Kardelen'i DergiKapinda.com sitesinden satın alabilirsiniz.        Ali Erdal'ın yeni kitabı TÜRK KİMLİĞİ çıktı        Kardelen Twitter'da...        Kardelen 32 Yaşında!..       
    Yorum Ekle     2287 kez okundu.     Henüz yorum bırakılmadı.     Yazara Mesaj

Düvencinin oğlu
Vural Gündüz

  Sayı: 85 - Temmuz / Eylül 2015

Sabah saatlerinin insanı sarhoş edici serinliğinde azığını dolduran köylüler; bağının, bahçesinin, tarlasını yolunu tutarlardı. Güneşin tam tepeye çıktığı, kavurucu sıcağın insanın tepesini deldiği o vakitlerden, güneş sönene kadar dur durak bilmeden yapılan çalışmaların tümü, kışı rahat geçirebilmek içindi.  Beli iki büklüm olmuş kocamışlar, kundaktaki bebeğini sırtına sarmış kınalı ellerinde çapası, bıçkısı taze gelinler ve diğerleri ekmeğinin peşinde…

Baba oğul harman yerine geldiler. Tahtadan yapılma kızağa benzeyen, üzerinde rahat durabilmek için düz olan ve altında çakmak taşlarının olduğu düvenin ön kısmını iki öküze bir çırpıda bağladı, babası.

Küçük bir tepe gibi yığılmış buğday,  düvenin önüne seriliyor,  ekinin üzerinde dolaşan düven, taneleri birbirinden bir çırpıda ayırıyordu. Küçük çocuk, babasını hayran hayran gözünü kırpmadan izliyordu. Babası düvenin üzerine almak istedi, korktu. Üzerinden düşüp düvenin sivri taşları altında kalacağını düşündü. Cesaretini topladı. Babası düvenle yanında yavaşladığı bir anda, düvenin üzerine atladı. Babasının kuşağına sıkıca sarıldı. Babası öküzleri kırbaçlarken babasına daha sıkı yapışıyor, gözlerini kapatıyordu. Düven harman yerini dört dönüyordu. Başı döndü, babası daha fazla dayanamayacağını anlayıp, öküzlerin yavaşladığı bir anda oğlunu indirdi. Düvenden başı dönmüş bir halde inen çocuk babasını tekrar izlemeye koyuldu.

Buğdayı başaktan ayıran ekin sahibi, düvenciyi daha da gayretlendirmek için ‘Bu işin pirisin!’ diyordu. Belli ki güler yüzle söylenen bu söz iyi bir şeydi. Babası ile gurur duyuyordu. Gözlerini ayırmadan, sıcağın altında ne kadar izlediğinin farkına bile varmadı. Buğdayın tanelerini incitmeden birbirinden ayırıyordu. Babasının bir heykel gibi düvenin üzerinde durmasına hâlâ akıl erdiremiyordu. Öküzlerin bağlandığı koşumları ara sıra çekmese babasının donup kaldığını zannedecekti. Saatlerdir düvenin üzerinden inmemiş, ekinin sahibi ‘Düvencioğlu yeter, bir soluklan!’ diye ısrar etmese taneleri çıkarmaya hâlâ devam edecekti.

Babasının düvenden inip yanına geldiğinde, ter içinde kaldığını gördü. Ağacın gölgesinde yatan testiyi babasına getirdi. Bu hareketi babasını sevindirdi, başını okşayıp yanağına bir öpücük kondurdu. Babası onu ilk defa harman yerinde düven sürerken getirmişti. O da bu gün niye ona Düvencilerin oğlan’ dediklerini anlamıştı. O gün hem bunu anladığı için hem de babasının ‘düvenci’ lakabını nasıl da hak ettiğini gözleri ile şahit olmuştu. O gün kararını verdi, babası gibi düvenci olacak ekinleri tanelerinden ayıracaktı.

Akşam olana kadar babası düvenin üzerinde içten dışa, dıştan içe doğru döndü durdu. Kendi tarlalarındaki iş bittikten sonra bu işi yapıyordu. Saatlerce düvenin üzerinde dönüp durmak kolay bir iş değildi. Düveni süremeyecek kadar yaşlılar ve canı tatlı olanlar parasını verir, düvenciye bu işi yaptırırlardı. Düven sürme işi, gün geçtikçe gözden düşüyordu. Komşu köylere düven sürmeye bile gidiyordu, önceleri. Ama köylere birer, ikişer traktör, biçerdöver, patoz makinesi girmeye başlamıştı.

Babası yaz aylarında kendi tarlalarındaki işleri ile düven sürme işi bittikten sonra şehre iner orada ne iş bulursa yapardı. Yine sonbahar gelmiş ve babası bu sene de şehre çalışmaya gidecekti. Tarladan gelen mahsulün ve düvencilikten kazandığı para, kışı geçirmelerine ucu ucuna yetiyordu. Düvenci şehre gittikten sonra bazen ay, bazen ayları geçkin kalıyordu. Babasının şehre çıkacağı günün sabahında o da yataktan fırladı. Baba senden bana küçük bir düven yaptırmanı istiyorum, düveni sürer, kazandığım parayı sana veririm, sen de bir daha şehre çalışmaya gitmezsin, dedi. Annesinin gözü yaşardı, babası acı bir gülümsemeyle “Bah heleee!” deyip oğlunu kollarından kavrayıp havaya kaldırdı, sıkıca göğsüne bastırdı. Oğlum küçük düven olmaz, dedi. Babasına “Olur niye olmasın, ben de düvenimi tek öküze bağlarım.” dedi. Babası oğlunun bu ısrarına dayanamamış 'Tamam oğlum.’ demişti. Bu sözden sonra babasının etrafında kirmen gibi çığlık çığlığa, oldu, bu iş oldu!’ diye avazı çıktığı kadar bağırıyordu.

Babası şehre gideli neredeyse iki ayı geçmişti. Havalar soğumaya başlamış ilk kar yağışı beklenir olmuştu. Gözü yollarda kalmıştı, annesine, dedesine, ninesine sürekli babasının ne zaman geleceğini soruyordu. Babası bir gelse küçük düvenini bir getirse… Arkadaşları ile oyun oynarken bile yazın babasının düven sürmesini öykünüyordu. Öküzleri onun gibi düvene bağlıyor, deri kayışlara onun gibi asılıyor, etrafında dönüp duruyordu.

Sabah kalktığında, gece sabaha kadar her yer beyaza bürünmüştü. Gece sabaha kadar gizlice yağmıştı besbelli. Penceredeki pusu, elleri ile güzelce sildi. Bahçede tek başına duran dut ağacının kupkuru dallarının üstünde, tutam tutam bir çizgi gibi duran kar taneleri duruyordu. Bir an önce giyinip dışarı fırlamak istedi, buna annesi engel oldu. ‘Bir şey yemeden çıkartmam!’ sözü içindeki coşkuyu kıramadı.

Babasının geçen yıl getirdiği, o zamanlar ninesinin yün çorabından üst üste iki tane giymesine rağmen bol gelen; ama şimdilerde ayağına tam oturan potinini ayağına geçirdi. Köydeki çocuklar içinde bir tek onda vardı. Bundan gururlanıyordu. Gocuğunu, atkısını giydi. Elindeki yufka dürümü ile fırtına gibi evin dışında buldu kendini. Evin toprak damındaki saçaklarına dizilen serçeleri gördü. Serçe kuşları korkmadılar, ürkmediler. Toprak karla kaplanınca evlerin daha yakınlarında yiyecek ararlardı. Elinde kalan dürümü kuşlarla paylaşma zamanıydı. Kar, serçelerin de hayatını değiştiriyordu.

Diğer çocuklar da birer ikişer dışarı çıkıyorlardı. Bağırıp çağırıyorlar, karın içinde güreşiyorlar, kartopu savaşı yapıyorlardı. Kimsenin eve gitmek gibi bir niyeti yoktu. Birçoğunun üzerinde kışa uygun elbise yoktu. Çocukların, kışlık yazlık elbise gibi bir ayrım akıllarına gelmiyordu. Hava kararıncaya kadar oynamalarına rağmen kardan ve birbirlerinden ayrılmak istemiyorlardı. Ama hava soğumaya ve kurşun kadar ağırlaşmaya başlamıştı. Ellerini ve ayaklarını hissetmiyorlardı, yüzleri kulakları kıpkırmızı olmuştu. Birer ikişer ayrılmaya evlerinin yolunu tutmaya başladılar.

Eve geldiğinde annesi onu kapıda karşıladı. Gel bakalım düvencinin oğlu, dedi. Mahcup, kafası eğik, soğuktan kızaran yüzü daha bir yanmaya başladı. Eve girer girmez annesi bir taraftan söyleniyor bir taraftan da oğlunu üzerindekileri ocağın ateşinden faydalanarak çıkarmaya çalışıyordu. Hastalanacaksın yatak döşek yatacaksın, baban da bu yaptıklarını duyunca kızacak, göreceksin diyordu, annesi. Kaynanası, gelin söylenme artık demesi ile rahat bir nefes alan çocuk, arsızlığı eline almayı ihmal etmedi. Karda arkadaşları ile yaptıklarını ballandıra ballandıra anlatmaya başlamıştı. Renkli anların, zevkli hatıraları…

Sabah bir inleme ile uyandı. Oğlunun yüzündeki terleri görünce elini alnına koydu. Kızgın bir koru tutmuş gibi elini birden geri çekti. Kaynanası da yatağından kalmış gelinini göremeyince odasına gelmişti. İki kadın çocuğun başında konuşmadan bir süre birbirine baktılar. Kaynanası çocuğun üzerindekileri çıkarmaya çabalıyordu. Gelin de yardımcı oldu. Geline bir koşu komşuya git, sirke varsa al gel, dedi. Çocuğun sırtına sirke sürüp, alnına ıslak bez koydular. İkisi de şaşkındı. Bu karda kıyamette nasıl şehre gideceklerdi. Yola çıkmak daha tehlikeliydi. Allah göstermesin ya bir şey olursa babasına ne diyeceklerdi. İki gün geçmesine rağmen ateş düşmüyor, çocuk sürekli sayıklıyordu. Baba düven, baba düven… Ara sıra gözlerini kısa süreliğine açıp kapıyordu. Anne de nine de ne yapacaklarını şaşırdılar. Evin tek çocuğu babasının gözünün nuru. Bir ara umudu öylesine kestiler ki dede içeride de Kur’ân okumaya başlamıştı.

Çocuk üçüncü gün biraz kendine gelmeye başlamış, ateşi düşmeye sayıklamaları azalmaya başlamıştı. Az biraz tarhana çorbası bile içmişti. Akşam evin kapısı hızlı hızlı vurulmaya başladı.  Kocasının geldiğini anlayan kadın ok gibi çocuğunun yanından kalkıp kapıyı açtı. Kocasının şehirden geldiğinde duyduğu heyecan, sevinç mutluluk bu sefer yoktu. Bir şeylerin kötü gittiğini anlamıştı. Elindeki düvene benzer tahta kızakla içeri girdi. Anne ve babasının elini hızlaca öpüp karısını izledi. Kimsenin ağzından bir çift kelime çıkmıyordu.

Odaya girdiğinde gaz lambasının kör ışığında oğlunu ve alnındaki bezi gördü. Oğlunun yanına dizlerinin üzerinde çöküp kaldı.

Çocuk gözlerini açtı. Baba, düven…  Baba, düven… Deyip gözlerini tekrar kapatıp, derin bir uykuya daldı.

Sabah erkenden uyandı. Annesi yorgunluktan yanında uyuya kalmıştı. Annesini uyandırıp rüyasını anlatmaya başladı. Annesi oğlunu dinliyor, bir taraftan da gözyaşlarına engel olamıyordu. İçeriden seslerin geldiğini duyan baba, elindeki tahta kızakla içeri girince çocuk hastalığını unutmuş, yorganı üzerinden attığı gibi ayağa fırladı:

Baba, düven… Baba, düven… 


Bu yazıya yorum ekleyin

Adınız
E-posta Adresiniz
Yorumunuz
 

CAPTCHA


Resimdeki rakamları bu alana yazınız


Eklenen Yorumlar


Henız yorum bırakılmadı...
 
Çamurdan kale... - Sayı 97
Boya sandığı... - Sayı 96
Öğretmenin anı defterinde... - Sayı 91
Türk milleti darbeyi ezmi... - Sayı 90
Tüm Yazıları

ASKIDA ABONELİK: Siz de "askıda abonelik kampanyası"na destek olmak ister misiniz?

Gelecek sayının konusu (123):
"Mülteci" meselesine bakış...

Son Eklenen Yorumlardan
 Eline, canına, yüreğine sağlık olsun hocam. Allah razı olsun Bu güzel için teşekkürler.... osman eroğlu

 Şiirin bestesini firdevs altındaş yaptı ve kendisi okuyor. Sevgiler...... Dilara

 Çok teşekkür ederim Amin hepimize🤲🤲... Ayşenur

 Çok beğendim.Buna benzer yazılar çokça işlenmeli.... mahir

 mükemmel anlatım; af etmiş olsan da gönül kırıklığı çok acı veriyor. buna öneriniz , makaleniz olur ... dr. Elvira


Kalem, İlahi Kelam’ın yazılmasına ve yayılmasına, yani insanın iki dünyasının da saadetle olmasına vasıta oluyor.
Kalem, insanın iki dünyasını da mahveden bâtıl fikirlerin yazılmasına ve yayılmasına alet edilebiliyor…
Kalemle kazığın şekil olarak birbirine benzemesini bir inceliğe işaret olarak göremez misiniz?
Kardelen: Sayı 3, Aralık 1993
Yalnız ve başıboş değiliz
İranın neye ihtiyacı var?
Tevhid yoksa huzur da yok
Kaleme yemin
Öz musikimizin piri: Mustafa Itrî Efendi
Ah
Eşek ve deve


Ali Erdal - İranın neye ihtiyacı...
Kadir Bayrak - Fars irfanı var mıdı...
Necip Fazıl Kısakürek - Devletleşen şiilik
Ekrem Yılmaz - Bizden gibi görünen
Ekrem Yılmaz - Al beni
Dergi Editörü - Kaleme yemin
Site Editörü - Tevhid yoksa huzur d...
Necdet Uçak - Ömür
Kardelen Dergisi - Kardelenden Haberler
M. Nihat Malkoç - Öz musikimizin piri:...
M. Nihat Malkoç - Filistin için ne yap...
Hızır İrfan Önder - Dermansız dertlere s...
Nihat Kaçoğlu - Serçelerin sesi
Mehmet Balcı - Almanya
Ahmet Çelebi - Bilemem
İktibas - İşte Budur Humeynî D...
Muhsin Hamdi Alkış - Fars palavrası
Kubilay Ertekin - Eşek ve deve
Halis Arlıoğlu - Gülerek günah işleye...
Erdem Özçelik - Geçmişten Geleceğe
Remzi Kokargül - Çoban çeşmesi
Murat Yaramaz - Çapraz sorgu
Gözlemci - Olayların düşündürdü...
Mahmut Topbaşlı - Sırt döndüğüm şiirle...
Mevlüt Yavuz - Umutsuz
Cemal Karsavan - Aşk uyanır sabaha
Bekir Oğuzbaşaran - Âhir zaman ümmetiyiz
Yaşar Akyay - Yalnız ve başıboş de...
Yaşar Akyay - Hayatın Kaynağından ...
Yaşar Erim - Camiler boşaldı
Cahit Can - Türk farkı
İbrahim Durmaz - Yunusca
 
 
23 Mart 2005 tarihinden beri
 Ziyaretçi Sayısı Toplam : 14638855
 Bugün : 1431
 Tekil Ziyaretçi Sayısı Toplam : 632673
 Bugün : 115
 Tekil Ziyaretçi Sayısı (dün) Toplam : 87
 122. Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 2
 Önceki Sayıya Bırakılan Yorum Sayısı Toplam : 5
Son Güncelleme: 13 Eylül 2024
Künye | Abonelik | İletişim