Portakal Serpil Tuncer Sayı:
85 - Temmuz / Eylül 2015
Canı portakal istiyordu. Öyle böyle değildi yüreğine düşmüş bu istek. Çatlamış dudaklarını kandırıcısına, dağların eteklerinde biriken masmavi bir denizin ışık görmeyen dibindeki yosunlu sulara karışırcasına portakal istiyordu. Portakalın güneşe benzeyen parlak turuncusunu düşündükçe delireceğini düşünüyor, tıpkı gece açığa çıkan yıldızlar gibi gözleri pırıl pırıl yanıyordu.
Kar, suçlu bir çocuk gibi dışarıda sessiz sedasız yağarken onun canı sadece portakal yemek istiyordu. İri bir portakalı kesmek ve mayhoş tadını olabildiğince çabuk tatmayı arzuluyordu. Üzerine örtündüğü yorganın kenarına işlenen çiçek desenlerini bile portakala benzetmişti. Hattâ duvarda asılı duran heybenin içinde dahi portakal olabileceğini hayal ediyordu. Obur biri sayılmazdı ve yemek için yaşayanlardan da değildi. Neydi böylesine canını saran, dişlerini kamaştıran? Neydi?
Yeni doğmuş yavrusunu kucağına alamadan mezara gömmüşken, kefenine daha toprak değmemişken nasıl da portakal diye sayıklayabiliyordu? İnsanlıktan nasiplenemediğini düşünüp üzüldü ama içinde korkunç bir yangı başlamış, alev olup yüreğine yayılmıştı. İçindeki alev gittikçe büyüyor, vücudunun her tarafını sarıyordu. Yoksa aşermesi bitmemiş miydi? Doğum yapalı üç gün olmuştu. Bu durum lohusalıktan olsa gerekti yoksa yavrusunun cenaze günü canı onu bunu yemek isteyen bencil biri olamazdı ya. Yattığı yer yatağında aklından geçen türlü kötü düşüncelere teslim olmuştu. Hattâ bir ara hayvanın yavrusuna gösterdiği şefkatin yarısını bile yavrusuna gösteremediğini düşündü. Olamamıştı. Evet. Bir hayvana bahşedilen analık içgüdüsüyle bile donatılamamıştı.
Kar dışarıyı dolduruyorken, gecenin karanlığına beyazı bulaştırıyorken o sadece “portakal” diyordu. Yatağında dönüp durdukça içini kemiren bu ekşimsi tadı unutmaya çalışıyor, sobada yanan odunların çıtırtısına kendini bırakıyordu. Belki bu sayede dikkatini başka bir tarafa verebilir beynine bıçak gibi saplanan portakal yeme isteğinden kendini kurtarabilirdi.
Son üç günde yaşadıklarını film şeridi gibi gözlerinin önünden geçirdiğinde dehşete kapılıyor, kalbi hızlanıyor, boğazı düğümleniyordu. Her şey bir yana o sesler… O seslere ne demeliydi öyle. Evine gelmesine rağmen kulağında hastaneden kalma sesler halen yankılanıyordu. Özellikle yeni doğan servisinden yükselen bebek sesleri beyninde yer etmişti. Bütün gece ağlayan bebekleri hemşireler annelerine getirirken, onun bebeği yanına hiç gelmemişti. Doğduğu gibi doktorlar bebeği alıp anneden uzaklaştırmışlar ve bir daha da hiç göstermemişlerdi. Elleri, kolları olmayan, üstelik kalbi sakat doğan bebeğinin yaşaması için bütün doktorlar uğraşmışlardı ama olmamıştı işte. Olmamıştı. Bebeğinin sağlık problemleri yüzünden onu hiç emzirememiş, ak sütünden bir damla bebeğine verememişti.
Ona çok acı veren bir durum daha vardı ki; o da aynı koğuşu paylaştığı diğer kadın hastanın bebeğini severken göz ucuyla kendisine baktığını hissetmesi olmuştu. Hattâ koridorda gezinen bazı kadınlar aralarında fısıldaşıyorlar, bebeği yanına gelmediğinden içten içe haline acıyorlardı.
Hastanenin soğuk koridorunu, yastıklara, çarşaflara sinmiş narkoz kokusunu, sağa sola dökülen ve kana benzeyen batikonun rengini, pamukları, sargı bezlerini hatırladıkça içi ürperiyor, her yanı saran bebek ağlamaları ve onların üzerlerine melek gibi titreyen annelerinden bir türlü kendini çekip çıkaramıyordu.
Acı içinde yanıyordu. Belki de yüreğini saran ateş bu ateş olmalıydı. Söndürmek için mi portakal istiyordu? Uyumaya çalıştı. Loğusa terleri saçlarından boşalırken evine giren Azrail’in gölgesi sanki içeride dolanıyor, her yerde kayıp yavrusunu görüyordu.
Azıcık sızar gibi oldu. Hemen ayılıverecek bir uykuya bırakmıştı kendini, artık uyanık kalmaya direnecek gücü kalmamıştı. Bitkindi. Yine bebek sesleri beyninde yükselmeye başladı. Bu seslere tahammül edemedi. İrkildi. Uyanıp kendine geldiğinde pencere kenarındaki sedirin üzerinde uyumakta olan kocasına seslendi;
“Saat kaç Hasan?”
Hasan gözlerini aralamıştı. Ne kalkacak ne de karısının ayak işlerini yapacak hali vardı. Bütün gün hastane işleri ile uğraşmış, karısını eve getirmiş, mahalle camisine gidip anasını emmeyen, dünya suyundan bir yudum içmek nasip olmadan ahrete göçen yavrusunun mezarını kazmış, kimselerin katılmadığı sessiz bir cenaze töreninin sonrasında bebeği soğuk toprağın kar kokan bağrına bırakıp eve gelmişti. Sanki bu işi defalarca yapmış gibi, metanetini korumuş, karısının yanında ne bebekten ne de mezarından bahsetmişti. Sonra sobayı gürleyip, Hacer’in yatağını serip loğusa kadını yatağına yatırmıştı. Üzerine hiç de alışkın olmadığı bir ağırlık çökmüş ve eski sedirin üzerinde mayışıp kalmıştı. Pencerenin pervaz boşluğundan gelen rüzgar sırtına vurmuş olmalı ki sırtı tutulmuştu. Soba gürül gürül yanıyordu. Hacer’e uzun ve anlamsız gözlerler baktı. Sonra da kolundaki saate…
“Dokuz” dedi. “Tam dokuz “
“Ah!” Bilsen canım ne kadar da portakal çekti. Ah bir bilsen! İçim yanıyor benim!”
“Portakal mı?”
“He portakal”
Hasan sinirlenmişti. Bebeğini toprağa yeni vermiş bir kadının ne hakla canı onu bunu ister diye düşündü. Nasıl bir mide vardı bu kadında?
“Eee ne yapalım yani?”
“Cebinde paran varsa ne olur bana portakal al! Üç kilo, beş kilo! Alabildiğin kadar al!”
Hasan durdu. İçinden bir şeyler mırıldandı. Hacer darılmasın diye kelimeleri ağzından çıkaramadı. Elini pantolonunun cebini attı. Metelik yoktu. Sonra diğer cebine de el gezdirdi. Nafileydi cebin içine yapılan bu hassas dokunuşlar, nafile! Öyle ya, bugün sıradan bir gün müydü? Hastane, köydekilere haber vermek için postane, sonra cenaze… Taksi parası, cenaze arabasının parası, Hacer’in ilâçları… Her şey bir tarafa parasızlık da çekilebilirdi, keşke sağlam doğabilseydi bebe. Ah! Bir yaşasaydı, şuracıktaki beşiğinde mışıl mışıl yatsaydı, eve kokusu sinseydi, biberonları ortalığa dökülseydi, gaz sancıları içinde tepinseydi koyar mıydı hiç parasızlık?
“Yok! “dedi “Yok! Beş param kalmadı. Yat uyu. Bu saatte nereden bulurum borç para verecek adamı?”
Hacer, umutsuzca başını tekrar yastığa koydu. Azıcık içi geçmişti ki karnını bir sancı aldı. Dikişleri sızlıyor, bir ateşin ortasında kalmışçasına bütün derisi yanıyordu. Kasıklarına inen basınç midesini bulandırmıştı. Başı döndü. Zayıf bedeni geceliğinin içinde titriyordu. Doğum yapalı üç gün olmuştu ama çektiği acı hiç azalmıyor, sancısı her geçen gün artarak katlanıyordu. İnliyordu Hacer. Acıyordu. Yanıyordu. Yastık sanki portakal kokuyordu. Her yerden portakal kokusu geliyordu.
Tekrar sedire uzandı Hasan, lâkin Hacer’in iniltisini duydukça içini bir daraltı aldı. Bebekten sonra kadın da mı? “Tövbe tövbe! “dedi içinden. Kısmet mi topluyordu Hacer? Ölüyor muydu kadını? Tevekkeli çocuğu ölmüş hangi ana portakal diye sayıklardı ki? Gerçi doktorlar Hacer’in durumu için “iyi” demişlerdi ama… Kocaman bir “ama” Hasan’ın tam midesinin üzerine oturup kalmıştı. İçi rahat etmedi. Hasan’a uzandığı sedir, taş olmuştu. Kalktı. Pencereden dışarıya baktı. Kar yağıyor, kuru dallar beyaz pamukçuklara bürünüyordu. Zifiri karanlık sokağa çökmüş, bacalardan yükselen dumanlar azalmıştı. Mahallenin manavını tanıyordu. Köyden şehre göçeli üç ay olmuştu ama manavdan birkaç kere Hacer’e meyve almıştı. Manav, daimi müşterisi olduğunu hatırlarsa, portakalı borç verebilirdi. Hacer’e portakal alacak, parasını sonra verecekti. Öyle ya; üç beş kilo portakalı deftere yazmayacak esnaf, esnaf olmasındı. Kararını vermişti, yüzünü eğecek ama portakalı Hacer’e getirecekti.
Hasan artık ayaktaydı. Yer yatağında yatan Hacer’in önünden geçtiğinde gölgesi yatağın beyaz çarşaflarına düşmüştü. Kapının yanında duran askıdan ceketini aldı. Ayakkabılarını çıkarıp kapıya koydu. Ayakkabılarını giydiğinde içi su ile dolmuştu. Ürperdi. Soğuk bir demire tutunmuş gibi ayakları bir anda uyuştu. Ah! Bu yokluk dedikleri insana altı delik ayakkabı da giydiriyordu. Kapıyı kapatıp sokağa çıkmıştı ki, aklına bugün gömdüğü bebesi geldi. Kolsuz, ayaksız bedeni, bir avuç uzunluğuna gelen kefene nasıl da sığmıştı? Acep üşümez miydi karın altında? Donmaz mıydı dudakları, minik gözleri? “Akraba evliliğinden” demişti doktor. İşte o zaman Hacer’i sevdiğine seveceğine lanet etmişti. O çok sevdiği karısından şu üç gün içerisinde nefret etmişti. Ona olan aşkı mezara gömdüğü bebeği gibi yitip gitmişti yüreğinden.
Ama sevmişti işte. Gönül her zaman ota konmazdı ya. Hasan’ın gönlü de amcakızı Hacer’e konmuştu. Ah! Keşke yatsaydı bebeği yatağında. Nur topu gibi doğsaydı da Hacer’e değil portakal, neler almazdı neler. “Bir de portakal istiyor. Sağ salim doğsaydı şu bebe, gör bak, dayamaz mıydım kocaman koyun budunu kapıya, götürmez miydim top top leblebileri, fıstıkları, içirmez miydim buzlu loğusa şerbetlerini? Tıkmaz mıydım ağzına kutu kutu gofretleri, lokumları?” diye söyleniyordu. Yürüyor, yürüdükçe adımları hızlanıyor manavın olduğu sokakla mesafesini azaltıyordu.
Hak etmemişti karısı böyle naz etmeyi ama kadının hali de korkutmuştu onu. “Gençsiniz” demişti doktor. Tıp ilerlemişti hem. Başından beri takip edilebilecek bir gebelikle pekâlâ yeniden baba olabilirdi.
İşte manavın olduğu sokağa gelmişti. Kar olanca hızıyla yağıyor, rüzgâr yerdeki birikintileri kaldırıp sokak lambasına doğru üfürüyordu. Kapatmıştı işte! Yüz eğeceği, adamlığını iki paralık edip borç portakal isteyeceği manav kepenklerini kapatıp gitmişti. Yine de bir umutla içeriye baktı. Kasalarca elma, portakal ve daha nice meyve-sebze içerideki buzun kıskancında beklemekteydi. Ümitsiz ellerini cebine sokup evin yolunu tuttu. Yürüdüğünde sadece kendi ayak sesini duyduğu sessizlikte sokak lambalarının altından kuş gibi süzüldü. Omuzlarına inen suçluluk duygusu altında ezilmişti. Biraz daha fazla maaş alabilseydi. Azıcık daha... Çalışmazdı o zaman Hacer. Gündeliğe gitmezdi. O kapı senin bu kapı benim gezmezdi. Evinin hanımı olurdu. Bütün gün çalıştığı ekmek fırınından yetebilecek kadar parayı nasiplenseydi her şey daha kolay olabilirdi ama bu büyük şehirde ekmek aslanın ağzındaydı. Islanmış ayakkabıların içinde çorapları ayaklarına neredeyse sakız gibi yapışmış “cuk cuk” diye sesler çıkartmaya başlamıştı. Anahtarını açıp küçük gecekondusuna geri döndü.
Hasan, çoraplarını çıkarıp sobanın borularına iliştirilmiş demire astığında Hacer’in içini bir sevinç aldı. Harareti sönecek, yüreğindeki bu yangın bitecek geriye külleri kalacaktı. Hasan’ın ellerine baktı. Bomboştu.
Hacer, eli boş dönen kocasına bir daha “portakal” diyemedi. Anlamıştı adamın portakal alamadığını. Cebinde parası olsaydı eğer. Olsaydı kâğıt kâğıt tomarları… Portakal almaz mıydı? Sadece portakal mı? Yavuklusu, inci tanesi bu köhne yer yatağında yatarken ağzından çıkacak her emri yerine getirmez miydi?
Sedirde bıraktığı sıcaklığı halen duruyordu. Hasan tekrar sedire uzandı. Pencereden gökyüzüne bakıyor, inen karların yağışını izliyordu. Karanlık gökyüzünde yıldızlar seçilemiyor, soğuk ve koyu bir lacivert bütün şehrin üzerine iniyordu. Hasan boşlukta asılı kalmış gibiydi. Tutunacak dalı yoktu. Hacer’le de konuşmak istemiyordu. Zaman her şeyin ilâcı değil miydi? Zamanla yarası sarılacak, Hacer’le mutlu yuvası yeniden tütmeye devam edecekti. Sonra soğuk aklına geldi. Bitmeyen soğuk ve yavrusunu koyduğu toprak… Nasılda bebeğin başı düşmüş, kollarının arasından sanki bir an evvel toprağa yatmak istercesine kendini boşluğa bırakmıştı. O muydu bu kadar ölmeye istekli olan yoksa Hasan mıydı ölü bebeğinden bir an evvel kurtulmak isteyen? Kim kimi bırakmıştı hâlâ anlamamıştı. En kötüsü de soğuk… Soğuk, acaba ölmüş olanı defalarca öldürebilir miydi? Yoksa acı çekmiyor muydu bebeği? Kuş olup cennete çoktan gitmişti. Emindi, emin. O, acıdan, soğuktan ve sıcaktan münezzehti artık. İçinden kopan bir şeyler duyuyordu Hasan. Midesinden geçen ılık su karnına iniyor tüm bedenini uyuşturuyordu.
Derken kapı çaldı. Bu saatte kim olabilirdi? Hasan kapıyı açtı. Mahalle komşularından Selime idi gelen. Elinde ki paketlerle Hacer’e geçmiş olsuna gelmişti. Hacer yatağından doğrultu. Dikişleri yatağından kalkmasına izin vermiyordu. Canının derdine düşen Hacer, komşu kadının gelmesiyle ayılmıştı.
Selime, sobanın yanındaki mindere oturdu. Hacer’le bir süre sohbet etti. Lâkin Hacer, bebeğini hiç ağzına almıyordu. Acıyor, sızlıyor, kar yağıyor diyordu da bebeğinden bahsetmiyordu.
Selime ayağa kalktı. Mutfaktan yayvan tabakla bir bıçak getirdi. Tekrar yer minderine çöktü. Yanında getirdiği poşetin ağzını açtı. Çil çil altın gibi portakallar poşette kesilip yenmeyi bekliyordu. Selime tam portakalı kesmişti ki Hacer’den kızılca kıyamet koptu. Öyle ki sesi bütün mahalleyi kaplamıştı. Delirmiş gibi dövünmeye, kendini yerden yere atmaya başladı. Sonunda çözülmüştü Hacer. Saçını başını yoluyor bir taraftan da“Yavrummm!” diyordu. “Bebemmm! Nasıl yatacaksın o soğuk topraklarda?”
|