Mümin-Kâfir Kürsü Mümin-Kâfir Sayı:
75 - Ocak / Mart 2013
(İman ve İslâm Atlası’ndan)
PEYGAMBERLER
Kâfir – Allah münakaşasını bırakalım! Bu münakaşada, ne inanmayanın inanana, ne de inananın inanmayana kendisini anlatabilmesine imkân var! Köstebekle balık arasındaki iklim görüşü ve münakaşası gibi bir şey… Hem bu âleme mantık ve aklî murakabe de fazla nüfuz edemiyor. Sizinle kabul ederseniz, dinleri konuşalım.
Mümin – Aczinizi ve halinizi itiraf eder gibi bir üslubunuz olduğunu ve müminlere mahsus silâhları imana zıd yolda kullanmaya davrandığınızı hissediyor musunuz?
Kâfir – Geçelim efendim, geçelim! Dinleri konuşmaya hazır mısınız?
Mümin – Buyurunuz!
Kâfir – Peygamberlere inanıyor musunuz?.. Boyuna inandırmaya çalıştığınız bir oluşa, asıl siz inanıyor musunuz?
Mümin – Peygamberlere, ışık ve hararet kaynağı güneşe inanışımı aşan bir (realite) katiyetiyle inanıyorum!
Kâfir – İnanır göründüğünüzü biliyorum, fakat samimiyetle inandığınıza inanmıyorum! Kendinizi kandırmaya çalışmaktasınız belki…
Mümin – Bari benim inandığıma inanacak kadar olsun, bir inanma nasibiniz olsaydı… Meşhur bir kâfirin bir sözü vardır: “Biz Allah’a ve Peygamberlere değil, ancak Allah ve Peygamberlere inanan insanların mevcut olduğuna inanırız.” Bu nasipsiz kadar da mı nasibiniz yok?
Kâfir – Haydi, Allah’a, o mücerred kuvvete, evvelî ve nihaî müessire inanıyorsunuz, ben de bu inanma ihtimalini anlar gibi oluyorum! Fakat peygamberlerin diyelim; yani bizim gibi alalâde insanların, Allah tarafından gönderilmiş olduğuna nasıl inanılabilir?
Mümin – Bunun “nasıl”ını sormayın! Çünkü siz, inananın, inandığına inanmayacak kadar mücerret inanma hassasını kaybetmiş bir bedbahtsınız!
Kâfir – Ama sualime cevap vermiyorsunuz!
Mümin – Ne yapayım ki, sualinize cevap vermeden evvel Allah’ın lûtfiyle, sizi, sizin fikir ve ruh seciyenizi, bir kere daha tesbit ve müşahade altına almanın enfes fırsatını kazanmış bulunuyorum! Sizin gibilerin fikir seviyesini en mükemmel ifade eden, yine İmam-ı Gazali Hazretleridir:
“Bunlara desen ki, arkandan bir kaplan geliyor, üzerine hücum edip seni parçalayacak, inanmazsan dön ve bak! Sana şu cevabı verirler: İnanmam ve dönüp bakmam; sen daha evvel arkamdan kaplan geldiğini ispat et ki, bakayım!”
Kâfir – Kah, kah, kah! Ne zarif mantık canbazlığı!
Mümin – Mantığa bu kadar güvenen siz, demek şimdi onun canbazlığını da bizde görmeye başladınız!
Kâfir – Mantığı tersinden kullanmak…
Mümin – Öyleyse, işte yine kendi ağzınızla yakalandınız. Demek mantık, tersinden de kullanılabiliyor!.. Ve bu kullanıştan rahatsız olmuyor. Nitekim (sofist)lerin sahte mantığını ezip geçen (Sokrates), üstün mantığın temsilcisiydi. Gelin, size mantık nedir, öğreteyim: Mantık, bir inanıştan sonra, tıpkı bir (geometri) mütearifesine bina edilen icaplar gibi, o inanışa bağlı gereklerin, sebep ve neticelerin idrak ölçüsünden başka bir şey değildir; ve sultan olmak yerine vezir selahiyetinde bir vasıtacıktır.
Kâfir – Sultan kim?
Mümin – İman, inanış… Sultan ferman eder, vezir de icaplar ve gerekler manzumesinin örgüsünü tertipler. Bu işin ismi mantık olur.
PEYGAMBER
Kâfir – Peygamber bahsini tekrar ele alalım. Peygambere inanılır mı?
Mümin – Yalnız ona inanılır, inanmak, ona inanmaktır.
Kâfir – Allah tarafından gönderilmiş mutavassıt kullar bulunduğuna inanmak, Allah’ın insana verdiği idrak melekelerini inkâra kadar gitmez mi? Allah’ın, kullarını kendisine davet için mutavassıta ne ihtiyacı var?
Mümin – Ne elem verici sual!.. Bunu, sizin vaziyetinizde bulunanlar, bir de şöyle vazederler: “Asıl kulun, Allah’ı bulmak için mutavassıta ne ihtiyacı var?”… Hâlbuki kul muhtaç ve Hâlik bundan münezzehtir.
Kâfir – O halde?..
Mümin – Kullarını her hususta birbirine muhtaç yarattığına göre, en üstün akıl derecesindeki peygambere de bütün kullarını muhtaç etmesi ve Allah’a ermek yolunda kullarının bu ihtiyacını Peygamberle gidermesi Yaradanın şan ve rahmetine tam uygun değil mi?
Kâfir – Peygamberlik iddiasındaki zatlar bunu kendilerinden uyduruyorlarsa?
Mümin – Şüphe denilen iblis, size bu tarafiyle nüfuz ediyor da niçin, “Ya dedikleri aynen doğruysa!” sualine yanaştırmıyor? Allah’ı kabul eden için onun, kullarına inayet ve rahmet muradıyla Peygamberler hâlketmesinde bir muhal hissi duyulabilir mi? Şüpheci şeytan niçin şüphe madalyonunun öbür yüzünü gizliyor?
Kâfir – İyi ama Peygamberlerin sıdkına ait hangi vesikaya sahibiz?
Mümin – Yine kendi elinizle yakalandınız. Müthiş bir vesikaya sahibiz. İhlâsları… Namütenahi derin ve taklit kabul etmez saffet ve halisiyetleri… Azim ahlâkları, üstün akılları ve en küçük hayal ve vesveseye yer vermeyen örnek doğrulukları…
Kâfir – Yalancı peygamberler görülmemiş değil ya!..
Mümin – Aman, şimdi ne güzel yakalandınız! Elbette görüldü. Fakat onlar peygamber olup da yalancı olanlar değil; yalancı olup da peygamber olmayanlardır. Bu işin yalancısı hemen yakayı ele verdiğine göre, demek bizzat ve bilfiil doğrucunun sıdkına ve doğrucuların varlığına kıyas unsuru teşkil ederler… Hemen foyaları meydana çıkar.
Kâfir – Kelime ve mantık oyunu!
Mümin – Sizinkiyse küfrün peşin hükmü…
FELSEFE
Kâfir – İslâm felsefesine göre…
Mümin – Durun, durun, boşuna yorulmayın! İslâm’da felsefe diye bir şey yoktur!
Kâfir – A, o da ne demek?
Mümin – Şu demek ki, siz, tarafsız bir görüşle, yani bir nevi felsefe görüşüyle, ya felsefenin ne demek olduğunu bilmiyorsunuz; yahut da ve en doğrusu, İslâmlığın ne olduğunu kavrayamıyorsunuz!
Kâfir – Ya nedir?
Mümin – Demin tarafsız bir görüş diye bir tabir kullandım. İşte felsefe, tarafsızlıktan yola çıkıp, bulacağı veya bulamayacağı nispet ve istikametlere göre kendisine taraf arayan başıboş düşünce manzumelerinin adıdır. Hakikat, felsefe için güya varılması lazım gelen, fakat asla varılmayan, varılmayacak ve boyuna aranacak olan bir hedef, bir ilk merhaledir. İslâmdaysa sadece bir ilk temel ve bir ilk ve mutlak arayış… Yani İslâm’da hakikat peşin ve varlığın sırlarını aramak ondan sonra… Birbirinin yanlışını çıkartmaktan başka rolü olmayan felsefeyi, perişan ve her dem birbirinin başını yemek gayesinde bir demokrasiye benzetecek olursak İslâm’a hakikat saltanatı gözüyle bakabiliriz. Demek varış önce, arayış sonra… Varışa bağlı tefekkürün adı da felsefe değil, hikmet… Felsefe başıboş bir çıkış ve bulamayış, İslâmî tefekkür ise düzenli bir yol alış ve bulduğunu derinleştiriş ve genişletiş…
Kâfir – Hep şiir, hep şiir, hep büyü sanatı, sözleriniz…
Mümin – Şimdi “İslâm felsefesine göre” lâfını durdurup “İslâm hikmetlerine göre” diye sözünüze devam edebilirsiniz…
Kâfir – Vazgeçtim! Siz felsefeyi yermekte devam edin.
Mümin – Yerdim, yereceğim kadar.
Kâfir – Peki onun hiç mi faydası yok?..
Mümin – Var!.. Hem de ne büyük fayda!.. Söylediğim gibi, birbirinin yanlışını çıkarma, birbirini yerme, yeme faydası… Ve iman sahiplerine bâtıl aklın ne demek olduğunu göstermeleri, mücadele sahası açmaları ve tababette mikroba karşı yapıldığı gibi bir nevi (asepsi) ve (antisepsi) tedbirine meydan vermeleri…
Kâfir – Aklım almıyor!
Mümin – Aklınız yok ki, alsın!..(Devam edecek)
|