Cancanik görsün seni Fatma Pekşen Sayı:
84 - Nisan / Haziran 2015
Sen bakma benim böyle nefes nefese kaldığıma. İki gecedir uyumadığımdandır civanım. Hele şu yarı bir çıkayım da gör o zaman ananı. Nasıl da seğirtecek Kırksöğütler’e doğru. Nasıl da taban vuracak kütür kütür. Şunun şurasında iki saatlik yol değil mi hepi topu? Taş taşımıyoruz ya.
İki saat nedir ki civanım? Sen doğduğunda iki gün sancı çekmiştim ben. Büyükanamdan yadigâr kalan tülücenin, gözlerini yeni açmış ceylan parlaklığındaki tüylerini yolmuştum içimin acısından. Kaynatamın odamıza serdirttiği halı yastıkları tırnaklamıştım da, başodadaki büyükler duymasın diye ıh etmemiştim.
“Dişini sık, sabreyle; asker babasına tosun gibi bir oğlan doğur da, hep beraber seda verelim” diyen ebe Şimşir Ana’nın sözüne uymuş, yumruklarımı ağzıma gömmüştüm. Morardıysam da karardıysam da, ölüp ölüp dirildiysem de, babanın asker ocağında oluşuna halel getirtmemiştim. İki günüm iki aya denk gelmişti de gıkımı çıkarmamıştım kapı ardında bekleyen kaynanama edepsizlik olmasın diye.
Ikınıp sıkınmasına bakma ananın. İki saattir seni sırtında taşıdığından değildir bu hal. Kestirme olsun diye, yeni ekilmiş tarlaların kenarından çorapsız tırmanmasındandır. Alıçların dibinde soluklandığında, soğuktan titreyen alacakargaya üzüldüğündendir. “Ne eder bu soğukta, ne yedirip içirir el kadar yavrularına?” diye içlenişindendir.
Erken kar atmış dağların beyazlığı seni korkutmasın civanım. Büyük şehirliler gibi yılgınlığa düşürmesin hemen. Kar dediğin berekettir. Tarlalara örtünen yorgandır. Harmandır, hasattır, sevdadır. Kına tepsisinde yoğrulan yeşilliktir. Yâr ile vuslattır. Senin gibi tosunun muştusudur.
Oy anam! Yüreğimin ağzıma gelişi, Delidağ’ın yamaçlarından rüzgârın önü sıra yuvarlanıp gelen kevenlerin dizlerime batışı değildir. Tarak yüzü görmemiş deli kızın saçları gibi salkım saçak yelelerini karşımda apansız sallayarak kişneyen yılkıların şaşkınlığıdır. Belki onlar da bizim gibi cancaniklerini bekliyorlardır. Belki onlar da çağalarını karınlarında saklıyorlardır kem gözlerden uzak dursun, öz babaları gürbüz görsün diye.
Bak tosunum; aha şu taşlı yolun kıvrımını da bitirdikten sonra yolun hasına çıkacağız. Dümdüz yürüyeceğiz kara asfaltın üstünde. Kıvrılmadan, bükülmeden, iki büklüm olmadan… İçi adamla dolu otobüslerin geçtiği, koca tekerli motorların yük taşıdığı yolu kuş gibi bitireceğiz. Kırlangıçlar nasıl kanat vuruyorsa, kartallar nasıl süzülüyorsa öyle.
Hem yol dediğin nedir ki? Yürünmek için değil midir? Dağa yukarı da vursa, çay içinden de geçse, bayır aşağı da gitse, yürünmek içindir. Kenarlarından katırtırnağı toplamak, ebemgömeci yolmak, gülfatmaları dermektir; cancaniğin boğazı ağrıdığında lapasını pişirip sarmak için...
Gelin alayları götürülmez mi köyden köye, zurnalarla zılgıtlarla? Adaklık davarlar salınmaz mı bu yollarda kuyruklarını çarpa çarpa? Yeni bir mevta omuzlanmaz mı eskilerle yoldaş olsun, uzun uzun uyusun diye?
Sen bakma benim arada bir tökezlediğime. Ayaklarım diridir merak etme. Ne ellerimin buz kesmesindendir bu sendeleyiş, ne de kaç gecedir cancanik gelecek diye heyecanlanışımdandır. Bunca çarpıntım ya baban seni beğenmezse, “tosunuma iyi bakamamışsın, onu zayıf bırakmışsın” derse endişesindendir. Onca aydan sonra küsüp yüzüme bakmazsa, aha şu kasım gazelleri gibi yerlere savrulurum düşüncesindendir.
Hele bir varalım istasyona. Hele bir trenden insin cancanik. Hele bir göstereyim seni ona. Hele bir kabarsın aslan oğlunu görünce... Anan nasıl da dirilecek işte gör o zaman. Yel yepelek uçacak yollarda. Babanın asker kokan bavulunu bile sırtlayacak. Gözlerine fer, dizlerine derman gelecek.
“Kasımın ortalarında bitiyor” demişti kaynatam tarla ortağıyla konuşurken. “Kışı dinlenerek geçirsin de, bahara yeni eve çıkarırız onu.”
Kasımın ortalarında terhis oluyor cancanik. Eve geliyor, seni görüyor, seni seviyor, büyükleri olmadığında parmak uçlarından öpüyor. Kıyamıyor mıncıklamaya. Kıyamıyor bağrına basmaya. Ürke korka tutuyor. Bilemiyor da ne yapacağını. Oyuncak mı, küçük bir adam mı karşısındaki, bilemiyor. Dili tutuluyor emeklemeye başlayan halini görünce.
Şaşırır mı ola cancanik seni böyle görünce? “Buncağız ne zaman doğdu da ne zaman büyüdü? Bahar başında dağıtım iznine geldiğimde, daha anası göğ erikleri dişliyordu. Daha karnı belli bile değildi. Benim onun babası olduğumu nasıl bilecek şimdi bu oğlancık?” der mi ola? Sonra da kendi şaşkınlığına güler mi?
Hele dur civanım, hele bir dinleyelim hele! Tren düdüğünün sesi mi geliyor dağlara çarpa çarpa! Yok yok; o akşam rüzgârının ıslığıdır. Hani dün geri dönerken de duymuştuk ya. Ürkmüştük ya alıçları ahlatları geçip kulağımıza ulaşınca. İşte onun aynısından.
Geç mi kaldık dersin tosunum? Oyalanmış mıyızdır yollarda? Başıboş atlara, dağlardan kopup gelmiş kevenlere dalıp unutmuş muyuzdur cancaniğin geleceğini?
Geç kalmamışızdır değil mi? Geç kalmamışızdır elbette.
Dünkü trenin son yolcusu inene kadar nasıl da baktıydık değil mi? Önceki günde de geldiydik kuş gibi. İnşallah yolcumuz bugün gelir de, ananın uykuları yarım kaldığı yerden bitişir.
Yarın kasımın kaçı olur acep? Yarısı mı olur civanım, yarısını geçmiş mi? Hani dedenin dediği gün bugün müdür? “Kasım ortalarında. Dağlara kar atarken…”
Dağlara kar atalı kaç gün oldu bak! Börtü böcekler yuvalarına sineli nice oldu. Hele trenden insin babamız. Hele görsün seni cancanik. Biz de kendi yuvamıza sineceğiz. Biz de kaybolacağız tandırımızın başında.
Oy anam… Tren ne zaman gelmiş ki? Yetişemedik mi yoksa babana? Gelenler iniyorlar bak. Birer birer boşalıyor odalar. Herkes bir tarafa dağılıyor.
Gel civanım sırtımdan, gel otur kucağıma. Cancanik kucağımda görsün seni. Kucağımda görsün ilk defa. Kucağımda sevsin.
Niye kollarını dolamıyorsun ki boynuma? Uykunun zamanı mı tosunum? Niye morardı ellerin? Yanacıkların niye morardı böyle? Hele cancanik görsün seni. Hele eve varalım, sonra uyursun dilediğince. Gözünü aç tosunum! Bak baban bize doğru yürüyor. Aç gözünü civanım. Aç gözünü! Aç! Aç!
|