmıklarıyla çıkmaya çalışan, -ya da oyun oynayan- tüyleri soba isine bulanmış alaca renkli bir kediyi izledi bir müddet. Kâh belini kamburlaştırıyor, kâh sesini inceltip kalınlaştırarak mırıldanıyor, kâh da pembe-uzun diliyle yalanıyordu hayvancık.
Hafif meyilli olan yola, Orta Çarşı’ya doğru inen dönemeçteki çarşı çeşmesinin oraya kadar dolandırdı bakışlarını. Üç çatala ayrılan yolun hangi tarafından çıkacaktı acaba bugününü değerlendirecek olan dost?
Cebinden çıkaracağı çay parasına çeşni katıp, derinlemesine ineceği sohbete katık olacak ahbap, artık oğullarının el attığı işyerinde sadece oturmakla gününü dolduran bir eski esnaf mı olacaktı, yoksa kendisi gibi haftanın belli günleri çarşıya gelen emeklilerden bir zat mı olacaktı?
Yürüyorlardı insanlar. Aşağı Çarşı tarafından gelenler, çeşmenin olduğu yokuşun başına gelince duraklıyor, bir nefeslik dinlenme faslından sonra üç çatal yolun birine doğru ibrelerini çeviriyorlardı.
Yürüyorlardı. Bakırcılar esnafının dizildiği taraftan, “hayır iş”leri olanların uğrak yeri olan “löküs” mağazaların sıralandığı taraftan birileri geliyor, eksik kalan işlerinin olduğu bir taraflara doğru yönlerini vuruyorlardı.
Poşetler, çantalar, renk renk mukavva kutular;
Şişmanlar, zayıflar, iriler, sıskalar;
Gençler, yaşlılar, çocuklar;
Kalabalığın çoğunluğu erkek olsa da, kaldırımlara ayakkabı tıkırtısıyla melodi bırakan kadınlar;
İtilerek yürütülen sebze arabaları, anırarak, kişneyerek, burunlarından buğulu pufurtular çıkararak geçen eşek-at arabaları, dar yollara ukala klaksonlar hediye eden modelli arabalar;
Kolu bileğine kadar sıvalı esnaflar, elindeki askıyı çevire çevire yürüyen kahveci çırakları, deri önlüğüne sıçramış çıngı izleriyle bastığı yeri ezercesine yürüyen demirci ustaları...
Yürüdüler. Hep yürüdüler. Geldiler geçtiler defalarca kahvehanenin önünden. Aşağıya yukarıya. Sağa sola. Yürüdüler sürekli. Adım attılar durmamacasına.
Bekledi yaşlı adam. Gözü üç yol ağzına kilitlenmiş vaziyette, en az sekiz on kişiye çay ya da kahve ikramı yapılabilecek bozuk paraların keyifli şıngırtısı eşliğinde. Üçüncü çayını da yalnız başına içti içi kıyılarak.
“Acıkmadım” havasıyla girdiği mekânda, tavşankanlarını üst üste yuvarlayınca, içeriyi dumana boğan sigaraların, hiç durmadan çalan televizyonun, “pencere önüne üç demliii! Kapı yanına ıhlamur!” nidalarının iç sıkan havasıyla bunalır gibi, acıkır gibi olmuştu işte.
Kahvehanenin içini taradı gençliğinden kalma diri bakışlarla. Çerçevelenmiş Atatürk resmini, İstiklâl Marşı’nı, birisi on iki aylık, yağlıboya manzaralı, diğeri 365 günlük yapraklı iki takvimi, şelale manzaralı tabloyu, Türk bayrağını, bereket duasını, masalarda oturanları, omzuna bıraktığı asıl rengi belli olmayan havlusu ile kahveciyi, cin bakışlı çırağını tek tek süzdü.
Ocak tarafındaki raflara dizili demlikleri, bardakları, gövdesi kırmızı camdan üç nargileyi, buram buram buğu çıkaran kocaman çaydanlığı, tam orta yere kurulu, sacı yer yer kızarmış kocaman sobayı, üstüne oturtulmuş en az bir bakraç su alabilecek büyüklükteki güğümü iyice inceledi. İlk defa görüyormuş gibi baktı, baktı.
Yeniden çarşı yönüne döndürdü ağırlaşmış bedenini.
Şu köşe başından görünecek dostu el işaretiyle yanına çağıracak, bir ya da iki demli çay ile muhabbete başlayacak, eğer o da karnını doyurmamışsa koluna girip Aşağı Çarşı’nın en eski lokantalarından birisi olan Havuzlu Lokanta’ya götürecek, sohbetlerine sohbet ekleyecekti.
Dağdan bayırdan, çoluktan çocuktan, kiracıdan ev sahibinden, yolsuzluktan siyasilerden, üstüne vazife olanından olmayanına kadar ne bulursa konuşacaktı. O konuşacak kendisi dinleyecek, kendisi konuşacak karşıdaki dinleyecekti.
Çayı da kahveyi de, -eğer yiyeceklerse- yemeği de mümkün mertebe uzatacaklar, sohbeti, iki çift lakırdıyı bitirmeye kıyamayacaklardı. Kimi zamanlar yaparlardı öyle. Ardıç Başçavuşla, aynı sene işe girip aynı sene emekli olduğu Sarıyılanlı’yla, elleri titrediği için çok yıllar önce işinden el çeken Demirci Musa ile ayda yılda bir de olsa yaparlardı bunu.
Hani evvelce, karısının hayatta olduğu zamanlar bu kadar üstünde durmazdı da, o rahmetli olalı daha bir dost canlısı, daha bir çarşı meraklısı olmuştu. Gerçi hepi topu haftada bir iniyordu çarşıya. O da Cuma günü, namaz maksadıyla. Yaz aylarında iki kere indiği de olurdu. Kızlar gurbetten geldiğinde, pazar kurulduğu günler öte beri almak için kendisi boylardı çarşı yolunu.
Önceleri eve geç geldiğinde karısı huysuzlanır, “gene üstün başın leş gibi sigara kokmuş. Kahvede oturmaktan ne anlıyorsun? Evdeki çay oradan daha iyi değil mi? Orada harcayacağın parayı bir fakire sadaka diye ver” diye çıkışır, rahat koymazdı pek. Sonraları, konuşacak adamları azalır olunca kahvehaneyi, dost yüzleri daha bir arar olmuştu işte.
Bekledi adam. Epey b ir zaman daha bekledi. İkindi namazını kıldı yakındaki camide; tekrar geldi oturdu yarım saat evvel ayrıldığı masaya. Sabahki gelen köylülerin minibüsü kalkmıştı anlaşılan. Masa dibine dizdikleri öte berileri de, kendileri de yoktu görünürde.
Kahveci bilmem kaçıncı kez oturttu demliği ocağa. Bilmem kaçıncı kez seslenildi ocak tarafına “demlii!” diye. Bilmem kaçıncı kez gıcırdadı kahvehanenin kapısı. Ama gelmedi işte sohbet yapılabilecek tanıdık birisi.
Ne iş arkadaşı, ne eski esnaflardan birisi, ne evini tamir eden usta, ne de yanında ırgat olarak çalışan kimse... Tanıdık tek çehre geçmedi camın önünden. Eşten dosttan, hısımdan akrabadan tek kimse kalmamıştı demek ki. Gurbetin öğüttüklerinin, Hakkın rahmetine kavuşan canların geri gelmediğinin bir kez daha farkına vardı.
Ta hacdan geldiği sene, şehre gittiği bir gün Rus Pazarı’ndan aldığı kösteklisini çıkardı, gözünü kısarak baktı ve gitme zamanının geldiğini düşünerek kalkmaya davrandı. Akşam rüzgârı çıkmadan, sokaklara kömür dumanı inmeden yola koyulmalı, epeyce uzak olan evinin yolunu adımlamalıydı. Masa üstüne koyduğu küçük poşetini aldı, kahveciye “eyvallah Mustaf’endi” diye seslendi ve kapıya doğru yürüdü.
Tuvalete, cami kapısının yanındaki garibana, kendi içtiği birkaç bardağa ödediği neyseydi de, dostları için ayırdığı bozukluklara el vurmadan eve geri götürmesine gönlü bir türlü razı olmuyor, bir türlü durumu hazmedemiyordu adam.
Ta fırına çırak girdiği zamanlardan beri, dostların buluşma yeri olarak bildiği bu en eski kahvehanelerden birisi olan Asmalı Kahve’den çıkıp kaldırıma ayak bastığında, o yumuşak mest-lastiklerinin çıkardığı sesle irkildi. Tıpkı çay parası bozukluğu gibi ses çıkarıyordu. “Dön geri, birini bul, çayını ısmarla, sohbetini yap” der gibiydi kulağına gelen.
Bu tanıdık bir sesti ama sese de çay ısmarlanmazdı ki?

Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Ekleyen : H?seyin ?zg?n    
Yorum : Hakikaten çay ısmarlayacak dost aranıyor bazen.Ama sese çay ısmarlanmıyorki.




Ekleyen : bozkurt    
Yorum : hayata dair çok güzel işlemişsiniz duygularınızı , okurken kendimi buldum bakışaçılarımı sorguladım hepsi üst üste geldi , okumaya başladığımda ayzınızı sonuna geleceğimi biliyordum her tadı aldım satırları geride bırakırken ve sonuna geldigimde en sevdigim kitabı bitirip beynimde istişare edermişcesine duraksadım geçmişte bıraktıgım satırlardan beynimde yer eden duyguları , aldıgım haz ve hayatın içinden duyguların tazelenişi sizin yazınızı izninizle beraber dost meclisimin bulundugu türk islam formunda demliçay adı altında paylaşmak sizin adınızı ve telif hakkınızı belirterek ... sevgi saygı ve dua ile kalın




Ekleyen : bozkurt    
Yorum : hayata dair çok güzel işlemişsiniz duygularınızı , okurken kendimi buldum bakışaçılarımı sorguladım hepsi üst üste geldi , okumaya başladığımda ayzınızı sonuna geleceğimi biliyordum her tadı aldım satırları geride bırakırken ve sonuna geldigimde en sevdigim kitabı bitirip beynimde istişare edermişcesine duraksadım geçmişte bıraktıgım satırlardan beynimde yer eden duyguları , aldıgım haz ve hayatın içinden duyguların tazelenişi sizin yazınızı izninizle beraber dost meclisimin bulundugu türk islam formunda demliçay adı altında paylaşmak sizin adınızı ve telif hakkınızı belirterek ...





 
Armudun Son Çiçeği... - Sayı 115
Cılga... - Sayı 112
Gönül hanım... - Sayı 110
Hastalığın adı ne?... - Sayı 108
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (120):
Doğumunun 120. yılında Üstat Necip Fazıl Kısakürek...

Son Eklenen Yorumlardan
 bosch professional gop 185-liBeylikler dönemini hatırlayalım, birbirlerine karşı üstünlük mücadelesi... Feyzi

 "Yürü kardeşim,Ayaklarına bir Kudüs gücü gelsin."Sen ve senin gibi şuurlu insanların sayıları bereke... Nilüfer Mihailoğlu

 Yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli hocam. Allah hayırlı sağlıklı uzun ömürler versin.... Faruk AKTI

 kantarın topu olacak efendim ... Esra

  Gönlü klabi temiz abim kalemine sağlık başarılarının devamını diliyorum sevgiler saygılar ... Serkan yakar


Hislerin hissizleştiği noktada, onlarda kalan aklın varlığını sürdürebilmek için o noktaya varışın yaratıcısını bile inkâr edebilecek kadar “bencil”leşmesine kılıflar uydurarak (bunu) üstünlükmüş gibi gösterenleri iyi tanımak gerekir.
Kardelen: Sayı 1, Temmuz 1992
Kasem olsun!
Bir tufanın ardından: Filistin
Soykırım, Antisemitizm ve Filistin Üçgen
Deniz kabarıyor
Gazze günlüğü
Fatih Sultan Mehmet (4)
Deniz kabarıyor
Kudüs... Ey Kudüs
Zeytin dalları altından meydan okuyuş


Yavuz Sert - Bir tufanın ardından...
Yavuz Sert - Gazze biz ne öğretti...
Ali Erdal - Deniz kabarıyor
Kadir Bayrak - Vah benim halime!
Necip Fazıl Kısakürek - İç ve dış düşman – Y...
Bedran Yoldaş - Elinde taş küçük çoc...
Bedran Yoldaş - Zevâli yakındır zulm...
Ekrem Yılmaz - Kazandım vallahi!
Ekrem Yılmaz - Bitti kelimelerim
Ekrem Yılmaz - Mektup
Dergi Editörü - Üstün fikir
Site Editörü - Sosyal medyanın gücü
Necdet Uçak - Dünya malı
Necdet Uçak - Geldi geçti ömrüm be...
Kardelen Dergisi - Kardelenden haberler
M. Nihat Malkoç - Soykırım, Antisemiti...
M. Nihat Malkoç - Gazze günlüğü
Hızır İrfan Önder - Kasem olsun!
Zaimoğlu - Batı muradına erebil...
Mehmet Balcı - Köyüme gömün
Mehmet Balcı - Sevdam
Muhsin Hamdi Alkış - İsrail-SAMİRİ-oğulla...
İbrahim Şaşma - Kudüs Mektubu
Halis Arlıoğlu - Merhum Mehmet Akif i...
Murat Yaramaz - Hiç
İlkay Coşkun - Filistin
Zafer Nefer - Tas tarak
Özkan Aydoğan - Çocuk
İlknur Eskioğlu - Şehitlik oyunu
Yusuf Çelikler - Bu gidiş nereye?
Ayşe Yaz - Yağmur (Gazzenin çoc...
Bedir Acar - ‘İsrail bizi yenemez...
Hüma Sunguroğlu - Çınarın gölgesinde o...
Hüma Sunguroğlu - Zeytin dalları altın...
Abdullah Doğulu - Filistinde anne-çocu...
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 13171893
 Bugün : 1057
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 605440
 Bugün : 63
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 418
 119. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 4
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 6
Son Güncelleme: 21 Şubat 2024
Künye | Abonelik | İletişim