Korkut Ata'nın diyarında Fatma Pekşen Sayı:
80 - Nisan / Haziran 2014
Dünyayı aydınlatmakla vazifeli ilkbahar güneşi, gerine esneye bizim yurdumuza da teşrif ederken koyulduk yola. Sabah dokuz suları. Toprak diri, asfalt diri, gelip geçen arabalar diri. Bahara uyanmaya ramak kalmış. Güzden kalan sararmış otlarla, yeni doğacaklar kucak kucağa.
Seyfebeli’ni, Emre Köyü’nü, Durulmuş’u, Hafik’i aşıp, Zara yol ayrımından Erzincan tarafına vuruyoruz yönümüzü. Birazdan İmranlı ile Refahiye ilçelerini geçeceğiz. Menzilimiz Bayburt. Kaç gündür Bayburt’la yatıyor, Bayburt’la kalkıyoruz.
Salur Köyü tabelâsını okuyorum yol üstünde. Salur Kazan diye bir tını geliyor kulağıma. Kendi kendime konuşmuş olmalıyım, yanımdakiler ne konuştuğumu anlamak ister gibi bakıyorlar yüzüme. Susuyorum. Gerisi gelmiyor çünkü.
Salur, Oğuz boylarından bir boyun adı. Bu boyun mensupları işte bu yüzden göçüp, yurt belledikleri pek çok yere bu ismi vermişler. Tabelâsını okuduğum, on altı Salur Köyü’nden sadece birisi imiş. Bolu/Gerede, Yozgat/Sorgun, Tokat/Zile, Samsun/Lâdik bunlardan birkaçı. Benim gördüğüm de Erzincan, Refahiye’ye bağlı, kendi halinde bir köy.
Salur Kazan da Dede Korkut hikâyelerindeki kahramanlardan birisinin ismi. Gerçekten böyle birisi yaşamış mıdır, yoksa tamamen hayâl ürünü müdür bilemiyorum. Aklıma Bamsı Beğrek, Tepegöz, Kanturalı, Yegenek Bey, Deli Dumrul, Boğaç Han adları geliyor. Kopuz çalan, nasihat eden, doğan çocukların yeteneğine göre isim veren ak sakallı bir koca geliyor. İzleri halen canlığını muhafaza eden bir bilge kişi.
Boz renkli köyleri, yosun tutmuş duvarları, sürülmüş, sürülmemiş tarlaları, ağırbaşlı sığırları, sürüleri, çobanları geride bırakıyoruz. Sakaltutan Geçidi, Kızıldağ Geçidi, Ahmediye Geçidi de arkamızda kalıyor. Bu kısımda dağlar ak kaftanına bürülü vaziyette. Her daim kurtarıcı bulunduran istasyonlara minnet duyup, dua ediyorum içimden. Yaz kış hazırdalar.
Kayak merkezi tabelâsını, Erzincan Üniversitesi kampüs girişini görüyor, Kelkit yol ayrımından güzergâhımıza kıvrılıyoruz. Kulağımda Kelkit türküleri, Bayburt türküleri, Erzincan türküleri; bizim türküler…
Köy içinden geçerken yol biraz bozuluyor. Çukurlar, nicedir asfalt yüzü görmemiş dar yollar, kıvrımlar birbirini tekrarlıyor. Nerede başlıyor bilmem ama yol ortasındaki direklerde beliren ay yıldızlı bayraklar, menzilimize yaklaştığımızı ilân ediyor.
Bayburt bizim için Orhan Hakalmaz’dı, Yahya Akengin’di, Şair Zihni’ydi, Gülhani’ydi, Celâli’ydi. Elbette hepsinden öte Dede Korkut’tu. Bundan sonrası ne olacaktı; meraktaydık.
Bilmem kaçıncı dönemeçten sonra apansız karşımıza çıkıyor Bayburt. Daha doğrusu biz onun kucağına düşüyoruz. Tanıma öğrenme açlığıyla gözümü doyurmaya, ayrıntıları kaçırmamaya çalışıyorum. Bahar başı olmasından kaynaklanıyor olsa gerek, Karadeniz yeşilini görmeyi umarken, karşıma çıkan boz renkli manzara beni şaşırtıyor, sonrasında da baş tacı ediyorum.
Nereden iniyoruz, nereden çıkıyoruz bilmiyorum ama Erzurum yolu üzerinde, bir tepede bulunan, -adının sonradan Zahit Mahallesi olduğunu öğrendiğim yerdeki- konutlara varıyor, bir müddet yurt edineceğimiz meskenin önünde duruyoruz. Bu andan itibaren Bayburtluyuz artık.
Beşinci katta bulunan eve çıkıp, eşyalarımızı bıraktıktan sonra ilk işim civara kuşbakışı göz atmak oluyor. Kaleyi yandan görüyoruz. Kocaman bayrakların dalgalandığı iki tepede, şehit kabirlerinin, başka mezarların olduğunu tahmin ediyorum.
Arkamızı dayadığımız dağ, tepe, kayalık, adı her ne ise orada yeşil namına bir şey yok. Bulunduğumuz mıntıka yeni kurulmakta olan yerlerden. Yolların durumuna bakılırsa belediyeye daha çok iş düşecek gibi gözüküyor. Çarpık yapılaşma, yurdun her köşesinde olduğu gibi burada da nasibini almış. Eli yüzü düzgün gözükmekle birlikte eski ile yeni iç içe. Çok katlı, çirkin siluetliler henüz buralara uğramamış. İnşallah uğramaz da. Düz arazisi az gibi görünen Bayburt’un ortasından gümüşî ışıltılarla akan Çoruh Irmağı ise insanın içine ferahlık, coşku veriyor.
Eve olabildiğince yerleşiyoruz. Ufak tefek ihtiyaçlar için çarşıya çıkmamız icap ediyor. Birkaç dükkâna, markete uğruyor, bir lokantada yemek yiyoruz. Ahalinin, esnafın mülayim oluşu dikkatimi çekiyor. Ürkek bakışlı kadınların edepli hallerine bakıyor, “işte yurdumuz bu! Anamız bacımız bu!” diyorum. Kadınların birçoğunda, yöreye has “ihram” denilen örtülerden bulunmakta. Kahverengi, krem tonlarında, üzerinde benekli nakışlar bulunan ihramları, bu kadınlara çok yakıştırıyorum, zarif görünüyorlar. Erzincan’da, Erzurum’da da bildiğim kadarıyla özel dokuma olan bu ihramlardan kullanılmakta. Sivas’ta, memleketim Divriği’de de alaca çadır/alaca bürük/satranç gibi adlarla anılan siyah-beyaz kareli dokuma kumaştan yapılmış örtüler kullanılmakta; eski yaygınlığını yitirmiş olsa da…
Ne eksiği var, ne fazlası. Bağrında Korkut Ata’nın yattığı Masat Köyü’ndeki türbeyi, Orhan Şaik Gökyay’ın tespit ettiğini öğreniyoruz. Üniversitesiyle, sakin trafiğiyle, kendine yetecek kadar okulu, hastanesi, alışveriş merkezi ve işyerleriyle Bayburt’a canımız kaynıyor. Yurt köşelerinden bir köşe olarak kabul ediyor, ısınıyoruz.
Akşam evde, bizden önce oturanlardan kalma Bayburt’u tanıtan kitaplara rastlıyorum dolapta. Durur muyum? Zaten böyle bir fırsatı kolluyordum. Tamam, az çok biliyoruz ama daha teferruatlı öğrenmek lâzım bir süre oturacağımız memleketi.
Bayburt fıkraları diğer mahallî fıkralarda olduğu gibi gülümsetiyor. Yöre ağzıyla anlatılanlar zekice. Bir başka kitaptan yöreye has değerleri, oyunları, kıyafetleri öğreniyoruz. Elbette yemekleri de. Kefinli kebaptan (kefenli kebap//kâğıt kebabı) Bayburt ketesine, bezirgân aşından bulgur sütlüsüne, Bayburt tavasından gavut ufalamasına, süt böreğinden lor dolmasına bir çok lezzetin ismi yer alıyor. Başrollerde kuşburnu olmak kaydıyla dağ meyveleri de hatırı sayılır bir yer tutmakta. Tabiî dut merkezli pestilleri, kömeleri de göz ardı etmemek gerekir.
Okuduklarımın, gördüklerimin ortalamasından Dede Korkut’un halen yaşamakta olduğu hissine kapılıyorum. Türkistan Caddesi, Çinimaçin Kafeterya (keşke kafeterya kelimesi Türkçe olsaymış), Kopuz Vadisi, Ayyıldız Caddesi, Türk Dünyası Parkı...
Çinimaçin; geçmişten günümüze gelen gürül gürül bir ses sanki. Gövdesindeki mor, yeşil ve mavi çini süslemelerinden dolayı bu isimle de anılan yer, Bayburt Kalesi’nden başkası değil.
1995 yılından beri temmuz ayının üçüncü haftasında Dede Korkut Kültür Şöleni düzenleniyor, bir hafta boyunca yayla şenlikleri tertip ediliyor, son gününde de Boğaç Han’ın anısına boğa güreşi tertip ediliyormuş. Şehir merkezinde bir de heykeli bulunan Korkut Ata’nın ismi, köprüden okula birçok noktada yaşatılıyor, halen nefesi hissediliyor; ne güzel.
Göz attığım tanıtım kitaplarından birisi de Bayburtlu Şehitler ve Gaziler Albümü adını taşıyor. Bayburt Şehit ve Gazi Aileleri Derneği’nin katkılarıyla, Köksal Gedik tarafından derlenip, dernek başkanı Hayrettin Haluk Akkoyunlu’nun hazırlamasıyla okura sunulan kitap değerli bir çalışma olmuş. Bir o kadar da yürek burkucu… Sırf Bayburt çevresinde otuza yakın şehitlik olduğunu okuduğumda hem utanıyor, hem de hayret ediyorum.
Bir müddet önce “Harbe Gitti Gelmedi” başlıklı bir yazıda şehitliklerimize de kısaca temas etmiştim. Her karışı askerlerimizin kanıyla sulanmış olan vatanımızın bu köşesindeki şehitliklerden haberim yoktu işte. Varsa da teferruatını bilmiyordum.
Harbe alışık bir milletiz. İstesek de istemesek de bir şekilde dâhil olmuşuz. Kiminde fethederken, kiminde savunurken içine girdiğimiz savaşlar da elbette ki zayiat olacaktı, şehitlikler de ardı ardına sıralanacaktı.
Anadolu’yu fethettiğimiz günlerden bu yana yurdun her köşesinde binlerce, on binlerce şehidimiz olmuş. İşte Bayburt ve havalisi de bu binlerden nasibini almış. Daha öncekiler değilse de İstiklâl Savaşı’nın birebir yaşandığı döneminkiler, İngiliz’in verdiği destekle Rus ve yöre Ermenilerinin yaptıkları zulüm halen canlılığını koruyor.
Gidip gelemeyenler, gelip bulamayanlar, anasını babasını kaybedenler, çoluk çocuğunu yitirenler, dağılan aileler, göçler, kayıplar, yangınlar ve sınırsız acı. Yurdun birçok köşesinde olduğu gibi...
Değerli Uygun Ahmet Aker’in kaleminden çıkan “Seferberlik Hikâyeleri” adlı kitapta meseleyi daha önce öğrenmiş, tesirinde kalmış idim. Kitabın girişinde yer alan Ahmet Hamdi Tanpınar’a ait bir şiir, o günlerin özeti aslında.
HİCRET
Mermiler altında geçerek suyu,
Kadın, erkek, çocuk bin bir aile;
Mermiler altında geçerek suyu,
Yollara döküldü bahtsız kafile
Yorgun akislerle uzandı sesler,
Bir vaveyla bütün etrafı sardı,
Tutuşurken ufuk uzakta yer yer,
Alçalan akşamla sular karardı.
Boşluğa kayarak meş’um gölgesi,
Matemle çökerek gurbet gecesi,
Bir canlı ıstırap, soğuk demirden,
Pençesiyle bütün kalpleri burdu,
Seyredince yaşlı gözlerle birden,
Alevler içinde kalan Bayburd’u.
Kargaşanın başladığı günlerde çaresiz kalan halktan Kayseri, Sivas, Tokat, Çorum gibi illere göçenler, savaşın bittiği inancıyla geri döndüklerinde çok kötü olaylarla karşılaşıyorlar.
“Taş Mağazalar” olarak bilinen tarihe acıyla geçen olaylarda yerli Ermenilerin çarşı merkezindeki mağazalara doldurarak, işkence edip, gaz döküp yakarak şehit ettiği halk için yazılanlar halen canlılığını koruyor.
Bu meş’um günü Küçük Hafız lâkaplı İstanbul’da eğitim görmüş İsmail Hakkı Hafız acılı şiirlerle kaleme alır. Daha önce tarihe 93 Harbi olarak geçen Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında, kolsuz kanatsız kalan, sessiz Bayburt’u gören Bayburtlu Zihni de Hart Destanı adıyla kaleme almıştır. 21 Şubat 1918’de gerçekleşen bu son olay, tarihe Bayburt’un Kurtuluşu olarak geçer.
Kâzım Karabekir Paşa’nın “İkinci Plevne” olarak adlandırdığı Kop Dağları Savunması’nda kahramanca çarpışan binlerce asker ve sivilimiz bu dağlarda gömülüdür.
Kop dağları silsilesi olarak kabul edilen Karataş, Bahtlı, Dumanlı, Coşan, Soğanlı tepelerinde, civar köylülerce askerlerden kalan ayakkabılara, kıyafetlere rastlandığı anlatılır. Halen çetin geçen kışların, şiddetli yağmur ve sellerin ardından şehit kemiklerinin top ve silâh parçalarının çıktığı, bunların köylülerce yeniden gömüldüğü söylenir.
Hanı hamamı, çeşmeyi camiyi, kaleyi külliyeyi, ahırı evi, insanı hayvanı ayırt etmeden yakıp yıkan Ermenilerin öldürdüğü masum halk ve tarih boyunca vatan uğruna can vermiş askerlerin medfun bulunduğu şehitlikler otuz civarında olup, bazılarının isimleri şöyledir: Sıra Kışlalar, Otlukbeli, Şehit Osman, Kırklar Tepe, Miralay Sabri Bey, Kızlar Meydanı, Şeyh Kasım, Evliya Tepesi, Bamsı Beğrek, Ali Baba Şehitliği…
Ali Baba Şehitliği’ndeki kümbetlerin Bayındır Han ile Kazan Han’a ait olduğu sanılmaktadır. Ayrıca Şehit Mustafa Topçu’nun kabri, Şehit İstanbullu Yüzbaşı Hayri Bey’in kabri de Bayburt’ta bulunmakta olup, yakın dönemlere kadar ailelerinin ziyarete geldikleri bilinmektedir.
1963 yılında, Kop Dağları’na dönemin Garnizon Komutanı Albay Bedrettin Demirel’in gayretleriyle Kop Şehitleri Anıtı ile Dur Yolcu/ Şehitlere Saygı heykeli yaptırılmıştır.
Haklı olarak,
“Turnalar çığlık atar Kop Dağı’nda uçarken,
Bir hüzünlü hal olur zirvede su içerken,
Şehitler ağıt yakar Kop lâlesi açarken,
Diller Fatiha okur, bu dağlardan geçerken”
Demektedir şair.
Memleketin dört bir yanda savunma yaptığı dönemlerde zorlu çatışmalara şahit olan Bayburt ve havalisinde yaşananlar ağıt, türkü, mani olarak dillendirilecek, elbette kitaplara geçecek, filmlere de konu edilecektir.
Şehitlerin ve gazilerin konu edildiği kitapta, künyesi yazılı yüzlerce askerin içinden bir isim dikkatimi çekiyor:
5. Kor. 13. Tümen. 60. Alaydan Rıza Oğlu Mehmet (30-Nisan-1332 Divrik)
Konyalı’nın, Edirneli’nin, Adanalı’nın, İzmirli’nin, Urfalı’nın yanı sıra yurdun dört bir yanından kopup gelen Mehmetlerden bir Mehmet. Hemşehrim. Belki de akrabam. Hiçbir bilgim yok. Allah cümlesine gani gani rahmet eylesin.
Dedim ya, bu isimler, bu resimler, bu geçmiş hem gururlandırıyor hem de insanın yüreğini burkuyor.
Bütün medenî yerler gibi su kenarında hayat bulan Bayburtlu da Çoruh Irmağı’nın etrafını değerlendirmiş. Çeşitli parklarla, çay bahçeleriyle iline sahip çıkan Bayburtlu’nun çevresini renklendirmesi çok hoşuma gidiyor.
Çevreyi tanımak ve yürüyüş yapmak maksadıyla ırmak kenarındaki Rabia Kadıoğlu Parkı’nı adımlamaya başlıyorum. Kırk elli metrede bir yer alan, bu topraklar için kıymetli olan insanların isim ve kısa hayat hikâyelerinin yer aldığı, özlü sözler ve şiirlerle bezenmiş tabelâlar dikkatimi çekiyor. Abdülvahap Gazi, Seyyid Yakup, Dede Korkut, Şeyh Hayrani, Genç Osman, Dede Paşa Hazretleri, Ağlar Baba, Kitapsız Mustafa Efendi, Ahmed-i Zencani, Bayburtlu Zihni, Bayburtlu Celali…
Bu isimler içinde bir de Sultan Fahriye Hatun namıyla kadın adına rast geliyorum. Kadın erenlerden olduğuna dair kısa bir notu okuyor, türbesinin bulunduğu sokağa adının verildiğini öğreniyorum. Erkek çokluğunun içinde bir de hatun kişinin olması beni mutlandırıyor. Gezli Mahbube Hatun gibi bu mübarek annemizin yöre insanının hafızasında, hatırasında kabul görüp yer etmesi onlar adına beni onurlandırıyor.
Bir o kadar da hüzünlendiriyor. Sebebine gelince…
Gezli Mahbube Hatun’dan bahsetmek gerekir öncelikle. Yurdun dört yanında savaşan askerimize yardımcı olan kadınlarımızdan birisi olan bu hatun kişi, buranın köylerindendir. Kop Dağlarında Moskof’la, -ve dahi cümle cihanla- harbeden kocası İbrahim’e üç beş günde bir tütün götürmekte, yaklaşık 100 km, yayan gittiği bu dağlarda kazan kurup askerlerin çamaşırlarını yıkamakta, onlara yiyecek taşımaktadır.
Kimi gidişlerinde başka köylü kadınları da götüren bu cesur kadının kulağına bir gün kocası İbrahim’in tütününün bittiği haberi ulaşır. Yayan yapıldak tırmandığı dağlarda o gün büyük zayiat vardır. Dört yan şehit ve gazilerle doludur. Düşman askerlerinin de olduğu bu hengâmede olanca gücüyle aramasına rağmen kocasını bulup tütününü veremeyen genç kadının kulağına İbrahim’in şehadet haberi ulaşır. Ne ölüsüne ne dirisine ulaşamadığı kocasının haberiyle dizlerinin bağı çözülen kadın, bir kaya dibine çöküp biraz kendine gelmenin yollarını ararken, kaya dibindeki askerlerin, yeni filizlenmiş otları koparıp yediklerini görür.
O gün hava karardıktan sonra evine gelebilen Mahbube Hatun, namazını kılarken ancak ki yaşadıklarının bilincine varır. 30’lu 40’lı yıllara kadar hayatta olan Mahbube Hatun’un her namazdan sonra “ben o gün yanımdaki yiyecekleri ve tütünü niye o askerlere vermedim de eve geri getirdim? Niye düşünemedim?” diye dua ettiği öğrenilir. Bu sebepten ötürü mütemadiyen Allah’tan af dilediği, evlâtları ve torunlarınca söylenir.
Tarihimizde Gezli Mahbube Hatun gibi başka kadın kahramanların da varlığını biliyor, onlarla gurur duyuyoruz. Nene Hatun başta olmak üzere Gördesli Makbuleler, Kara Fatmalar, Nezahat Onbaşılar, Şerife Bacılar hepimizin yüz akı…
Amma velâkin…
Bugünlerde bir yandan Bayburt kitaplarını gözden geçirirken, diğer yandan da değerli Ayşe Göktürk Tunceroğlu’nun Amerika Mektupları’nı okuyorum. Tesadüf bu ya, Amerika Mektupları’nın içinde, bahsedilen Bayan Betsy’nin olduğu yere gelince duraklıyorum. Amerika’nın kuruluşunda rolü bulunan bu kadını, elimde olmadan kendi memleketimdeki kadınlarla kıyas ediyorum.
Yazarımızın Amerika’nın çeşitli köşelerinden izlenimler paylaştığı bölümlerin birinde Bayan Betsy şu satırlarla anlatılıyor:
“Elfreth Geçidi daracık, uzun bir yol… Sultanahmet’teki Soğukçeşme Sokağı’nı hatırlattı bana. Bazı evler müze gibi ziyarete açık. Bunlardan en meşhuru ilk Amerikan bayrağını diken kadın Betsy Ross’un evi. Dar bir kapıdan avluya giriyoruz. İki katlı küçük bir ev. Bütün eşyalar tabiî yerlerinde muhafaza edilmiş. Bayrağı diktiği oda, dikiş makinesi, makası, iplikleri, bayrağı dikerken sembolize edilmiş, uzun etekli, başı fırfırlı boneli cansız manken Betsy… Duvarlarda onu Washington’la, diğer devlet adamlarıyla konuşurken gösteren tablolar. Mutfağın, çaydanlığı, kavanozları, tencereleri… Yatak odası, el tası, lâzımlığı bile orada. Böylece iki yüz yıl öncesinin bir Amerikan evinin dekorasyonu hakkında fikir ediniliyor. Betsy, ilk Amerikan bayrağını diken kadın. 13 yıldızlı olarak… Betsy’nin hizmeti bu kadarla da kalmamış. Evinin alt katında mermi yapma atölyesi var. Oradaki cansız manken Betsy orduya mermi hazırlarken görülüyor.”
Şovenist mi düşünüyorum bilmiyorum ama ister istemez karşılaştırma yapıyorum. Bir tarafta lâzımlığına kadar muhafaza edilip sergilenen, Amerikalılarca önemli kabul edilen bir kadın ve diğer tarafta bizim kahraman annelerimiz!
Henüz Nene Hatun’un memleketi Erzurum’u görmedim. Diğer yerlerdeki müzelerin de çoğunu görmedim. Kimi yerlerdeki ev/müzelerin varlığından haberdarız; bazılarını görme imkânını da bulduk. Lâkin harplerde mühim işler yapmış, vatan savunmasında bulunmuş annelerimizin eşyalarının sergilenip, balmumu heykellerinin bulundurulduğu, hayatlarının anlatıldığı, yeni nesile teferruatlı olarak tanıtıldığı mekânlar var mı, bir fikrim yok.
Hasılı, biraz okuyarak, biraz gezerek tanımaya çalıştığım ve on günümü geçirdiğim Bayburt’u sevdim. Yadırgamadım. Her köşesi tanıdık geldi. Şu andan sonra burası benim için Dede Korkut demek, Şair Zihni demek, Çoruh demek. Kete, köme, sucuk demek. Efendi, edepli insanlar, şehitler diyarı demek.
Kundurası, ceketi, gömleği, şalvarı Hasan Kalesi’nde kalan vatandaş, Bayburt’ta hiç bir şeyini bırakmadıysa da ben gönlümün bir kısmını burada bırakarak dönüyorum kürkçü dükkânına. Daha birçok kereler gitmeyi, kalmayı umarak… (14-Nisan-2014/Sivas)
|