Ütü kokulu ev Fatma Pekşen Sayı:
83 - Ocak / Mart 2015
Alnının üst tarafına dökülmüş olan kırçıl saç, sert bir sallanışla çevrildi öte yana. Kirli değildi bu perçem. Yağlı ya da sigara kokulu hiç değildi. Temiz, her sabah paklanıyormuş havası vardı üstelik. Hafif bir losyon kokusu bile burna çarpar gibiydi.
–Sen, dedi. Her şeyin sebebisin.
Şükür kurtulmuştu ilk cümle. Tam üç saattir buradaydılar ve ilk defa ağzını açmıştı adam.
Beriki, etrafındaki koruma ordusunu yarıp çantasını kaçıran yankesiciyi, burnunun dibine kadar sokulmayı başaran ünlü olma sevdalısı insanları gördüğü için fazla kaale almamıştı ilk saatlerde.
Hattâ diğer kanalın gözdesi olan esmer güzelinin reytinginin kendinden önde gittiğini işiteli beri böylesi bir fırsatı kolluyor, eskimeye başlayan şöhretini yeniden kazanmanın yolunu arıyordu. Medya ordusunun kulağına gidecek olursa –ki çoktan gitmiştir– ününe ün katılacaktı.
Neredeyse küçük makyaj çantasını çıkaracak, rujunu tazeleyecekti. Ertesi günün magazin haberlerinin başköşesine konuk olacağının bilinciyle, keyifle yaslandı arkasına.
Bu akşamüstü Beyoğlu’nun en ünlü modacısının kapısından çıkışta, tam son model arabasına bineceği sırada bir bey kendisini durdurmuş, “beş dakikanı rica ediyorum” demiş, sonra da kendi arabasına buyur edip, sürmüş ha sürmüştü.
Şile’ye kadar nereye gittiğini biliyordu kadın. Ama ondan sonrasını kestirememişti. Nerelere sapmışlar, nerelerden geçmişler, gidecekleri yer bir yerleşim yeri miydi, değil miydi bilemiyordu. Bir de akşamın karanlığı eklenince hepten unutmuştu zamanı mekânı.
Ne görüşeceklerdi; beş dakikalık görüşme için buralara mı gelmek gerekliydi kestiremiyordu ünlü televizyon programcısı kadın. İlk kelime üç saatin sonunda çıkmıştı işte. Gerisi de gelirdi nasıl olsa.
Kır saçlı, ifadesiz ama yakışıklı yüzlü adama merakla baktı misafir konumunda olan. Kötü niyetliye benzemiyordu. Sarhoşa, para meraklısına ise hiç! Para talebinde bulunacak olsa, ıssız bir yerde arabayı durdurup çantasını boşaltmasını isterdi. Gerçi, çantasında fazla bir meblağ yoktu, yanında para taşımayı sevmiyordu. İki kolundaki, parmaklarındaki, kulaklarındaki bile yüklü bir yekûn tutardı ya, neyse.
Yarıya kadar çam ağacından lambriyle, üstü taş ile dizayn edilmiş olan geniş salona bilmem kaçıncı kez göz attı sarışın kadın. Köşede mat gözleriyle bakan kocaman bir geyik kafası ile yerde, ocağın önünde serili olan post, av meraklısı bir ev sahibiyle bir arada olduğunu gösteriyordu.
Üstü beyaz örtülerle muhafaza altına alınmış koltuklar, kaç aydır orada olduğu belli olmayan, zamanı geçmiş gazeteler, masadaki bir bardak içinde unutulup kalmış, kuru kırçiçekleri, bardağın dibinde sırt üstü yatan ölü bir kelebek, öylesine sessiz bir bekleyişin içindeydiler.
Yere doğru değil de tavana doğru açmış zambaklara benzeyen beyaz avizelerin hepsi birden yanıyordu. Yani dörder taneden sekiz beyaz ampul. Aydınlık, apaydınlık bir akşam... Bir o kadar da sessiz, ıssız. Hışırtı bile yok.
Kır saçlı adam “her şeyin sebebi sensin” demişti birkaç dakika önce. Neydi acaba bu sebep olduğu mesele? Sorup öğrense bir şeyler bozulacak, bir şeyler yok olacaktı sanki. Tılsım dağılıp uçacaktı elinin altından.
Rakip kanalların program yapımcılarından birisi dese... Hayır, değildi. Hırsı olurdu en azından. Hem de ortak dil konuştukları dünyanın bütün elemanlarını bilirdi.
Konuşacaktı nasıl olsa. O zaman öğrenebilecekti niçin her şeyin sebebi olduğunu. Sanatçısından, reklamcısına, ışıkçısından, sesçisine kadar dünya kadar adam vardı çevresinde. Sebebini şimdi kestiremese de birinden birine, bilmeden bir zararı dokunmuş olabilirdi. Hani onların bir yakını olarak, konuşmak, biraz ileri gidip hesap sorarak durumu aydınlığa kavuşturmak isteyebilirdi.
Kaprisli olmaya kaprisliydi, anlaşmalarda teklif edilen parayı kolay kolay kabul etmezdi. Bunu basın-yayın âleminde bilmeyen yoktu. En iyi markalar, en iyi malzemeler, en iyi elemanlar olmazsa adım atmazdı hiçbir işe.
Gittiği mekânlarda da hep el üstünde tutulur, yaşı kırka yaklaşmasına rağmen hâlâ çok güzel oluşuyla gurur duyardı. Şimdilerde kızıyla yaşadığı villasından arabasının markasına kadar magazin haberlerinin başrol güzellerinden olma özelliğini muhafaza ediyordu.
İyi de neydi bu kır saçlının beynini kurcalayan mesele? Neydi döküp de kurtulamadığı şey?..
Bodrum’un gözde yerlerinden birinde olan üç katlı kocaman yazlığına beş çeken bir döşemeyle süslü olan bu mekân, her kiminse gayet güzel yapılmıştı. Dekorasyonuna bayağı emek sarfedilmişti; bir o kadar da para.
Leopar desenli siyah kabanını omzuna doğru iyice çekip, yakasını kavuşturup tekrar adama baktı misafir durumunda olan. Adam, üşüdüğünü anlamış olacaktı ki rahat hareketlerle kalkıp bir dolap açtı. Bir elektrik sobası çıkarıp misafire doğru yönelterek fişini prize taktı.
Beliren üç sıra halindeki kırmızı renk, mekâna hoş bir sıcaklık yaymaya başladı. Kadın, kırmızı ojeli uzun parmaklarını ısıya doğru uzattı eski zaman mangallarına uzatırcasına.
Tıpkı dedesi gibi… Dedesi önce ellerini ısıtır, sonra da mangalın kenarında asılı duran maşayı alır, mangalı eşeleyip ortasından bir köz alıp sigarasını ateşlerdi. Daha doğrusu, kendi elleriyle sardığı tütününü… Bir iki kuvvetli nefesle ortalığı koyu bir dumana garkederdi. Kurşuni, helezonik dalgalar çıkaran dumana...
Adam, gözlerini kadına dikmiş, öylece bakıyordu. Ellerini ısıtmasını, birbirine sürtüşünü, yakasını çekiştirmesini, dizlerini dikip sırtını kamburlaştırıp öne doğru eğilmesini, her bir hareketini takip ediyordu.
Kadın, şıkırtılı bir sesle bileğine baktı. Vakit, akşamı geçmiş geceye doğru ilerliyordu. Konuşsaydı artık şu adam, derdi her neyse dökseydi de, kurtulsalardı bu dağ başlarından! Hem, beş dakikalık konuşma için gerek var mıydı bunca yolu tepmeye? Çok önemli bir şeyse bir pastaneye girip de halledebilirlerdi.
–Merak ediyorsun değil mi seni buraya niye getirdiğimi?
Hah şunu bileydin! Sarışın çehre, sakin ama “evet” der gibi hafifçe salladı alnına dökülen bukleleri.
–Sen sebep oldun her şeye.
“Neye?” demeden, soran gözlerle karşısındakine baktı kadın. Neye sebep olmuştu farkına varmadan, bir türlü kestiremiyordu.
–İyice bak bana.
Zaten geldi geleli, daha doğrusu modacının kapısından beri bunu yapıyordu. Bakıyordu ama kendisiyle alâkalı en ufak bir ilgi kuramıyordu.
–Tanımıyorsun tabii. Canını yaktığın adamı tanımazsın elbette.
Göz önünde olan bir kadındı; hayli güzeldi. Fakirinden zenginine herkesle bir şekilde diyalogu olmuştu ama kimsenin de yuvasını yıkmamıştı şimdiye kadar. Nasıl tanımadığı birinin canını yakardı ki? Tiyatro eğitimi almış, televizyonlarda marka haline gelen programlara imza atmış birisi olarak, aşk meşk dedikodularına da yüz vermemişti pek.
Sakın bu adam sevdalı olmasındı kendisine?
Yok canım, hiç de öyle bir kılığı yoktu. Sıradan, hattâ efendice birisine benziyordu. Öyle bir şey olsa gençliğinde çıkardı ortaya. Şu saate kadar durmazdı ki...
Kadın bileğindeki saate bir kere daha göz attı. Ümran merak etmeye başlamıştır bile. Gece hayatı olmadığı gibi eve fazla geç kalmazdı. Kalacak olsa bile haber gönderirdi mutlaka. Şimdi Fadik hanım da evine gitmiştir. Can yoldaşı olacak bir ses bile bulunmazken...
Ne yapsa acaba? Telefon etse haber verse iyi olur ama neyi haber verecekti ki? Gidişatı bilmiyordu henüz. Kızı işkillendirmenin de bir âlemi yoktu.
–Anlayamadım. Nasıl canınızı yakmış olabilirim ki?
“Anlamazsın, anlamazdan gelirsin” der gibi çakmak çakmak bakışlarla sallandı dağınık perçem. Hayır! Bu tavırda aşkın en ufak izi yoktu. Alttan alta nefret bile vardı denilebilir.
Kendinin bile ummadığı bir cesaretle devam etti kadın:
–İşimden eve, evimden işime gidiyorum beyefendi. Sizi de ilk defa görüyorum.
–Görünüşte öyle. İyi düşünün bakalım.
–Siz ilk defa görüyorum dedim ya!...
Kadın, “çattık belaya!” der gibisinden göz ucuyla süzdü adamı. Rakip televizyonların bir oyunu olmasın sakın bu! Ağız arama maksadıyla konuşturmak, şantaj yapmak filân gibi... Hani ilk başta “biraz merak konusu olur, gerilemeye başlayan ünüme ün katılır” diye düşünmüştü ama hesap istediği gibi tutmayabilirdi.
–Siz Suzan hanımın ekibinden misiniz acaba? Eğer rayting yüzündense...
Adam, “hayır, onunla ilgili değil” gibisinden başını iki yana salladı. Öyleyse neydi mesele?
–Eee? Ne o zaman? Tanımadığımı söyledim ya. Eğer bilmeden bir zararım dokundu ise özür dilerim. Hem şimdi kızım merak etmeye başlamıştır onunla görüşmem...
–Zararım dokundu ise. ZARARIM DOKUNDU İSE! ZA-RA-RIM DO-KUN-DU İ-SE ha! Bu kadar basit mi?
Sesin yükselmesi kadını tedirgin etmeye başlamıştı. Ağır bir yükün altında eziliyordu bu meçhul adam; ve üstelik de kendisini suçlu kabul ediyordu tavırlarından ithamlarından anladığı kadarıyla.
Koltuğunda büzüldü. Hattâ dertop oldu farkına varmadan. Beden diliyle, bir çeşit kabuldü bu. Uzun parmaklarını birbirine geçirip konuşmasına devam etti gene de:
–Hani maddî bir şeyse, ödeyeyim.
–Zararım dokundu ise, ha! Neyi değiştirecek bu? Neyi geri döndürecek?
–Ama beyefendi inanın sıkıntınız her ne ise benim bir alakam yok. Gene de maddî yönden dardaysanız yardım edebilirim. Pek çok kişiye yardım ediyorum.
Son cümleyi sesini alçaltarak söylemişti misafir durumunda olan. Evin döşenişine bakılırsa hiç de maddî kaygı taşıyora benzemiyordu. Ama gene de, olur ya...
–Evime gitmek istiyorum beyefendi. Kızım şimdi meraktan ölmüştür.
–Kızın mı? KIZIN HA!
Kalın ses lambrilere, taş döşemeye, geyik boynuzuna çarpıp geri döndü. Yerdeki post usulcacık kıpırdadı sanki. Ürperdi belki de.
Eski kocalarından, yedi sene önce ayrıldığı –çiçeği burnunda mafya olan– Sefa bile bundan daha akıllı görünüyordu. Daha etraflıca düşünürdü kavgadan önce.
Sakın akli dengesi yitik birisi olmasındı bu? Göz göze gelmek istemediğinden, kaçamak bir bakışla adamı yeniden taradı sarışın kadın.
Hayır. Asla, deli bakışı yoktu. Gayet akıllıcaydı. Ama şimşek şimşek… Ama öc almak ister gibi.
–Evime gitmek istiyorum. Kızım... Kızım bensiz yapamaz. Lütfen beyefendi.
–Demek kızınız sizsiz yapamaz ha!
–Elbette. Anne babalar bilir bunu.
–Demek kızınız sizsiz yapamaz ha!
–E... evet öyle. Daha onsekizinde.
–Benimki de onbeşindeydi.
–!!??...
–Onbeşindeydi dedim!
–An... Anlayamadım.
–Gel öyleyse!
Kadının kolundan çekiştirerek, neredeyse sürüklercesine merdivenlere doğru iri adımlarla yürüdü adam. Omuzlarından kayıp merdivenlerin trabzanlarına takılan leopar desenli siyah kabanın da farkına varamadı kadın, neredeyse her basamağa bir tane düşen değerli tabloların da.
Uzun koridoru rüzgâr hızıyla aşan ev sahibi, bir odanın kapısının önüne gelip durdu. Pantolon cebinden bir zincirin ucunda asılı duran anahtarı çıkardı, kutsal bir emanetmiş gibi öptükten sonra, kilide takıp çevirdi.
Elektrikleri yakıp, kadını omzundan içeri itti.
Sarışın kadın, korku ile merakın harman olduğu duygu yoğunluğuna rağmen, “ömrümde gördüğüm en güzel genç odası” diye mırıldanmaktan kendini alamadı.
Beyaz ve uçuk pembenin hâkim renkleriyle döşenmiş geniş odada kütüphaneden bilgisayara, geniş aynalardan cibinliğe kadar her şey ince ince düşünülmüştü. Cibinliğin arka tarafındaki, başını yana düşürüp, gülerek poz veren sekiz-on yaşlarındaki çocuk, bahsedilen kız olmalıydı.
–Şafak bu işte! Şafak vakti doğan kızım bu!
–Allah bağışlasın. Çok güzelmiş.
–Güzeldi! Güzeldi Şafak’ım! Şafak vakti gibi pembeydi. Temizdi. Berraktı.
“Eeee? Şimdi ne oldu?” der gibi baktı kadın. Korkuyla gözlerini geri döndürdü sonra da. Adamınkiler delicesine bakıyordu şimdi. Kaşlarının üstüne düşen bir tutam kırçıl saç bu deli bakışları gizleyemiyordu.
–Senin yüzünden yok oldu Şafak’ım! Senin yüzünden gitti!
Kadın üstüne almadığı ama üzüldüğü bu duruma çare arar gibi yaklaştı yatağa doğru. Cibinliği aralayıp resme daha yakından bakmak niyetinde idi.
–Dokunma oraya! Senin oraya dokunmaya hakkın yok! Günah mı çıkarıyorsun?
Deli olmalıydı. Ne alâkası vardı kendisiyle. Kızının arkadaşı filân dese, değildi. İlk defa görüyordu. Birisiyle mi karıştırıyordu yoksa? Olur ya.
Bir kere arkadaş olduklarını eve getirirdi Ümran. Ünlü biriyle tanışmak isteyen kızların canı giderdi bu teklife. O şatafatlı villayı, şaşaalı hayatı yakından görmeyi isterlerdi. Röportaj için basından gelen birilerine rast gelirlerse, dillerini yutarak bir kenardan izlerlerdi olup biteni. Ama Şafak’ı hiç görmemişti şimdiye kadar. Hem bu kızla Ümran’ın aralarında üç yaş fark vardı. Arkadaş olmaları imkânsızdı.
–Beyefendi, bir sıkıntınız olmuş anlaşılan. Paylaşıyorum sizinle. Ama inanın benimle bir ilgisi yok bunun. Kızınızı da... Sizi de ilk defa görüyorum.
Yatağın yanındaki çekmeceden bir resim çıkararak kadının burnuna doğru uzattı adam.
–Ya bunu? Bunu da mı ilk defa görüyorsunuz?
–E, evet. Bunu da ilk defa görüyorum, diye kekeledi kadın.
İlk defa görüyordu ama fotoğraftaki kadın şaşılacak derecede kendisine benziyordu. Ümran’ı doğurduğu zamanların yaşında gibi idi. Aynı sarışınlık, aynı gülüş. Saçlarını tarayış biçimi bile o dönemdeki saçı gibiydi.
–Karınız mı?
–Karım-DI! Keskin gözleri ile fotoğrafa bir kez daha bakan adam, çerçeveyi karşı duvara çarparak cevap verdi:
–Senin yüzünden yitirdim onu da!
Çerçeve şangırtılı bir sesle yüzüstü kapaklandı.
Evet, vardı bir şeyler. İlgisi olmasa da müthiş bir konuşma ihtiyacı içindeydi karşısındaki. Hani iplik yumağı gibi açabilse... art arda getirebilse geçmişi. Belki de...
–Kaza mı?
-Evet. Kaza! Ayla hanım kazası!
Adının Ayla olduğunu bildiğine göre, kimseyle karıştırdığı filân yoktu.
Pencere tülünün ardından uçsuz bucaksız, ışıksız geceye doğru göz attı kadın. “Kızım” diye mırıldandı tekrar. “Merak eder şimdi. Daha onsekizinde”
–Şafak da onbeşindeydi.
Adamın sesi alçalmıştı biraz. Azıcık da hüzün bulaşmış gibiydi.
–Üzüldüm inanın. Eşinize de, kızınıza da üzüldüm. İkisine de Allah rahmet eylesin.
–Karım hayatta! Ona bir şey olmadı. Kızım. Kızım yok!
Adam iki üç adımla burnunun dibine kadar yaklaştı, soluğunu kadının yüzüne vura vura, dişlerinin arasından konuştu:
–Senin sayende yok oldu ikisi de.
–Şeey... Beyefendi üşüdüm burada. Eğer isterseniz, aşağıya inip konuşabiliriz bunları.
–Üşümek mi? Kızım da üşüyor toprakta. Isınmak, sığınmak için seçmişti yaşadığı hayatı.
–Anlamadım?
–Anlatayım öyleyse! Anlatayım!
Adam avının üstünde dönen bir şahin gibi etrafında dönüp duruyordu. Kadın, göz ucuyla kapıya bakarak arka arka gitmeye başladı.
–Dur! Bir adım daha atmaya kalkma!
Kadın olduğu yerde durdu. Yüreği kar altında kalmış serçe gibi pırpırlanıyordu. Çantası ile telefonu da aşağıda kalmıştı. İmdat isteğine teşebbüs etmeyi aklından bile geçirmedi.
Duvara sırtını yaslayıp duran kadının burnunun dibine sokuldu adam tekrardan.
–Hani hatırlıyor musun, “Ayla Hanım ve Özgürlük” programını?
Olumlu mânâda başını salladı kadın.
Nasıl hatırlamazdı ki? Kariyerinin basamaklarını tırmandığı en iyi programlarından birisiydi o. Stüdyo dolup dolup taşardı. Seviyeli, güncel konulardan bahsedilen, önemli kişilerin ağırlandığı, daha sonra meşhur sanatçılar listesine giren kaç kişinin de ünlü olduğu bir programdı.
–İşte bizi mahveden, karımı da benden soğutan senin bu programın oldu!
–Ama nasıl olur? Ben kimseye...
–Sen özgürlük yolları öğretiyordun camdan! “Eskimiş fikirlerinizi atın! Yenilerini devreye sokun. Ayaklarınızın üstünde durmayı öğrenin” falan filân.
–Eee? Ne var bunda?
–Karım da sizin tavsiyelerinize uydu işte! “Ayla Hanım yapıyorsa ben de yaparım!” diye program yapmanın bile hayallerini kurmaya başladı.
Sorup sormamak arasında gidip geldi kadın. Becerebilmiş miydi acaba?
Yavaş yavaş anlaşılıyordu mesele. “Her şeyin sebebi sensin” deyişinde haklılık payı vardı demek ki.
–Yapsaydı istediğini. Çalışmak ayıp mı? Özgürlük ayıp mı?
–Ayıp mı değil mi sen daha iyi bilirsin! Senin yüzünden kavgalarımız başladı. Karım kızımı benden kopararak ayrıldı! Anlıyor musun? Daha üç yaşındaydı Şafak’ım.
–Ben de ayrıldım. Ne var bunda? Binlerce çift ayrılıyor! Seninki de lâf mı yani?
–Ayrılmamızdaki sebeplerden biri de sensin zaten. O dönemde sen de kızının babasından ayrılmıştın. Kızımın annesi model aldı seni!
Kadın sarı, uzun saçlarını eliyle toplarken dudağını büktü. Ayrılacaktı elbette. Yürümeyen bir evliliği zorla yürütmenin ne anlamı vardı ki?
–Kızımı gül gibi büyüttüm ben! Ne kimseye imrendi ne babasız kaldı. İstediği zaman gördü babasını. Ne var bunda? Kendi huzursuzluğunuzu benim üstüme yıkmaya kalkmayın sakın!
–Huzursuzluğumu mu? Karım seni model alana kadar mutluyduk biz! Sıcak bir yuvamız vardı!
–Ben mi ayırdım sizi? Hem herkes ayrılıyor eşinden! Böyle de mutluyuz biz kızımla.
–Ama bizimki öyle olmadı Ayla Hanım!
“Ayla Hanım” diye ilk defa hitap ediyordu ev sahibi adam. İrkilir gibi oldu kadın. Ta yıllar ötesinde kalan meseleleri, hiç ummadığı bir zaman diliminde tekrar yaşayacağı, kırk yıl kalsa aklına gelmezdi.
–Kendi ayakları üstünde durmaya yeltenen karım, bütün işleri eline yüzüne bulaştırdı. O hırsla da kızımı benden gizlemeye çalıştı! (Adamın sesi boğuklaşmaya başlamıştı) Ona kızıp ben de bütün varımla yoğumla çalışmaya başladım! Onsekizine gelince kızım benimle kalacaktı artık. Burayı... Ve daha nice yeri kızım için yaptırdım! Gecemi gündüzüme kattım!
–Evet, çok güzel bir yer olmuş.
–Ama ikimizin arasında bocalayan kızım... Doğduğu gibi, bir şafak vakti uçup gitti. Kaydı aramızdan. Yokoldu! Gitti Şafak’ım. Üç aydır yok.
Adam kapı eşiğine doğru çömeldi. Yüzü bakır kırmızısı bir hal almıştı.
–Bedeni uyuşturucu yüklüydü bir parkta bulunduğunda. Kişisel hırslarımız arasında ikimiz de farketmemiştik onu. İhtiyaçlarını karşılamıştık belki ama istediği sınırsız sevgiyi verememiştik. Aile sıcaklığını esirgemiştik ondan.
Mekânın soğukluğu ile duydukları, kadında şok etkisi yapmıştı. Diz üstü adamın karşısına çöktü o da. “Üzüldüm. İnanın çok üzüldüm” diye mırıldandı korkulu bir sesle. Diğeri kendi kendisiyle konuşur gibiydi.
–Ütü kokardı evimiz ben işten geldiğimde. Karımın ojeli parmak uçları görünürdü kapıyı ilk açtığında. Siyah terliklerinin ucundan parmaklarını kelebek gibi oynatışına bayılırdım. Şafak, koşup gelirdi yanıma. Sarılırdı bana. Yıllardır sarılan olmadı bana... Üç yılı kalmıştı kızımın. Evime, bana gelecekti. Hep... Sarılacaktık. Ayrılmayacaktık.
Kadın korka sıkıla adamın yanına biraz daha yaklaştı. Elini karşısındakinin omzuna attı. Bakışlarındaki şimşeklik yiter gibi olmuştu. Rahatlama durumuna geçer gibiydi.
–Bugün... Ameliyat olan bir arkadaşımın evine gittim... Evdeki ütü kokusu beni çıldırttı. Makara hızla geriye doğru sarıldı. Makaranın başlangıç noktasında senin görüntün vardı. Geri çıktım evden. Deliler gibi araba kullanırken senin modaevinden çıktığını, arabaya doğru gittiğini gördüm...
Akıma kapılmışçasına titriyordu. Gözlerini bir noktaya dikmişti, kışa girmiş son güz yaprağı gibiydi.
Kadın biraz daha yaklaştı. Diğer elini de adamın omzuna koydu. Şefkate, dostane okşayışa ihtiyacı olan adam, ağlamaklı bir sesle, soluk soluğa devam etti:
Şafak’ı toprağa koyduklarında hiç ağlamadım. Onun yanında olmadığıma, onun büyüyüşünü görmediğime kahırlandım. Onbeşinde bir kız nasıl olur da o kadar uyuşturucuyu kaldırırdı? O küçücük beden nasıl baş edebilirdi onca zehirle? Şafak’ın bana gelmesine üç yıl kalmıştı. Sadece üç yıl... Beraber hazırlanacaktık üniversiteye... Kitaplar alacaktım ona. Dershane kapısına her gün ben bırakacaktım. Beraber çalışacaktık. O bana öğretecekti bilmediklerimi.
Kadın, adamın saçlarını, evladının saçını okşayan bir anne gibi okşadı. Hakikaten üzülmüştü. İçinden “zavallı adam” diye geçirdi. Ümran’ı böyle bir sonla düşünmeyi hayal bile edemiyordu. Aman Allah’ım! Düşüncesi bile ne kadar korkunçtu!
–Niye gittin kızım?.. Niye gittin ŞAFAK?.. NİYE GELMEDİN ODANA? Burayı senin için döşetmiştim. Seninle gidecektik dershaneye. Seninle toplayacaktık papatyaları...
Artık hıçkırıyordu adam. Yüzünü göstermeye utanmadan, omuzları sarsılıyor, bağıran sesi odayı dolanıyordu.
Kadın arkasını kapıya vermiş, hüzünlü gözlerle acı dolu adamın duruşuna bakıyor, kahırlı sözlerini dinliyordu. Sanki zaman durmuş, farklı bir gezegende iki insan bir araya gelmişlerdi.
–Al şunu, diye ayaklarının dibine bir tomar anahtar fırlatan adama irkilerek baktı kadın. Biçarenin sadece gözleri değil, alnına düşen perçemi bile ıslaktı.
–Ümran’ı daha fazla bekletme... Benim arabamla git. Evinin yanındaki otoparka bırakırsın.
Anahtarı alıp almamakla tereddüt eden kadın ayağa kalkıp koridora doğru yönelirken, “inan çok üzüldüm beyefendi” dedi tekrar. “Keşke hiç yaşanmasaydı bunlar”
Çamuru kurumamış, ıslak bir heykel gibi olduğu yerde oturan adam son söylenene tınmazken, Şafak’ın fotoğrafı başını bir yanına doğru eğmiş, kadına gülümsüyordu.
|