Çocuk ve moda Fatma Pekşen Sayı:
73 - Temmuz / Eylül 2012
Askılı elbiseler, topuklu ayakkabılar, leopar desenli kıyafetler!
Deri, zincir, renk derken, takibinde zorlandığımız model sunumları. Hem de çocuklar için.
Belki öyle ya da böyle bir yerlerden gözünüze takılmıştır. Şaşırarak, acıyarak, anlamakta zorlanarak bakmışsınızdır. Yani, en azından ben öyleyim. Meseleyi isimlendirmeye çalışıyorum.
Her sene ilkbahar-yaz, sonbahar-kış adı altında sürüyle defile düzenlenir modaevleri tarafından. Ekseriyetini büyüklerinki teşkil etse de çocuklar da nasibini alır bu defilelerden. Kataloglar çıkarılır boy boy, renk renk. Satış yerlerinde bulunur bolca. Maddî durumu iyi olanı da olmayanı da bu albenili kıyafetlerden edinir sezon içinde. Sokakları, parkları, evleri birbirinin aynısı kıyafetler kaplar.
Reklâmın, özellikle kadınları ve çocukları etkilediği artık bilinen bir gerçek! Markalaşmanın getirisiyle insanların tek tipe dönüşmesi de. Aynı bluzlar, aynı pantolonlar, aynı etekler, aynı gömlekler, aynı ayakkabılar. Marka tutkusunun yanı sıra bir de giysiler üzerine işlenen/basılan yabancı dilden yazılar var ki apayrı sıkıntı, apayrı bir yazı konusu.
Çocuklar için dikilen giysilerin yaşlarıyla paralel gitmesi en doğrusudur ama niçindir anlamam, bir an önce büyütme telâşına düşüyor modacılar. Ve dahi aileler de…
Zaten yetişkinliği uzunca bir dönem yaşayacak olan yarının büyüklerine, daha sabi dönemlerindeyken lâyık görülen askılı, leopar desenli, göbeği açıkta bırakan yarı çıplak modeller sunulmasına ad bulmakta zorlanıyorum açıkçası.
Aileyi model alarak büyüyen, zihnî yapısı okuldan önce evde şekillenen çocuklara, özellikle de kızların vaktinden önce büyümesine, büyütülmesine şiddetle karşıyım.
Belki alışsınlar diye masumane düşünülmüş oyuncak setlerinde sadece mutfak takımları, doktor takımları, ütü vs gibi nesneler yer almıyor. Makyaj seti, saç tuvalet seti filân da bulunuyor.
Evde annelerce, ninelerce dikilen bez bebeklerle oynamasını ummak artık gerilerde kaldı ama çeşit be çeşit bebekler de artık haz vermiyor kızlara. Annecilik oyunu yeterli olmuyor.
Bence, çocukların, -hele de kızların- hayal dünyalarını vaktinden önce harekete geçiren yaşlarından çok büyük oyuncaklarla, giysilerle sevinçlerine, keşiflerine, meraklarına set çekiliyor. Sevinci zamanından önce tüketilmiş çocukların önünde, büyüdüğünde erişmesi gereken pek bir şey kalmıyor.
Daha beş yaşındaki kız çocuğunun odasında, aynasının önünde dizi dizi rujlar ojeler yer alıyorsa, anne eliyle makyajını yapıyor, baba bu mutlu (!) anı ölümsüzleştirmek için deklanşöre basarken, “kızım havalı poz ver” deyince, kız askısını omzunun tekinden düşürüp gülücükler atıyorsa, başımızı elimizin arasına alıp düşünmeli diyorum.
Kibrit kutusundan telefonla arkadaşına ses duyurması beklenemez lâkin çocuğun daha ilk sınıflarını okurken cep telefonuna ulaşması, sabır, merak gibi duygularının körelmesine yol açılıyor. Hayat o kadar kolay paketler içinde eline veriliyor ki daha ergenliğe gelmeden sevinci bitmiş, hazzı sonlanmış oluyor.
Yılsonu eğlenceleri anneleriyle kızların tuvalet yarışına dönüşmüş durumda. Erkek çocukların bir adım geride kaldığı bu eğlencelerde tuvaletsiz, makyajsız eğlenceye gelmeyen ilköğretim çocuklarına, annelere, onlardan eksik kalmayan hanım öğretmenlere “dur!” diyen olmalı.
Yazı başlığımızın asıl konusu olan modanın, -bilerek veya bilmeyerek- dişlileri içine sıkışan çocukları oradan çıkarmak, marka bağımlılığından kurtulmalarını beklemek de bilinçli ailelerin, öğretmenlerin, kendini çocuğa adamışların vazifesi olmalı.
Kız çocuklarına oldukça yakışan, oyalı, biyeli, dantelli, bebe yakalı, karpuz kollu, armut cepli elbiseleri artık fotoğraf albümlerinde görmemeli, modacıların gözümüze gözümüze soktuklarını, elimizin tersiyle itmesini de bilmeliyiz diye düşünüyorum.
Tarihten günümüze uzanan çizgide çocuk giysilerine göz attığımızda, günümüzdeki bu çılgınlığın daha önce yaşanmadığına şahit oluyoruz. Kitaplarda büyük ya da çocuk giysileri öylesine edebi bir dille anlatılmakta ki imrenmemek elde değil.
Elbette şehzadelerin, sultanlarınkiyle kıyas edilemez lâkin Osmanlı döneminde olsun, Cumhuriyet döneminde olsun çocuğun da büyüğün de el emeğiyle ortaya çıkmış kıyafetlerinde dikkate değer bir zarafet yer almaktaydı. Bahriyeli kıyafeti giymiş küçükbeylerin, kabarık etekli, simli sırmalı, ipekli entariler içindeki küçükhanımların verdiği kişilikli pozları muhakkak bir yerlerden hatırlarsınız.
Münevver Ayaşlı, Pertev Bey ve kızlarını konu edindiği eserinde, başkahraman Selmin'in, daha ilk gençlik döneminde giydiği kıyafetlerini şöyle anlatır:
“Selmin daima lacivert çarşaf, incecik keten dantelli beyaz bluz giyer, beyaz eldiven takar, böcekkabuğu kundura severdi. Gümüş çantası, dantelli şemsiyesi ve yelpazesi, çarşafının pelerinine taktığı mineden kelebek iğnesi hiç eksik olmazdı.”
Kadıköylü Yıllarım adlı kitabında Hicran Göze, o dönem yaşadıklarını anlatırken zaman zaman kıyafetlerle ilgili hatıralarına da yer verir:
“…Musa Kâzım Tunç bey tiril tiril keten elbisesi, beyaz ve kahverengi karışımı itina ile boyanmış pabuçları, başında akide renkli hasır şapkası ve elinde şık bastonuyla hâlâ gözümün önündedir.”
“…Henüz konfeksiyon denilen, herkesi bir üniformanın içine hapseden zevksizlik numuneleri ortaya çıkmadığı için de Kadıköy'ün hanımları çok zarif ve çok güzeldi. Erkekleri de çok bakımlı ve şıktılar. Onları birbiri ile aynı olmaktan kurtaran mâhir terziler vardı. Elbiseler o zamanlar, gelinlikler dâhil, yaka ve koldan mahrum olmadığı için çok emek isterdi. Elbiselerin iç tarafına sürfile yapılırdı. O inci gibi sürfilelerin yerini makineler doldurdu. Zarif, el emeği, göz nuru kadın elbiseleri de yok olup gittiler işte.”
“…Artık hanımların dikiş kutuları bile yok. Büyük bir ihtiyaca cevap verircesine çoğalan tamirci terziler söküğünü bile dikmekten aciz hanımlara yardıma amade. Kızlarımız ne iğne tutmayı, ne de nakış işlemeyi biliyorlar. Bizler, sıçandişi de denilen antikayı, ilik açmayı, düğme dikmeyi, yama yapmayı ev idaresi derslerinden öğrenmiştik.”
Yazılarında sofralara, renklere mahirane bir üslûpla yer vermiş olan Ahmet Rasim Bey, Şehir Mektupları isimli kitabında, Yirmi İkinci Mektup başlıklı bölümde, “başım renkli bir şamata” der ve şöyle devam eder:
“Gözlerim birdenbire narçiçeği fesli, kahverengi paltolu, beyaz yelekli, Bismark pantolonlu, krem eldivenli, camgöbeğinin üstü laden benekli boyunbağlı bir efendinin üstünde durdu…”
Tarihçi yazar Necdet Sakaoğlu ise Türk Anadolu'da Mengücekoğulları adlı eserinde, Selçuki dönemin hatırası giysileri şu satırlarla yâd eder:
“Kadınların düğünlerde giyinip kuşandıkları kutni canfes, kadife, ipek giysiler, türlü takılardan oluşmuş formlar, herhalde Sitti hatunlar gününden beri değişmemiştir. Yine kadı sicillerindeki tereke kayıtlarında dikkati çeken, gözlü Şamlı alacası entari, simli hançer, Şam kılıcı, sim vezne, yeşil çukaya kaplı nafe kürk, kırmızı çuka biniş, şâli çakşır, Hama kuşağı, Maraş at gömleği, cübbe kürk, başabırakacak, helâliye gömlek, kadife salta, canfes, atlas ayakkabı, sevai ayakkabı, rık'a entari, telli soyuncak, sevai entari, atlas işlik, sim sevai, dibâ ve daha yüzlercesi başlıbaşına bir sözlük oluşturabilir.”
Türk edebiyatının çeşitli dallarında benzeri birçok anlatıma rastlamak mümkündür.
Yün, pamuk, ipek ana madde olmak kaydıyla envai tür işlemeyle haklı bir üne kavuşmuş olan atalarımızın kıyafetlerine, çeşitli minyatürlerde, tablolarda, fotoğraflarda rastlamaktayız. Bugün kullanımda olanlarla kıyas bile edilemeyecek olan bu el emeği göz nuru eserleri güzel birer hatıra olarak anmaktan, aile yadigârı olanlarını kırk bohça içinde sandık diplerinde muhafaza etmekten başka bir şey yapamıyoruz ne yazık ki.
İnsanlığa Batı'nın bir armağanı olan ve tarım, fabrika, maden işçiliği, sığır çobanlığı gibi kaba işler için tasarlanıp, uzun yıllar sonra taşlarla ipliklerle vs. işlenerek modernize edilen kotların hükümranlığı ise başlı başına bir konuyu teşkil etmekte.
Kaba görünümlü spor ayakkabıları, kot pantolonlar ve baskı yazılı daracık tişörtler içindeki günümüz çocuğu ile dünkü çocuklarımızın giysileri arasındaki fark, gözden kaçırılacak gibi değil.
İdris Aleyhisselâm'ın pir kabul edildiği, hürmet gösterilen bir meslek olan, iğne ile kuyu kazınarak para kazanılan terzilik, 20. yüzyıl ortalarında sanayi dalına dönüşmüş durumda. Makineleşmenin getirisiyle sendeleyen zanaat, günümüzde ancak ki ayakta durmakta, tarihten günümüze hayli yol kat eden bu meslek, ancak sevenlerince yürütülmekte.
Terzilerden randevu almak, model üzerinde kafa yormak, provaya gitmek neredeyse tarihe gömülmüş vaziyette. Hele hele genç kızların çeyizlerinde bulunması icap eden dikiş kutuları, ortaokul, lise okuyan kızlara ders olarak biçki-dikiş okutulması, -kız meslek liselerini bir kenara bırakırsak- tamamen kaybolmuş durumda.
Büyüğünkini küçüğe uyarlayan, babanınkini, anneninkini ters yüz ederek yepyeni görünümle ortaya çıkaran anneler mumla aranmakta. Parça bohçaları, yüksükler, dikiş kutuları bulunan evler, dolaplar da. Hele hele anne-babalarıyla terzi yolunu aşındıran küçüklere rastlamak ise imkân dışı bir şey…
Hâsılı akıl almaz bir hızla dönüp duran dünyamızda, zaman değirmeninin dişlileri arasında öğütülen nice maddî- manevî değerimizin arasına çocuklarımızın masumiyetini de katmayalım diyorum. Bilmiyorum bağnazca bir düşünce mi ama yarınımızın teminatı ufaklıklara köklerden gelen terbiyeyle yaklaşıp, ileride gurur duyacağımız birer fert haline gelmeleri için fedakârlıkta bulunup, bilinçlice yaklaşalım istiyorum.
*Pertev Bey'in Üç Kızı, İki Kızı ve Torunları. Münevver Ayaşlı. Timaş Yayınları, 2009, İstanbul
**Kadıköylü Yıllarım. Hicran Göze, Kubbealtı Yayınları, 2007, İstanbul
***Şehir Mektupları. Ahmet Rasim. Timaş Yayınları, 2005, İstanbul
****Türk Anadolu'da Mengücekoğulları. Necdet Sakaoğlu. YKY, 2005, İstanbul
|