Sorma Fatma Pekşen Sayı:
88 - Nisan / Haziran 2016
Sorma oğul, bana sorma. Hiçbir şey sorma. Ne küçüğünü sor, ne de büyüğünü…
Gözlerimin yaşını da öyle; hangisinden kime ne döktüğümü ne ben anlatabilirim, ne de sen anlayabilirsin.
Buraların kaderidir bu oğul. Üç beş ayda bir figan kopar. Her ocaktan birine köz düşer. Kimisi bareti bağrına basar inler, kimisi karaya bulanmış mintanı sarmalar, kimisi de bir ayakkabı tekine yumulur. Ya kocakarılar oğulsuz kalır, ya genç gelinler kocasız.
Gelmeye gelmez de, bir gün alınacak olan bisikletin hayalini tamamen ötelere hapseder minnacık oğlanlar. Sarılı kırmızılı boncuk kolyeler getirecek babayı düşlemez olur ürkek bakışlı kızlar.
Alınlarına yeni kırışıklıklar eklenir aksakalların. Bastonuna abanarak giden nine, sebze tarlası niyetine açar evlât tarlasının kapısını. Sıra sıra dizilir buranın gençleri. Sıra sıra. Omuz omuza, koyun koyuna.
Hani deselerdi ki bir gün gözlerinden kanlı yaşlar dökeceksin; inanırdım inanırdım da…
Böylesine inanamazdım belki de.
Bilmiyorum ki üzüm teveğini mi yokluyordum bu seneki ürün nasıl olacak diye, yoksa incirlere mi bakıyordum? Zeytin dallarını kıran rüzgâr mı çıkmıştı, çiçek vakti tozu dumana katan fırtına mı? Bilmiyorum ki felâketi hangi şom ağızlı ünleyivermişti patates pişen, tarhana kaynayan ocaklara doğru olanca gücüyle?
Bilmiyorum ki hangi meyve daha evvel erişmişti. Hangi diller bir daha konuşmamak üzere tutulmuştu. Mevsimi, ayı, saati unuttum oğul.
19 Mayıs bayramında bayrak tutacak olan torunumun beli o zaman mı benimkine dönmüştü acep? Hani anam derdi ki ben daha el kadar bebecikken, “hırsız gelir, yüze çıkanları alıp götürür, geri kalanı gene sana kalır. Ama yangın çıktı mıydı bir evde, her şeyini yakar yıkar, külden başka bir şey bırakmaz elinde”
O yangın mıydı ola anamın dediği? Essahtan da onun dediği gibiydi. Bir yangındı ki bu, ne itfaiyecilerin gücü yeterdi yüreklerimizin közünü söndürmeye, ne de o kol kalınlığındaki hortumların…
Yayan yapıldak koştuk ocaklara. Kimisi bebesini bağrına bastı, kimisi bastonuna tutundu, kimisi de uçan kuştan, yüzen kurbağadan, sürünen yılandan haber bekledi.
Dediler ki, “Kurtulacaklar. Ekiplerimiz çalışıyor”
Kurtulacaklar, ekipler çalışıyor.
Ekipler hep çalışır zaten. Küçüğümün ekibi de çalışırdı, büyüğümün ekibi de. Birisi kara dünyaya delikler açardı, diğeri o kara dünyaya ışıklar bağlardı. Hangi canlı çalışmaz ki oğul? Allah onları çalışsın çabalasın diye yaratmış! Çalışsınlar da evlerine helâl rızıklar götürsünler diye. Karıncalar da durmaz, arılar da, cırcırböcekleri de. Toprağın üstü ayrı çalışır, altı ayrı.
Anasının eteğini tutarak gelen minnacıkların karınları acıktı beklerken, aksakalların dizinin bağı çözüldü dikilirken, kocakarıların kamburları çıktı dudakları kıpırdarken. İçerdekilerin çıkmasını beklerken, dışarıdaki yaşıtlarının bileklerinin damarları mor mor oldu. Saçlarının ilk akları düştü bir gecede.
Geceler kolay geçer mi oğul? Geçer mi? Hudut kapısında nöbet tutan askerinki geçer, doğum sancısı çeken tazeninki geçer de, bizim gecemiz geçmez. O bin bir gece masallarındaki ejderhaya benzeyen ocağın koca ağzına atacak olan şafak sökmez bir türlü. Gece bitmez. Saatler saatlere, günler günlere ulanır da bekleyişin ardı arkası gelmez.
Kızıyla erkeğiyle sürüyle genç doluşur meydana; karnı sırtına yapışmış bekleyenlere çevrilir kameralar, “neler hissediyorsun teyze?” der. Neler hissedilir ki oğul? Hangi yangın dillendirilir? Hangi ocağın közünü küllemeye yeter bu cam gözler?
Devlet büyüklerimizin mesajları yayınlanır televizyonlardan. Memleketin ta nerelerindeki benim gibi beli bükükler ahlanır vahlanır, ellerini duaya kaldırır da, derdimizin bir gıdımını anlarlar mı, bilemem?
Bulaşık yıkarken gözü televizyondaki bu habere takılır, içini bir acı kaplar ama çay içmeye, içeri odaya geçtiğinde unutuverir yurdun ücra köşesindeki Ayşe Hanım. Maç arasında memleket kurtarıp, dünyayı nizama koyan Metin Beyler, Ahmet Beyler de daha ikinci yarı başlarken unutur ocak ağzında bekleyenlerin görüntülerini. Üniversite hazırlığında olanların yanına hiç yanaşmaz zaten bu gibi sıkıntılı haberler. Hiç bilmezler bizim dünyanın ahvalini.
Minibüsler yanaşır, taksiler kalkar; kararan yeni geceyle birlikte yeni karaltılar doluşur bekleyenlerin arasına. Gölgeler görünmez olur. Ay hüzünle dolanır tepemizde, utanç duyup bulutlarına arasına gizlenir arada bir.
Gün geceye kavuşurken, gece sabaha yol alırken ekipler hep çalışır. Kuşluk vaktinde, ikindi üzerinde de çalışır.
Herkes çalışır. Umudunu diri tutmaya çalışan anne de, gözünü ocağa dikip bekleyen gelin de, okuldan buraya dar düşen oğul da... Kimisi aklına gelen kötü düşünceleri iteklemeye çalışır, kimisi sülaledeki aynı akıbeti paylaşan kaçıncı oğlun bu olduğunu hesaplamaya çalışır.
Morg görevlileri de, cenaze taşıyan araçlar da, kefen biçen makaslar da çalışır. Kara bedenler, ak kefenlere sarılırken ağarmaya çalışır. Öyle bir kararmadır ki bu diller kifayetsiz kalır.
Sorma oğul sorma. Hiçbir şey sorma. Mahkeme olacak, acılar bitecek dediler. Acı biter mi hiç? Hangi filozof acı bitirme makinesini icad etmiş, bilen var mı?
Aha şu tahta sıralara kaçıncı dizilişimiz bilmiyorum. Benim gibi beli büküklerin de kaçıncı dizilişi hesap edemedim. Herkesin yüreğinin közü birbirine benzer. Ama benimki bir tek bana benzer.
Şu tahta sıranın iki yanındaki iki gelinim oğul. İkisinin de yüzüne bakamam. İkisine de söyleyecek söz bulamam. İkisini de teselli edemem. İkisinin de canından can gitti. Birinin kocası yerin yedi kat altında can verdi, birininki çalışma sistemindeki arızadan suçlu bulunup karanlık zindana tıkıldı. İkisinin de geri geleceği yok. Hangisine yanacağımı hesap edemem gayri.
Tükendi oğul, ikiye bölünmüş yüreğim tükendi; dayanamıyor gayri. Birisine “Allah rahmet eylesin, mekânı cennet olsun, bizlere şefaatçi olsun” diye dua ederken, diğerine de “ben gözümü yummadan, acaba oğlum mahpus damından çıkabilecek mi?” der oldum…
Gelinlerim de birbirinden kaçırıyor bakışlarını. Olanların sebebi kendi kocasıymış gibi sıkıntıda, mahpusta olanın karısı. Ne eltisinin yüzüne bakabiliyor, ne komşularının, ne de “babam ne zaman çıkıp eve gelecek?” diyen çocuğunun.
Herkesin yüreği kebap oldu da benimki bir başka oldu oğul. Dünya gözüyle ikisine de sarılamayacağım gayri. Bayram sabahlarında elimi öptüremeyeceğim. Kandil akşamlarında lokma döküp yediremeyeceğim.
Sorma oğul sorma. Hiçbir şey Soma bana…
Yaşlı bir teyzem, “Anne hadi tarlaya gidelim” diye babasının mezarlığına giden Somalı yetimi anlatırken gözyaşlarını tutamadı...
Bugün Soma'nın yıl dönümü... 301 şehidimize en azından 1 Fatiha okuyup dua edelim...
Soma'yı unutma, unutturma!
Soma Maden Faciası, 13 Mayıs 2014 (Bir gazeteden alıntı)
|