Evlât acısı ve edebiyatçılar Fatma Pekşen Sayı:
76 - Nisan / Haziran 2013
Doğum kadar gerçektir ölüm. İnsan, hayvan, bitki fark etmez; doğar, büyür ve ölürler. Mukadderdir.
Bitkilerin ölümü sessiz sedasızdır. Hattâ kimi zaman “ağaçlar ayakta ölürler” kabilinden imrenilesidir. Kök gidecek bir yer bulamaz, taşa değer, sıkışır. Gövdeye çıtırık düşer, kabuklanmalar başlar. Önce yaprakların rengi değişir, eski gümrah demlerinden eser kalmaz. O, kara ayaza dayanan vücudunu içten içe kurt kemirmeye başlar. Evvel baharda uçlarında yaşlar tomurcuklanan sürgünleri yok olur. Doksanlık koca'ya döner encama yaklaşırken. Bir de bakılır ki tümden kurumuş. Dibinden, evladı, torunu kabilinden sayılacak yenileri filizlenir bazen. Kiminde de körpecik bir hemcinsi dikilir yıllanmış gövdenin terk ettiği çukura. Cansuyu verilir işi bilenlerce. Adı üstünde; nebattır. Ne kocamışı öte tarafa göçerken figanını işiten olur, ne de genç sürgününün üstüne bir taş yuvarlanınca… Hayatın hay huyu arasında kaybolur gider.
Hayvanın ölümü biraz daha farklıdır. İçgüdülerinin doğrultusunda tepki verir. Yitirdiği can yavruysa ananın kolu kanadı düşer, gözleri melûlleşir. Yavrusunun yattığı, uçtuğu, çırpındığı yerleri yoklar, havayı koklar, sesini arar pür dikkat. Eğer bir sürünün içinde yaşıyorsa, mahzun bakışlarla benzeri yavruları izler. Kendini kasıp, sütünü kestiği için, ölen yavrunun postunun içini doldurup yanına getirerek sütünü sağdıklarında, sesini çıkarmaz fazla. Avunur ondan kalan kokuyla.
Eğer anası ölen yavru hayvansa, büzülüp kalır bir tarafa. Yemez içmez. Bileni göreni varsa, başka şekillerde doyurmaya çalışır. Bu bazen kendisini emziren başka bir hayvan olur, bazen de merhametli bir insanoğlu.
Sadık hayvan, sahibinin vefatını da bilir. Günlerce aylarca, kendisini elleriyle besleyen hamisinin mezarına gider kediler, köpekler. Ahırlarda zapt edilemeyen atlar, sığırlar her zaman, yurdun her köşesinden işitilir.
Ağzı dili olmayanlar güruhunun acısı bu şekilde ortaya çıkar da, yüreği dağlanan âdemoğlunun acısı nice olur? Dağa taşa mı haykırır? Başını duvarlara mı vurur? Sinesini mi yumruklar? Kendini Mecnunvâri çöllere mi atar? Yoksa içine kapanıp tortop mu olur, kabuk mu bağlar?
Yitik ciğerpareyse, spiker anne-baba nasıl sunar bu haberi? Bir gazetenin köşe yazarı, acaba nasıl yazar evladının kaybını? Gassal/ gassale nasıl yıkar eline doğmuş çocuğunun soğumuş bedenini?
Evet, insanoğlunun acısı, illa da evlât acısıysa düştüğü yeri yakıp kavurur; dile vurur, yüreğe vurur. Ağıt olur, mersiye olur, türkü olur, mani olur, roman olur, hikâye olur. Dilden dile, kuşaktan kuşağa nakledilir. Ölüm acı şeydir de evlâdın sızısı ömür boyu çıkmaz. Küllendikçe deşilir, deşildikçe tütmeye, yakmaya devam eder. Asla sönmez.
“Allah böyle acıyı düşmanımın başına vermesin. Allah evlat acısı göstermesin” yollu sözler duyulur içine kor düşmüşlerin dilinden. “Allah sabır versin, sabrınızı artırsın, geride kalanların ömrü uzun olsun” türünden teselli sözleriyle yanan yüreklere derman olmaya, acıyı paylaşmaya çalışır çevredekiler. Bağırlar yırtılsa da, yürekler için için kanasa da yıllar yıllara ulanmakta gecikmez.
“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...
Hiç güzel olmasaydı ölür müydü peygamber?...”
Demişse de Şairler Sultanı Kısakürek, kimi amansız durumlarda “Allah iki iyiliğin birisini versin” denilerek Azrail yolu gözlense de, ölüm derinden sarsar insanı. Hele de bu kişi eli kalem tutan, dili kelam eden biriyse, kalem çıraya, kelam köze dönüşür. Hele de yazıcı anne babaysa…
Ölüm teması, zaten edebiyatta çokça işlenmekte, şiir olarak, tiyatro olarak, roman, hikâye olarak karşımıza çıkmaktadır. Kalem tutanlarca başka hayatların acısını yazmak nispeten kolaydır da, ateş yüreğin ta ortasına düşünce, işte orada durmak gerekir.
İşte bu yüzden ciğerparelerini kaybeden edipler, acılarını zapt edemeyip, satırlara dökmüşlerdir. Abdülhak Hamit Tarhan, Recaizade Mahmud Ekrem, Halid Ziya Uşaklıgil, Peyami Safa, Samih Rıfat, Halit Fahri Ozansoy, Reşat Nuri Güntekin, İsmail Safa, Ümit Yaşar Oğuzcan, Eflatun Cem Güney, Ali Ekrem Bolayır, Mehmet Rauf, Nejdet Sançar, Ömer Bedrettin Uşaklı, Aleaddin Özdenören, Nurettin Uytun, Adile Sultan, Halenur Kor, ilk aklımıza gelenler... Dünya edebiyatına göz atacak olursak da hayli yekûn tutacaktır elbette.
Hafızalarımızı yoklayarak, evlat acısı yaşayan şair ve yazarların bir kaçını, yazdıklarından örneklerle hatırlayalım:
Üç evlâdından ikisini delikanlılık çağında kaybeden Recaizade Mahmut Ekrem'e bu vefatlar çok dokunmuş, hassaten Nijad'a olan sevgisi, hasreti onu iflah olmaz bir hale getirmiş, oğluna yazdığı satırlarla acısını kâğıda dökmüştür.
AH NİJAD
Hasret beni cayır cayır yakarken
Bedenimde buzdan bir el yürüyor.
Hayaline çılgın çılgın bakarken
Kapanası gözümü kan bürüyor.
Dağda kırda rast getirsem bir dere
Gözyaşlarımı akıtarak çağlarım.
Yollardaki ufak ufak izlere
Senin sanıp bakar bakar ağlarım.
Güneş güler, kuşlar uçar havada
Uyanırlar nazlı nazlı çiçekler...
Yalnız mısın o karanlık yuvada?
Yok mu seni bir kayırır bir bekler?
Can isterken hasret oduyla yansın
Varlık beni alil alil sürüyor
Bu kayguya yürek nasıl dayansın?
Bedenciğin topraklarda çürüyor!
Bu ayrılık bana yaman geldi pek,
Ruhum hasta, kırık kolum kanadım.
Ya gel bana, ya oraya beni çek
Gözüm nûru, oğulcuğum, Nijad'ım!
Bu satırlarla oğluna olan özlemini anlatan Recaizade'nin ruhu, ancak ki vefat ettiğinde oğlunun yanına gömülerek sükûna ermiştir.
Cumhuriyet döneminin önemli simalarından olan Ömer Bedrettin Uşaklı, eşini ve kızını kaybedince iyice hassaslaşıp, oldukça hisli şiirler yazmıştır. Sarıkız Mermerleri kitabını kızına ithaf etmiş, Sarıkız Mermerleri şiirinin son satırlarında şöyle demiştir:
“… Senin yüksek başından dileğim var benim de...
Bir şey istemiyorum, ne çiçek, ne de çemen...
Ne dağ çileklerinden, ne beyaz çam balından,
Ne gemiler yapılan o kızıl çam dalından...
Ne ceylan, ne de ince Türkmen dilberlerinden...
Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden...
Ne üstüne destanlar, sevdalar yazmak için;
Ne şekilsiz derdime bir şekil kazmak için...
Fıskiyeli havuzlar, heykeller kurmuyorum;
Mermerinden saraylar yapıp oturmuyorum;
Bir şelale parçası, bir kevser ister gibi,
Onu çürütmeyecek bir cevher ister gibi;
Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden...
Ne ceylan, ne de ince Türkmen dilberlerinden;
Sarıkız'ın gözyaşı damlamış bir yerinden
Bir parça istiyorum meşhur mermerlerinden...
Toprağına gömdüğüm bir dağ sümbülü için,
Eteğine koyduğum bir küçük ölü için...”
Nejdet Sançar yegâne evladı olan oğlunun vefatından sonra Afşın Yayınları'nı kurmuş, -diğer eserlerinden hariç- Afşın'a Mektuplar'ı yayınlamıştır. Yeni İstanbul Gazetesi'nde “Türk Gençliği Nasıl Olmalıdır?” diye ödüllü bir de makale yarışması açmıştır. Nejdet Sançar'ın ağabeyi Hüseyin Nihâl Atsız ise yeğeni Afşın'ın cenazesine giderken, trende şu şiiri yazmıştır:
Afşın'a Ağıt
Ne ümitlerle gelip dünyaya
En güzel ismi takındın: Afşın!
Böyle erken bırakıp gitme neden?
Kaç bahar, kaç yılı doldurdu yaşın?
Kaldı senden bize bir gamlı seda…
Bir vedadır o seda, sade veda…
Evladını yitirmiş babalardan olan, şair-yazar Aleaddin Özdenören'in oğluna yazdığı Kerem'e Ağıt adlı şiiri şu şekildedir:
Ardımda hiçlik dereleri
Önümde varlık gülleri
Ellerim Kerem'in elleri
Uzaktan çocuk haberleri
Dediler ki Kerem ölmüş
Güzellikler deren ölmüş
Canımın bağı oğlum
Kalbimin ağı oğlum
Acının dağı oğlum
Derdin otağı oğlum
Yel eser ağu oğlum
Önümde duran ova
Bir kan çanağı oğlum
Gökyüzü boydan boya
Hüzün ırmağı oğlum
Senin güzelliğinden
Yerler ağmalı oğlum
Hasretin inceden akan su gibi
İçimi doldurup taşırır gibi
Her adımda kurulu bir pusu gibi
Deniz diplerinin yosunu gibi.
Dereler tepeler çağlıyor oğlum.
Rabbim aramızda gizimiz var
Bir sandık içinde çeyizimiz var
Uzar mahşere dek dehlizimiz var
Batan günlerde akar güzümüz var
Ağaçlar dallarını eğiyor oğlum
Cennetin güzel çocuğu
Gözleri gül tomurcuğu
Yavruların yavrucuğu
Unutma şu babacığı
Şu babacık gönlünü dağlıyor oğlum
Özden harabeyim ben
Onulmaz yareyim ben
Kendime çareyim ben
Kerem'im divaneyim ben
Mustafa Ünal, Aleaddin Özdenören'i yâd ederken şu satırları yazar: “… Özdenören'in şu satırları da ilgi çekicidir. Bir dostunun ölümü üzerine yazdığı yazıyı, galiba Cahit Zarifoğlu idi, 'Biliyorum seni Cennet'te çiçeklerle çocuklar karşılayacak, en önde oğlum Kerem' diye bitirdiğini hatırlıyorum.”
Eğitimci şair yazar Nurettin Uytun'un oğlu, merhum şair yazarlarımızdan Göktürk Mehmet Uytun'un yeğeni olan Alp Er Tunga'nın şehadeti sonrasında, babası Nurettin Uytun'un yazdığı bir şiirde şu satırlar yer almıştır:
“…Huşu ile alınan Tekbir'ler ve tatla,
Toprağa verilmekte Alp Er'im itaatla;
Dev cüssesiyle Tunga'm, kabrine uzanıyor!
Dostları O'nun için, sızlanıyor, yanıyor!
Eyy!... Ömrün baharında, terk-i can eden oğul!
Niyazım o… İlâhi rahmete sen de gark ol!
Müşterek sevgilimiz, işte, bermurad Vatan,
Uğruna can verip de, mutludur O'nda yatan!
Rahat uyu yiğidim, bayraksın, Bayrak'tasın!
Kanınla suladığın mukaddes topraktasın!...”
(Alp Er Tunga Destanı'ndan)
Günümüz şairlerinden Halenur Kor, yirmi bir yaşında, bir deniz kazasında kaybettiği oğlu Cüneyt için çok sayıda şiir yazmıştır; yazmaya da devam etmektedir. Akrostiş tarzda yazdığı bir şiiri şöyledir:
Cüneyt'e
Canımdı o, cânânımdı, ciğerpâremdi,
Ümidimdi, her şeyimdi, o bir tânemdi.
Nasıl yanmaz buna kalbim, uçup da gitti,
Elem yıldızı gibi kayıp da gitti.
Yok, bilirim bir çâresi onulmaz derdim,
Takât bulsam peşi sıra ben de giderdim.
Koklamaya doyamadan güzel yavrumu,
Onu asker eylemeden şehit eyledim,
Rabbimize, yavrumuzu emânet ettim.
Halk Kültürü, özellikle de masal derlemeleriyle tanınan Eflatun Cem Güney, oğlu Kâmuran Çetin'in on dokuz yaşında vefat etmesiyle uzunca bir dönem yazı yazamamıştır. Sonraki dönemlerde ise “İnsan Çocuğa” diyerek, yazdıklarını oğluna ithaf etmekten, onu sık sık anmaktan, okurlardan Fatiha istemekten geri durmamıştır.
Kâzım Taşkent ise çocuk yaştayken, eğitim gördüğü İsviçre'de çığ altında kalarak ölen oğlu Doğan'ın hatırasını yaşatmak için Doğan Kardeş Dergisi'ni kurmuştur. Uzunca bir dönem yayınlanan dergi, Doğan Kardeş Yayınları'nın kurulmasına, pek çok eserin yayınlanmasına da sebep olmuştur.
Kışlada Bahar, Ellinci Yıl Marşı, Hancı gibi pek çok şiirin şairi Bekir Sıtkı Erdoğan, oğlu Yahya Erdoğan'ın vefatından sonra ne yazmıştır, kaleminin ucundan hangi kelimeler dökülmüştür acaba?
Hasan Pulur da evlat acısı yaşamış babalardandır. Oğlunun ardından yazdığı yazıda acısını şöyle ifade etmiştir:
“Evet, ilk gün başsağlığı dileyenlere böyle demiştik:
'Elimize doğan çocuğu, elimizle toprağa veriyoruz!'
Verdik!
Dilimize takılmış bir laf var:
'Acıyı veren, sabrı da verir.'
Madem öyle, bekliyoruz.”
Doğum gibi ölüm de olacak. Hep olacak. Ezelden ebede sürüp gidecek.
Eskilerin deyimiyle “Allah sıralı ölüm versin” diyerek, hayatta olan ediplere sabır temenni edip, hakka kavuşmuş olanlara da, yitirdiklerine de rahmet dileyerek anmış olalım evlat acısı tatmış şairleri, yazarları…
Beş evlâdından dördünü yitiren ve “çocuğunu kaybeden bir anne için her gün ilk gündür; bu ıstırap ihtiyarlamaz” diyen Victor Hugo, belki de bu cümleyle o sınırsız acıyı özetlemeye çalışmıştır.
|