Küheylânın bestesi Remzi Kokargül Sayı:
85 - Temmuz / Eylül 2015
Fırat nehrinin kuzey yamaçlarında; kar fırtınalarının birinin bitip, birinin başladığı bir dağ var. Adını çok duyduğum ve en sevdiğim dağ. Aradım, didik didik etmiştim bütün haritayı. Mavilerde yüzmüş, yeşillerde koşmuş, kahverengilerde yürümüştüm. Büyük bir kısmı kahverengiye boyanmıştı.
Yaz sıcaklarında kendimizi kollarına bıraktığımız, koynunda tatlı düşler gördüğümüz…
Gönüllere huzur salan manzarası, rengârenk tepeleri, baygın korulukları, çağıltılarla akıp giden çayları dalga dalga köpürür ve yıldızlarla selâmlaşırdı… Güneşten gelen ışık dalgalarını bir ninni gibi algılar ve beşik gibi sallanırdı...
Mevsim yine, kış gibi kıştı. Her yer bembeyaz karla kaplı hava çok soğuk. Dağın başında bulutlar dizili salkım salkım, kar bulutları ipil ipil çiselemeye başladı. Ah! O karlar, o müthiş fırtınalar neydi öyle. Üzerinden esen hırçın rüzgârlardan kendisine dökülmüş soğuklarla buza tutulmuştu. Çıldırmış soğuk rüzgârlar dağın yüzünde patlar, üzerindeki beyaz elbisesini şişirir ışıl ışıl parlıyordu onca sisin, dumanın içinde. Bu tablo, günbatımı, hattâ gecenin çökmesi gibi bir durumdu. Gümüş kuşlar, altın üveyikler birden kayboldu. Bir çöl sessizliği, bir sahra yakıcılığı, bir Tih kavuruculuğu her tarafı sardı ve kuruttu.
Çok geçmeden bir gürültü koptu. Her yer sarsılıyordu. Aman Allah’ım neler oluyordu. Penceremden izledim beyaz bir küheylân; Martı gibi yükseldi yükseldi kondu dağa, Öyle bir küheylân ki şahlanışında yer gök inledi. Yeleleri al aldı. Rengi kızıl şafakları hatırlatıyordu. Parlaktı bedeni; tıpkı bir üveyik gibi koşmuyordu âdetâ uçuyordu. Dağın başı bir anne eliyle okşanmış kızgın bir çocuğun sükûnetine kavuşmuştu. Uğultunun sakinleşmeye başlamasıyla birden sahne değişti ve ışığa kapanmış siyah bulutlar gökten çekilir oldu. Güneş sanki bütün göklerin, bütün bir yeryüzünün sıcaklığı ve sevgisiyle dağa odaklanmıştı.
Küheylân, dağda mıydı, havada mıydı; yıldızlarda mı, yoksa yerde miydi, belli değildi.
Sanki bulutların da ötesinden geliyordu. Yeleleri rüzgârla dalgalanıp, nasıl da sakin sakin süzülüyordu. Ne kadar da ince saf ve güzeldi. Yıldızlar dökülüyordu gökyüzünden. Sanki pamuktan daha beyazdı. Yok yok! İnan onlardan bile daha güzeldi.
Benim sevgili küheylânım Rabbim seni ne de güzel övmüş böyle. Ah bir bilsen...
“Harıl harıl koşanlara, (nallarıyla) çakarak kıvılcım saçanlara, (ansızın) sabah baskını yapanlara, orada tozu dumana katanlara orada bir topluluğun tâ ortasına girenlere and olsun”... (Âdiyat 1-2-3-4-5)
Artık her yerden bahar çiçekleri tebessüm etmeye durmuştu. Her köşe bucakta tamburlar, sazlar diriliş sedasını yaymaya başladı her yöne. Sazı vuran iyi vurmuş, akort edip kuran iyi kurmuş... İnlemiş dört bir bucak bu nağmeden... Ve Küheylân bestesi çağıl çağıl çağlamış dünyanın dört bir yönünden... Kor gibi dağ nedense şimdi daha da kırmızılaştı. Fakat bu kızarmış bir gül ve şafak rengiydi. Şimdi alevden yeleleri havada kıvılcımlar saçarak savrulan bu simge varlık bulutlara değen başıyla bir ümit âbidesi gibi ruhlara coşkunluk veriyordu.
Milletimiz tarih boyunca ata bir kutsal varlık gözüyle bakmıştır. Efsane ve destanlarımızda at, gökten inmiş kanatlı bir varlık olarak tasvir edilmiş, çoğu kez yaptıkları bakımından kahramanla eşdeğerde görülmüştür. Bu duygu ve düşünce ortaklığı Y. Kemal’in mısralarına şöyle yansır:
Bir gün doludizgin boşanan atlarımızla
Yerden yedi kat arşa kanatlandık o hızla
Bugün cennette gülleri açmış görürüz de
Hâlâ o kızıl hatıra titrer gözümüzde.
Derler ki. Herkesin harcı değildir onunla dostluğa girmek. Dostluğundan emin olmadığı, huyunu suyunu bilmediği birine yüz vermez o; fakat tanıdı, sevdi mi insanı, inandı mı dostluğuna, yüz metreden, halleşmeye can atar. Adı ne olursa olsun, boylusu boslusu, alımlısı; bastıbacağı, çelimsizi, hepsinin sevilecek bir yanı, kulak verilecek bir öyküsü vardır.
|