Zaman ve mekân üstü biricik rejime hasretiz Av. Mustafa Büyükgüner Sayı:
91 - Ocak / Mart 2017
Anayasa ve Sistem Tartışmalarında Cebimizin Astarına Bakalım!..
Yapanların fikriyatını yansıtan 80 Anayasası, darbenin tesirini kaybetmeye başladığı günden beri sürekli tartışılıyor. Tartışmaların temelinde ise anayasanın vesayetçi yapısı ile anayasada toplumun önceliklerinden çok gücü elinde bulunduran azınlığın, çoğunluk üzerindeki tahakkümünü arttırıcı hükümlerin bulunduğu yatmakta. Bu sebeple pek çok kere Anayasada değişiklikler yapıldı ve bizim de eleştirdiğimiz üzere Anayasa âdetâ bir yamalı bohçaya çevrildi.
Arızanın parçada değil bütünün tamamında olduğu ortada… Bu sebeple bütünü ele alınmadan kısmî yapılan değişikliklerin de bütün üzerinde önceden öngörülemeyen başka arızalar çıkardığı, bundan önceki örneklerden biliniyor. Bu tecrübeye rağmen hâlâ 80 Anayasası’nın tartışmaya açılmaması ve arızalı olduğu düşünülen maddelerin değiştirilmesi ile yetinilmesi gayretini anlamak mümkün değil.
Bu eleştirimize meclis çoğunluğunun anayasanın tamamının değiştirilmesi için yeterli olmadığı, AK Parti’nin 2011 yılından beri sürekli Anayasa değişikliğini gündemde tuttuğu ancak değiştirmeye muvaffak olamadığı yanıtı verilebilir.
Böyle de olsa, demek ki iktidar millete Anayasa’daki arızaların neler olduğunu ve hangi sebeple değiştirilmesi gerektiğini anlatamamış demeyecek miyiz? Anayasalar bir devletin, milletiyle birlikte tarihten bu güne kadarki hafızasından süzülen ve tarih boyunca edindiği tecrübelerini yansıtan temel metinler değil mi? Orta Asya steplerinden beri devlet kurma geleneğimiz olduğunu her yerde ballandıra ballandıra anlatırken, özellikle İslâm ile şereflendikten sonraki Karahanlı ve Gazneli basamaklarından çıkıp, Selçuklu kapısından girerek, medeniyetimizi kubbeleştirdiğimiz Osmanlı devlet tecrübeleri anayasamızda ne kadar yer buluyor?
Bugün yaşanan ve 2017 yılının Ocak ayı ile birlikte Meclis’te de gündeme gelen sistem tartışmalarını bu gözle ele almayacak mıyız? Her ne kadar hükümet “Türk tipi başkanlık sistemi” dese de, tıpkı anayasa tartışmalarında olduğu gibi, bizce bu konuyu da kamuoyuna anlatmakta zorlandı. Kamuoyunda Türk tipi başkanlık sisteminin sanki hâlihazırdaki Amerikan sisteminden işimize yarayan kısımların alınarak âdetâ otoriterleşmeye zemin hazırladığına inanan insanların sayısı hiç de az değil… Buna rağmen anayasa ve sistem tartışmalarında en azından eldeki mevcutların yetersiz kaldığı herkesin kabulü…
Demek ki, hem millet, hem de devlet arayışta. Son yıllarda “One minute!” ve “Dünya 5’ten büyüktür!” çıkışlarında da görüldüğü gibi, artık kendisine biçilen rolden taşan bir Türkiye var. O halde anayasa ve sistem tartışmalarının buna göre yapılması gerekmez mi?
Daha önce de söylediğimiz gibi anayasa ve onun ayrılmaz parçası olan devlet yönetim sistemlerinin, zaman içerisinde milletin kendi imbiğinden süzülerek şekillenen bir tecrübe neticesinde ortaya koyulması gerektiğine göre, biz kendi cevherimiz yerine, başkasına ait olanı kopyalama hastalığından ne zaman vaz geçeceğiz?..
Her şeyde olduğu gibi Anayasa ve sistem tartışmalarında da kaybettiğimiz, kendi cebimizin astarında yeniden bulacağımız günü bekliyor.
Amerikan Rüyası, Kâbusa Mı Dönüyor?..
2016 yılının son günlerini biz “Başkanlık Sistemi” tartışmaları ile geçirirken, dünyada bu sistemi en iyi uyguladığı söylenen ve herkese bir rol model olan Amerika’da da halk yeni başkanını seçti. Seçmesiyle birlikte de, şimdiye kadar hiç alışık olmadığımız şekilde, seçilen başkana karşı, seçim sonuçlarını kabul etmeyen bir eleştiri dalgası hâkim oldu. Hattâ bu eleştiriler o seviyeye geldi ki, Amerika Birleşik Devletleri’ni oluşturan bazı eyaletlerde bağımsızlık tartışmaları dahi yapılır oldu...
Amerikan halkının tartıştığı esasında (Tıramp)ın şahsında bir seçim sistemi ve demokrasinin yetersizliği meselesidir.
Demokrasilerin genel kuralı, seçim hakkı olanların ekseri çoğunluğunun kanaati ile seçilen kişi (veya partinin) yönetme hakkını elde etmesi değil midir? Oysa şu anda Amerika’da tartışılan (Tıramp)ın başkanlık koltuğuna yakışmadığı ve bu işin altından kalkamayacağı… Bu tartışmanın sonu Amerika’nın evrensel menfaatleri için Amerikan Millî İradesinin yok sayılabileceği sonucuna doğru gitmiyor mu? Hani demokrasi vardı?..
(Tıramp) kendi partisindeki aday adayları ile girdiği seçim yarışını kazanarak partisinin başkan adayı olmayı başardı. Sonrasında da rakibi ile daha büyük bir mücadeleye girerek, üstelik kendi partisindeki kamuoyunu da etkileme gücü olan kimi şahısların açık muhalefetine ve desteklemediklerini beyan etmelerine rağmen, bunu da kazandı ve Amerika’nın seçilmiş başkanı olmayı hak etti. O halde bu tartışma niye… Madem (Tıramp) söylemleri, güttüğü politika ve kişisel özellikleri ile Amerikan başkanlık makamını temsil edemeyecek ise, nasıl parti içi ve partiler arası bu yarışları kazanabiliyor? Oy kullanan Amerikan seçmeninin yarıya yakını (Tıramp)a oy verdiğine göre, (Tıramp) bu makama lâyık değil demek, seçmenine de “Siz bu makama lâyık adam seçme yeteneğine sahip değilsiniz” demek olmuyor mu?
Demek ki, devleti yönetmek için tek başına halkın seçimde tercihini o yönde kullanması yeterli olmuyor… Devleti yönetmek için adayda başka başka özelliklerin de mi olması gerekiyor?
Seçim sonuçlarına göre (Klinton) daha fazla oy almasına rağmen (Tıramp) daha fazla delege kazanmayı başardı. En fazla oyu alanın seçimi kazanamaması bir arıza değil mi? Amerikan Başkanlık Sisteminde başkanın en fazla oyu alması değil, ikinci tur seçimde kendisine oy verecek çoğunlukta delegeyi kazanması gerekiyor. Tarihte iki seçimde delegelerin kendilerini listeye yazan aday yerine, diğer adaya oy kullandıkları biliniyor. Delegenin kendi seçmeninin iradesini sandıkta yansıtmama riski her zaman olduğuna göre demokrasi nerede kaldı?..
Dünyaya demokrasinin ulaşabileceği son nokta olarak pazarlanan Amerikan başkanlık ve seçim sisteminin orijinalinde bile bu kadar kusur olduğuna göre, yakın zamanda dünyayı bekleyen en büyük krizlerden birinin de devlet yönetim krizi olacağını söyleyebiliriz. O halde başta seçim sistemi olmak üzere, devlet yönetim biçimi ve devletle ilgili bütün kurumların yeniden ele alınması, prensiplerinin konulması, liyakat sisteminin yeniden şekillenmesi gerekmez mi?
Batı bunu başaramazsa, bu aynı zamanda Amerikan rüyasının da sonu olur!
Batı’nın kafasını taştan taşa vura vura aradığı, bizimse batı bulamıyor diye yok zannettiğimiz bu sistem, tarihimizin derinliklerinden bütün hücrelerimizi saran bir çiğ bulutu gibi uzanıyor. Yeter ki görelim…
Selâm Türk’ün Bayrağına!..
Türkiye’nin Fırat Kalkanı operasyonunu başarılı bir şekilde yürütmesi, Ortadoğu’daki vesayet savaşlarının ve Daeş, Ypg, Haşdi Şabi, Hizbullah gibi gücünü terörden alan bütün örgütlerin yeniden tartışılmasını gündeme getirdi. İnsanî hassasiyetlerin en önde tutulduğu Fırat Kalkanı operasyonundaki bu başarı, batılı devletlerin gözünü öyle korkuttu ki, aylardır sürüncemede bıraktıkları Daeş tarafından ele geçirilen Musul ve Rakka’nın bu terör örgütünden kurtarılması için operasyonları hemen başlatıverdiler. Bu esnada Dabık kentini çok kısa bir sürede ele geçirip yönünü El-Bab’a çeviren ve sahada oldukça başarılı olan Özgür Suriye Ordusu ve Mehmetçik’i ise yok sayarak her iki operasyona da dâhil etmediklerini resmen açıkladılar.
Batı’nın amacı gerçekten terör örgütlerini bölgeden tasfiye etmek olsa, bu operasyonlarda Türkiye’nin en önde olması gerekmez miydi?..
Televizyonlardan izliyoruz, gazetelerden okuyoruz, Türk bayrağının girdiği her toprak parçasında halk sanki yıllardır özlemini çektiği bir yakınını beklermiş gibi sokaklara dökülüyor. Başka orduların metre metre ilerleyebildiği arazilerde yerel halkın da desteğiyle Mehmetçik evindeymiş gibi hareket ediyor. İşte Musul operasyonunda, operasyona katılan Irak ordusuna bağlı özel kuvvetlerin yarısının telef olduğu resmen açıklandı. Musul’da… Hem de kendi topraklarında…
Benzer durum, ordumuzun BM ve Nato kapsamında katıldığı bütün görevlerde önceden Türk toprağı olan her yerde yaşanmakta. Bosna Hersek ve Kosova’da ellerinde Türk Bayrakları ile Türk tanklarının üzerine çıkan insanların görüntüleri hâlâ hafızamızdaki yerlerini koruyor.
Üçyüz yıldır devrile devrile, hâkim olduğumuz topraklardan geri çekilmemize, hele hele son yüz yıldır da kendi kabuğumuza çekilip burnumuzun dibindeki gelişmelere bile müdahil olmamamıza rağmen, toplumların ortak hafızaları o kadar derin ki, hüküm sürdüğümüz ve akrabalık bağları ile bağlı olduğumuz bu coğrafyada hâlâ herkes Türkiye’yi özlüyor. Türk sancağına hasret çekiyor. Biz farkında değiliz…
Dostumuz farkında da, düşmanımız bunu bilmiyor mu? Musul operasyonuna neden davet edilmiyoruz?.. Rakka’da neden söz hakkımız yok?.. Çünkü bizim farkında olmadığımız potansiyelimizin, düşmanımız, yani Batı farkında.
Bizim bir sözümüzle, pek çok milletin ve devletin harekete geçeceğini biz görmesek de Batı görüyor. Ön almaya çalışmasının sebebi bu… Çeşitli terör örgütleriyle içimizde ve dışımızda sürekli baskı halinde tutmalarının, ülkemizin çeşitli yerlerinde saldırılarla, terör eylemleri ile, ekonomik darbelerle bizi oyalamaya çalışmalarının sebebi bu.
Terör örgütlerinin tasfiyesi ile, kısır sistem ve anayasa tartışmalarıyla artık vakit kaybetmeye paydos. Biz zaman ve mekân üstü biricik rejime hasretiz. O rejim ise yine Üstad’ın bir şiirinde söylediği gibi iki hece ve beş harf… Artık “Ölmemenin ilâcı”nı döne döne aramayı bırakalım ve tozlu rafta unuttuğumuz yere bakalım.
|