“İmam-ı Kastalanî’den Seçme ve Süzmeler” Kürsü Kainatın Efendisi Sayı:
89 - Temmuz / Eylül 2016
(Önceki sayının devamı)
Nerede bir hasta olsa ziyarete giderler, nerede bir cenaze olsa hazır olurlardı.
Temiz zevceleriyle ülfetleri kemâl halindeydi. Ayrı yatmazlar, zevceleriyle birlikte yatarlardı. Bu sünnet şekli erkeğin, zevcesiyle bir yatakta yatmasının faziletini gösterir.
İmam-ı Buharî rivayetince; Habeşiler gelip Mescit önünde oyunlar gösterdikleri zaman Hazret-i Ayişe’ye seyrettirmişlerdi. Peygamber zevcesi, Allah’ın Resûlü’nün mübarek omuzlarına dayanıp oradan seyretmişti.
Hadîs âlimlerinin rivayetleri şöyledir:
“Bir gün Allah’ın Resulü gördüler ki, Habeşiler gelmiş kapının önünde def çalıyorlar. Küçük çocuklar da etraflarını almış, seyretmekte… Kâinatın Fahri, Hazret-i Ayişe’yi çağırıp dışarı seyretmesini istediler…
Hazret-i Ayişe: “Ben de vardım, elimi Allah’ın Resûlü’nün omuzu üstüne koydum ve seyretmeye başladım. Kâinatın Fahri, “Ayişe, seyre doymadın mı?” dedikçe ben “hayır, daha daha!..” diyordum. Oyunlar tamamlanana kadar seyretmeme müsaade buyurdular.”
Yakınlarından ve hususi hizmetlerine bakanlarından Enes Bin Malik Hazretleri, bu bakımdan en çok Hadîs rivayet edenler arasındadır.
Anlatıyor:
“Bir gün Hazret-i Ayişe’nin evinde bulunuyorduk. Zevcelerden Ümm-ü Seleme’nin evinden bir tabak pişmiş et geldi…
Allah’ın Resûlü’nün önüne koydular. Bizi de yemeye davet ettiler. Kendileri mübarek ellerinden uzattılar. Biz de uzattık ve yemeye başladık. Hazret-i Ayişe o anda, ocakta yemek pişirmekteydi. Aceleyle yemeği pişirdi. Ümmü Seleme’den yemek geldiğini görmüştü. Kendi yemeğini yetiştirip ortaya koydu ve Ümmü Seleme’nin tabağını kaldırdı.
Allah’ın Resulü “Allah’ın ismiyle yiyin, anneniz kıskandı” dediler ve Ayişe’nin tabağını Ümmü Seleme’ye gönderdiler. “Tabak yerine tabak, yemek yerine yemek!” buyurdular.
Bu hikâyeden murat, Allah’ın Resûlü’nün, zevceleriyle muaşeretindeki incelik ve zerafettir. Her birine ayrı ayrı riayet ederler ve aralarındaki his çekişmelerini büyük bir incelikle idare buyururlardı.
Hazret-i Ayişe:
“Ben asla Safiyye gibi güzel yemek yapan kadın görmedim. Bir gün Safiyye Allah’ın Resûlü’ne bir tabak yemek göndermişti. Ben de kendimi yenemedim ve tabağı kaldırıp attım. Peşinden de Allah’ın Resûlü’ne “Bunun kefareti nedir?” diye sordum. Şöyle buyurdular: “Tabağı gibi tabak yemeği gibi yemek…”
Hazret-i Ayişe:
“Bir gün yemek pişirmiştim. Zevcelerden Sevde oradaydı. Ben, Allah’ın Resulü ile Sevde’nin aralarında oturmuştum. Sevde’ye yemekten almasını teklif ettim. Sevde almadı. Dedim: “Al, yoksa yüzüne sürerim” Sevde yine almadı. Ben de tabağı aldığım gibi Sevde’nin yüzüne döktüm. Allah’ın Resulü güldüler. “Ya Sevde dediler, sen de yüzüne sür” O da bir parça alıp benim yüzüme sürdü. Kâinatın Efendisi gülüp hazlarını belli ettiler.
Bütün bu levhalarda, Allah’ın Resûlü’nün zerafet, adalet ve muaşeret kıymetleri parıldamaktadır.
Din ölçülerinde ve şeriat hadlerini yerine getirmekte şiddetliydiler. Hırsızın elini kesmek ve zina mahkûmunun cezasını vermekte tereddüt buyurmazlardı. Allah haklarını da yerine getirmekte en küçük müsamaha göstermezlerdi.
Allah’ın Resulü sahabileriyle düşüp kalkar, onlarla söyleşip halleşir, işleriyle ilgilenir ve yavrucakları dizlerine alırken zâhirleri bütün bunlarla meşgul, fakat batınları melekler âlemine nâzırdı.
Bir gün Ebu Hüreyre, Kâinatın Efendisine dedi:
“Ey, Allah’ın Resulü; sen bizimle lâtife etmekten çekinmezsin!”
Cevap verdiler:
“Evet; fakat söylediklerim haktır!”
Bu ölçü, lâtifelerin içinde yalan ve iftira, kötülük ve şeriate aykırılık bulunmamak şartıyle caiz olduğuna delildir. Bazı Hâdislerdeki lâtifelerden uzaklaştırıcı hükümlerse, lâtifenin yasak şekillerine ve mübalâğayla yapılmasına göredir. Zira bu işi mübalâğayla âdet edinen kimse Allah'ı anmak ve zikretmekten uzaklaşır. Eğer lâtife, bu aşırı dereceden salim olursa mübahtır; bir müslümanın kalbini hoş etmek ve kalp darlığını gidermek için olursa da müstehaptır. Allah’ın Resûlü’nün lâtifeleri de bu tarzdadır, müminlerin kalplerini hoş etmek içindir ve küçük çocuklara kadar şamildir.
Enes Bin Malik:
“Benim küçük bir kardeşim vardı. Serçeye benzer kuşu vardı. Onunla oynardı. Bir gün Allah’ın Resûlü’nün huzurlarına girdi. Kâinatın Efendisi onu mahzun görünce ne olduğunu sordular. Oynadığı kuşun öldüğünü ve onun için çocuğun üzgün olduğunu öğrenince çocukla lâtife edip gönül aldılar.”
Bütün bu yumuşak ve gönül çekici hallerine rağmen heybetleri o dereceydi ki, kendilerini ani olarak gören bir kimse, korku ve hayretten çarpılmış gibi olurdu. Bir gün huzurlarına bir kimse geldi ve kendilerine nazarı değer değmez hayretler içinde kaldı ve korkudan titremeye başladı.
Bu adama gülümseyerek baktılar buyurdular:
“Korkma! Ben padişah değilim! Cebbâr da değilim! Ben, Kureyşlilerden fakir bir kadının oğluyum ki, Mekke’de kuru ekmek yerdi!”
Peygamberler Peygamber’inin bu sözleri içinde tefsir şöyledir: Padişahlık sıfatını üzerlerinden atıp “ben padişah değilim!” buyurmalarındaki hikmet, sultanlara lâzım olan ceberut ve azametten uzak olduklarını belirtmek içindir. Zira bu sıfatlar, asıllarıyla yalnız Allah’a lâyıktır. Padişahlık kulların işlerini görüp adaleti yerine getirmek içindir, kibir ve azamet satmak için değil…
Adamın korkusu açıldı halini ve isteğini bildirecek şekilde dili çözüldü ve nefsine hâkimiyeti yerine geldi. Ve o zaman Allah’ın Resulü ayağa kalkarak sahabilerine dediler.
“Ey insanoğulları; alçak gönüllü olun ve bilin ki, böyle olmanızın emri bana vahyedilmiştir. Birbirinize karşı sınırı aşmayın ve böbürlenmeyin.! Ne malınız, ne paranızla ne de soyunuz sopunuzla gurura düşmeyin! Birbirinize eşit kardeşler olun!”
Kâinatın Efendisi, yakınlarıyle temas ve münasebetlerinde alçak gönüllü mizaçlarını gayet zarif bir lâtife hududuna kadar götürürlerdi. Çöl insanlarından Züheyr isimli zata karşı tavırları bu müstesna mizacın en zarif tablosunu çizer: Bir gün Allah’ın Resulü, çölden kendilerine hediye gönderen, kendilerinin de şehir hediyeleriyle mukabele buyurdukları Züheyr’i pazar yerinde gördüler ve hiç sezdirmeden onu kucaklayıverdiler. Mübarek ellerini de Züheyr’in göğsüne koydular. Züheyr kendisini kucaklayanın Allah’ın Resulü olduğunu bildi ve Peygamberler Peygamberi’nin göğüslerine yaslanarak o mübarek göğüsten bereket toplamak istedi.
Lâtifeci bir insan da Resuller Resûlü’ne kâh bal, kâh yağ hediye ederdi. Bir gün bunları satan kimseyi huzuruna çıkartıp şöyle dedi:
“Ey Allah’ın Resulü; ben sana ettiğim hediyeleri bundan satın aldım ve paralarını ödemedim sen ver!”
O zaman Allah’ın Resulü buyurdular:
“Sen onları bana hediye getirdin! Parasını sen öde!”
Ve gülümsemişlerdi.
Adam da şu cevabı vermişti:
“Param yok, ne vereyim? Ama hediye arzusundan kendimi alamadım.”
Allah’ın Resulü yine gülümsemişler ve paranın ödenmesini emretmişlerdi.
Kendilerinden de lâtife zuhur ettiği vâkiydi. Fakat sözleri daima gerçekti ve asla hakikate aykırı lâtifeleri olmazdı.
Ebu Hüreyre:
Bir aptal adam vardı. Huzura geldi ve binilecek bir deve istedi. Allah’ın Resulü “seni deve oğluna bindireyim mi?” dediler. Adam Allah’ın Resûlü’nün kendisine küçük bir deve vermek istediklerini sandı ve “küçük deve işime yaramaz” diye cevap verdi. Bunun üzerine Allah’ın Resulü “büyük deve, devenin oğlu değil midir?” buyurdular.
Allah’ın Resûlü’nün halalarından biri… İhtiyar ve adı Safiye… Bir gün ona, lâtife üslûbuyla buyurdular:
“İhtiyar kadınlar cennete giremez!”
Halaları bu sözden gayet müteessir oldu ve huzuru kaybetti.
Manzarayı gören Allah’ın Resulü ilâve ettiler:
“Çünkü Cennete genç halleriyle girerler!”
Peygamber halası, Peygamber muradını açıklayan bu sözden o kadar hoşlandı ki, uçacak gibi oldu, saadetinden konuşamadı.
Allah’ın Resûlü’ne muhabbet o dereceydi ki, bir gün mescitte dizlerini dikmiş ve elleriyle onları kavramış olarak otururken, kendilerini gören bir kadın korkudan bir müddet kendine gelemedi.
İmam-ı Müslim yoluyle Amr Bin-ül Âs oğlu Abdullah:
“Ben Peygamberimizle nice zaman sohbetler ettim. Fakat hiçbir defasında, doyasıya yüzlerine bakamadım. Bana nasıl olduklarını sorsalar, cevap vermekten aciz kalırım!”
Sahabilerin ulularından olan Abdullah böyle hissettiğine göre besbellidir ki eğer Allah’ın Resulü bizzat tevazu gösterip yaklaşmasalar meclislerinde kimsenin oturmaya tâkat getirmesi mümkün olmazdı.
Sabah namazının sünnetini kıldıktan sonra, eğer Ayişe uyanık ise onunla söyleşir uykuda ise kendileri bir müddet yanları üzerine yatardı. Ondan sonra mescide farz kılmaya çıkardı. Sünnetin edasından sonra kendilerine öyle bir hal gelir ki, o hal üzerindeyken kimseyle buluşmaya ve görüşmeye yanaşmazlardı. Hazret-i Ayişe’yle lûtuflarında, kendisiyle görüşmek veya yanları üzerine kısa bir müddet yatmak, beşeriyet âlemine gelmelerine yeterdi. Ancak bu değişiklikten sonradır ki, Sahabiler meclisine çıkardı. Sahabilerine şefkat ve merhametten böyle davranırlardı. Fakat daha evvel kaydedildiği gibi, lâtifeleri de bütün tavır ve sözleri gibi, hikmet, maslahat, hayr ve bereket kaynağı…
Mahmud Bin-ür- Rebi beş yaşında bir oğlancıktı. Allah’ın Resulü, bir gün, yanlarındaki kovadan ağızlarına su alıp Mahmud’un yüzüne püskürttüler. Sonrada Mahmud büyüyüp, çocukluk yaşından ayrıldığı zaman Allah’ın Resulünü düşündükçe içinde hatıra olarak yalnız bu lâtifenin bulunduğuna dikkat etti; ve kestirdi ki, eğer bu lâtife olmasaydı, Kâinatın Efendisinden hiçbir şey hatırlamayacaktı. Bu hatırlayış ki, Mahmud’un kesin olarak Sahabiler zümresinden sayılmasında âmil oldu.
Buhari Hâdislerinden öğrendiğimize göre, Kâinatın Efendisi, üvey kızı Zeynep Bin-i Ümm-ü Seleme henüz küçük bir çocukken yıkanma yerinde ona tesadüf etti. Lâtife olarak kovadan bir avuç su alıp kızcağızın yüzüne serpti. Zeynep ihtiyarladı fakat yüzünün tazelik asla bozulmadı.
Âlemlerin Fahrinde, yakınlarına ve sahabilerine şefkat alâka ve muhabbet o dereceydi ki, her fert, Allah’ın Resûlü’nün en çok kendisini sevdiğini zannedebilirdi. Nazarlarında fakir, zengin, şehirli ve garip birdi. Rastladıklarına lûtufla selâm verirler ve yolları üzerinde hacet sahiplerini, durarak, sabırla dinlerlerdi. Büyük ve küçük ayırt etmezler, herkese güler yüz ve tatlı dille eşit muamele ederler ve lâtiflerini kimseden esirgemezlerdi. Her daveti kabul ederler ve asla tercih yapmazlardı. Sahabileriyle sohbetlerinin özü Allah ve İlâhî hikmetlerdi. Kur’ân’ın tilâveti yahut vaaz ve nasihat… Kâh cennet hallerini anıp hasret ve iştiyakını aşılarlar, kâh cehennem bahsini açıp haşyet ve Allah korkusuna yer açarlardı. Ayrıca din gerekleri üzerinde dururlar ve bütün sohbetlerden sahabilerin kalbi yumuşar dünyadan çözülmek ve gerçek hayata bağlanmak gibi gayelerin gayesine yol açılırdı.
Bir gün Ebu Hüreyre, Allah Resûlü’ne sordu:
“Ey Allah’ın Resulü; ne hikmettir ki, biz sizin meclisinizdeyken kalbimiz yumuşuyor dünya gözümüzden siliniyor, sizden ayrılınca da çoluk çocuğumuzla uğraşıyor, onlarla düşüp kalkıyor ve halimizi beğenmiyoruz!
Buyurdular:
“Siz benim yanımdan ayrılıp evlerinize gittiğiniz zaman o halinizle evlerinizde bulduklarınız meleklerdir.”
Tevazuların tecelli şekillerinden biri de şuydu ki, hiçbir yemeği hor görmezler ne verirse yerlerdi Eğer iştahları varsa yerler yoksa el sürmezlerdi. Haram yemekleri de ayıplar ve yasaklardı. Helâl yiyeceği hiçbir noktadan ayırmazlardı. Ne yaratılışı ne de yapılışı bakımından helâl yemek ayıplanabilir Allah’ın mahlûku ayıplanmaz; insanın yaptığını ayıplamaksa kalp kırar. İmam-ı Nevevi Hazretlerine göre yemeği ayıplamak kötü bir fiildir.
Üstün ahlâklarından biri de halk arasında dünyaya sövmek alışkanlığını yasak edip “dünyaya sövmeyiniz!” ölçüsünü koymuş olmalarıdır. Bu ölçüyü koyup dünyaya yeni bir bakış getirmişlerdir;
“Dünyaya sövmeyiniz! O, mü’mini hayra ulaştıran ve şerden kaçıran binek atıdır!”
Buyurdular. Ebu Hüreyre rivayetiyle gelen Hâdise göre, dehr’i, İlâhî tecelliye mahsus bir perde kabul eden ince bir mânâ vardır.
Dehr, uzun zaman ve Âlem mânâsınadır. Arapların âdeti gelen musibetleri dehr’e isnat etmek ve onun fâil bilip suçlamak ve ona sövmekti. Allah Resulü bu gafleti yasak edip dehr’e sövmenin onu tasarruf eden Allah’a sövmek olduğunu gösterdiler.
Kutsî Hadis:
“İnsanoğulları dehr’e söverler. Bilmezler ki işleri düzenleyen benim! Gece ve gündüz benim kudret elimdedir.”
Bu bakımdan insan fiilini dehr’e nisbet etse “dehr şöyle etti böyle etti” kanaatiyle konuşsa küfre kadar yol açılır. (Dehr Allah değil fakat İlâhî fiil ve iradenin tecelli çerçevesidir.) Bu ölçüyle “ Allah dehr’dir!” hükmü, hakikatin doğrudan doğruya kendisi olarak yanlıştır. Nitekim din alimleri bu hükmü, üç şekilde tevil etmişlerdir:
“Allah dehr’in kuşattığı işlerinin düzenleyicisidir.”
“Allah, dehr’in sahibidir”
“Allah dehr’in inkılâp ettiricisidir.”
Buhari rivayeti bu tevilleri destekler. Zira Buharî Hâdisindeki gece ve gündüz unsurları zamandan başka bir şeye işaret olamaz. Onların da kudret elinde bulunduğunu bildiren Allah dehr’i murat etmekte ve onu İlâhî iradeye tecelli çevresi olarak göstermektedir.
Yine tevazuları cümlesinden bir misal olarak kapılarında hiçbir bekçi ve teşrifatçının bulunmayışı gösterilebilir.
Enes Bin Malik Hazretlerinden öğreniyoruz ki Allah Resulü bir mezar başında oturup ağlayan ve dövünen bir kadına rastlıyor ve sabır tavsiye ediyorlar. Kadın dönüp şöyle karşılık veriyor:
“Beni halime bırak. Sen bana erişen musibetten uzaktasın.”
Allah’ın Resulü hiçbir şey söylemeden çekiliyorlar. Biri gelip kadına soruyor:
“Allah’ın Resulü sana ne dedi?”
“Allah’ın Resulü mü, ben O’nu tanıyamadım! Eyvah şimdi ne yapacağım?”
Ve kendisini affettirmek için, dertli kadın bütün ıstırabını unutarak Allah’ın Resûlü’nün evine koşuyor. Kapıda bekçi ve nöbetçi olarak hiç kimse tesadüf etmiyor ve kapıyı vurup doğrudan doğruya huzuruna girmek suretiyle muradına eriyor.
Ebu Said Hazretlerinden:
“Allah’ın Resûlü’nde hayâ perde arkası bakirelerden daha fazlaydı.”
“Hayâ” kelimesi med ile “hayat”dan gelir. Kalbin hayatı miktarınca insanda hayâ vardır. Hayânın azlığı ise kalbin ölümüne işarettir. Kalbde hayat galip oldukça hayâ insana hâkimdir.
Hayâ, insanda ayıplamaya sebep olacak şeyin korkusundan doğan ıztırap halidir. Bu hal kalbin kuvvet ve basirette kemâl derecesidir. Kalp bu derece kendi keyfiyetini görmeye başlar.
Şeriatte hayâ suç işlemekten alıkoyucu ruh melekesinin ismidir.
Yahya Bin Muaz:
“Bir kimse ibadetine mağrur olmayıp Allah’tan utansa Allah da günahkârlığı halinde ondan utanır.”
Tefsir:
Bir kimse ibadetine mağrur olmayıp Allah’tan utanma duygusunu muhafaza edecek olursa beşeriyet icabı bir günah işlediği zaman Allah o günaha nazar etmez.
Bu hikmetin dünyada da misali vardır. Meselâ bir kimsenin edepli bir hizmetkârı olsa da daima efendisine utanç ve sadakat hali üzerinde bulunsa ve bir gün bu adamdan bir suç zuhur etse onun kabahatini görmemezlikten gelirler ve suçunu yüzüne vurmazlar.
Hayâ kısım kısımdır.
Biri kerem hayâsıdır.
Meselâ: Allah’ın Resulü Zeyneb’i aldıkları zaman verilen ziyafete Sahabilerini davet ettiler. Yemekten sonra davetlilerin bir kısmı dağılmayıp oturmakta devam etti. Halbuki edep ölçüsü bunların ziyafetten sonra çok oturmayıp dağılmalarını emrediyordu. Allah’ın Resulü bunlara “dağılın!” demekten hayâ ettiler. Kerem hayâsı budur.
Biri de muhip (seven)in hayâsı… Sevdiğinden utanma duygusu… Sevdiği gaip iken onu hatırlayınca içinden bir hayâ duygusunun kımıldadığını hisseder, fakat sebebini bulamaz.
Biri de ubudiyet (kulluk) hayâsı… Bu duyguda sevgi ve korku karışıktır. Kendi kulluğunu mabuduna lâyık görmeyip mabudunun kudretini kulluk ifadesindeki liyakatten üstün görmek… Bu görüşte hayâ ya yol açar.
Hayânın bir şekli de insanın kendi nefsinden hayâ etmesidir. Bu şekil o insanlara mahsustur ki, kendisine alçaklığı yediremez kendi kendisinden utanır. Gûya insanda birbirinden utanan iki nefs vardır. Bu mertebe hayânın yüksek mertebesidir. Kişi nefsinden hayâ edecek hale gelirse elbette ki başkalarından fazla haya eder. Bu dereceye eren hayâ sahibini günah işlemekten alıkoyar.
Anlatırlar:
Meliklerden biri bir gece fırsat düşürüp kendisine helâl olmayan cariyelerden biriyle gerdeğe girer. Ertesi gün o diyarın keşif sahibi velilerinden biri padişahı ziyarete gelir. Padişah veliye büyük iltifatlar gösterir. Fakat veli bunların hiçbirine kulak asmayıp hayâ mevzusunda mânâlı sözler sarf eder ve hayâsızlığı o türlü yerer ki âdetâ padişahı kastediyormuş gibi olur.
Padişah dayanamaz:
“Bunlar ne kelimeler?” Sana biraz güler yüz gösterdikse böyle mi karşılık vermen lazım? Halifelik makamındaki insana karşı hayâ duygusu yok mu sende?
Veli cevap verir.
“Bu duygu asıl sende yok!... Eğer olsaydı, nefsinden utanır ve gece işlediğin cinayeti yapmazdın! Seni elinden tutup böyle bir cinayetten alıkoyacak tek kuvvet, hayâ duygusu değil miydi?”
Velinin bu açık kerameti karşısında padişah ona olan itikadını kuvvetlendirir ve suçunu teslim edip af diler tövbe ve istiğfar eder. Ondan sonra da kalbine şeytanî bir hatıra geldikçe onu nefyedip makamına uygun görmemeye başlar ve nefsinden hayâ mertebesine erer.
İşte, insanlara düşen, hayâ bahsinde evvelâ nefsinden utanma derecesine ermektir. Böyle insanları Allah hayır yoluna yöneltir.
Buharî’den Hadîs meâli:
“Hayâ, insanın başına hayırdan başka bir şey getirmez.”
Yine hadis meâli:
“Hayâ imandandır.”
İmandan zuhura gelen bir şeyden üstün sıfat düşünülemez.
Kaadi Ayyad:
“Hayâ tabiî bir şeyken imandan olmasının aslı irade ve amelle de elde edilmesindendir.”
İmam-ı Kurtabî:
“Şeriat kurucusunun imana bağladığı hayâ şudur ki çalışarak elde edilmiş olsun… İnsan bu nevi hayâ ile mükelleftir; tabiî olanıyla değil… Ama bir kimsede hayâ tabiî olunca çalışarak elde edilen de ona yardımcı olur ve böylece kısbî hayâ ile tabiîsi birleşir ve hepsi birden tabiî olur.”
Hâsılı hayâ duygusu, insanda iki türlüdür: Allah’ın verdiğiyle kulun kazandığı… Bu ikisi birleşir ve hayâyı tamamlar.
Allah’ın Resulü, hayânın Allah vergisi ve kul gayreti olarak iki kısmını da zatlarında toplamışlardı. Ayyar naklinden öğreniyoruz ki, mübarek gözleriyle hiç kimsenin yüzüne dik dik baktıkları vâki değildir.
Allah’tan korkuları bahsinde de pek çok haber sahibiyiz. Arapça’da “hayf”, “haşret”, “rehbe”, “vecel” kelimeleri umumî olarak “korku” mefhumunda birleştikleri halde mânâ incelikleri bakımından birbirinden farklıdır.
Cüneyd, korkunun tefsirinde:
“Alınan her nefes boyunca suç düşüncesi ve ceza kaygısı…”
Buyurmuştur.
Meselâ her nefeste:
“ Cezamı şimdi mi çekerim, sonra mı görürüm?”
Kaygısı… Bazıları da korkuyu korkulacak şeyi görmeksizin kalbin mücerret ıstırap ve hareketi diye tarif etmişlerdir. Veya kalbin bir kötülüğü gördüğü ve düşündüğü anda onun kendisine hulûl etmesinden kaçınması…
Haşyet umumî korkudan farklıdır ve marifete yakın ve bağlı olan duygudur. Allah haşyeti âlimlere mahsus kılıp bu duygunun bilginlere ait olduğunu bildirmiştir.
Haşyet, korkudan üstün ve keyfiyetçe yüksektir. Korku düşman veya sel ateş gibi bir şey görülünce onlardan kaçmak için gelen bir histir. Fakat bu tehlikeleri insan kendisine erişmeyecek yerde görür ve yalnız takdiriyle kalırsa bu duygu haşyettir. Rehbe ise kötüden kaçmada ve el çekmede ısrarla devamdır ki rağbetin zıddıdır. Rağbet istenilen şeyin arkasından koşmasıdır.
Bir de “vecel” dedikleri duygu vardır ki ukubetin anılmasıyla kalbe inen acıdır. Ama buna mukabil olan heybet tazim hissine yakın olanıdır. Bu hal marifet ve muhabbetle ele geçer.
Hâsılı:
Korku, mü’minlerin avam sınıfına mahsus umumi duygu…
Haşyet âlimlere ve ariflere mahsus hâl… Heybet âşıklara, iclâl de yakınlara ait derece…
Kişinin, ilim ve marifeti nispetinde korku ve haşyeti olur.
Hadîs meâli:
“Allah’ı bilmekte en fazla âlim ve bu bakımdan haşyette en ileri olanınız benim!”
Buharî Hazretleri yolundan gelen emin Hadîslerden biri şu meâldedir:
“Eğer siz benim bildiklerimi bilseydiniz az güler ve çok ağlardınız!”
Bu Hadîste Allah’ın Resûlü’nün, kalp irfanına ve ruh marifetine ne büyük çapta malik bulunduklarına ait delâlet vardır. O’nun ümmetinden bazı olgunları, Allah, o irfan ve maarife erdirir. Ama bu irfan ve maarife ümmettekilere icmal ve hülâsa şeklinde verilir; tafsil ve teferruat halinde Allah vergisi Kâinatın Efendisi’ne mahsustur.
İmam-ı Müslim yolu ile Enes Bin Mâlik:
“Allah’ın Resulü dediler: Muhammed’in nefsi kudret elinde bulunan Allah hakkı için söylüyorum ki, eğer siz benim gördüklerimi görseydiniz pek az güler ve pek çok ağlardınız!”
Sahabiler: “Ey, Allah’ın Resulü, sen ne gördün?” diye sordular. “Cennetle Cehennemi gördüm!” buyurdular.
Allah, bilgiyle hakikati aynen görmenin arasını kalp haşyeti ve İlâhî azamete nazar mümtaziyeti içinde, Resûlü’nde toplanmıştır. Öyle ki bu toplanış başka hiçbir kula nasip olmamıştır.
Onun içindir ki Hazret-i Âyişe vasıtasıyla öğrendiğimiz Hadîs:
“Sizin Allah’ı bilmede ve ona kulluk göstermede en ileriniz benim!”
Hikmetini parıldatır.
Hadîs Âlimlerinden İmam-ı Nisaî ve İbn-i Mâce’ye göre Allah’ın Resulü namaz kılarken içlerinden iniltiler gelirdi.
Tasvir şöyledir:
“Namaz kılarlardı ve içlerinden kaynamayı andıran esrarlı bir ses gelirdi.”
Bir başka Hadîs âlimi, bu sesi değirmen taşının çıkardığı sese benzetmiştir.
Murad, Allah korkusundan, bir nevi ağlamaya benzer ses… (Devam edecek)
|